• new jersey'deki paterson kasabasında naif, sessiz bir adam yaşar. onun da adı paterson'dur. otobüs şoförü. karısı ve köpeğiyle minik evinde mütevazı ve huzurlu bir hayatı devam ettirir. her günü neredeyse aynıdır ama not defterine yazdığı güzel şiirlerinden, evde onu bekleyen sevimli ve sanatsever karısından ve ara sıra uğradığı mahalle barından son derece memnundur. karısı şiirlerini paylaşması konusunda ısrarcı olsa da paterson, otobüsünü süren gizli bir şair olmayı seçmiştir..

    izleyin. tatlılar tatlısı bir film bu.
  • an itibariyle beni derin bir huzura erdirmiş film.

    böyle durgun ve sakinliği mükemmel şekilde işlemek, en başta oyuncuların ve senaristin işidir.

    adam driver türk olsa, bağcılarda market kasasında duracak tipi olan bir adam. ama, işte ama. adamın yeteneği saf (pure derler ya inkilizler ) öyle bir şey işte. oynuyor, yardırıyorr, affetmiyor.

    spolier---

    filme gelecek olursak tekrardan, bir çok anlam katabilirsiniz. katmaya da bilirsiniz.

    hayatın monotonluğunu kabullenmiş, kendince ufak bir kaçamağı köpeği gezdirirken pub da bira içip, bardağa bakmak ve şiir yazmakta olan bir şoför. ve , evde sıkıntıdan ne yapacağını şaşırmış bir eş.

    köpeğin şiir defterini yırtması ve adam driver'ın verdiği, zaten hayatımda düzgün ne gidebilirdi ki tepkisi...

    bar sahneleri güldürdü, tebessüm bıraktı yüzüme.

    filmde, adam driver'da resmen kendimi buldum.

    açıkcası, waterfall sahnesinde japon herifle konuşurken, birden o kitapları yazan şairin adam driver olması ve makinist kafası bir durumla karılaşmayı beklemedim değil. enfes olabilirdi. ama olmadı, orası da aslında olması gerektiği gibi durgun ve sadeydi.

    aha ! ne de güzel bir filmdi.
  • beni ağlatmayı başarmış film. votka-limonun etkisi de olabilir. iyi de oldu.
  • ————-spoiler————

    filmdeki tek gerçeğe uygun karakter marvin’di ve “sıçarım senin yazacağın şiire, bunlar kedi olsa kovalamam, biftek olsa yalamam dişi olsa koklamam” diyerek defteri ilk fırsatta parça pinçik etti, oh patisine sağlık!

    ya arkadaşlar sanat filmi dedik bilim kurgu çıktı, öyle bi kadın gerçek olabilir mi, rica ederim. hadi o tüm hobiler filan tamam, anlayışlı sevecensin ona da tamam ama her şey bir yere kadar; sen adama defalarca şu defterin kopyasını al demişsin o da hee he demiş sallamamış sonunda köpeğiniz paralamış defteri ve kadın diyor ki ayem so sori! ay yok daha neler! evrenseldir bu bi kere, hiçbir söz söylemese bile en azından “ben sana demiştim” bakışı atılır ama yok, kadın diyor ki yalnız kalmak istersen dışarı çıkabilirim. ablacım sen zaten dışarı çıkabilen bi kadın olsan önce akşam işten yorgun argın gelen kocana köpeğini dolaştırtacağına gündüz çıkarır havalandırırsın hayvancağızı ama işin gücün sağı solu boyamak. bir de gittin dünyayı bir şiir faciasından kurtaran köpeğini cezalandırdın. ah marvinciğim ya...

    paterson’a bir şey demeyeceğim adam zaten kırılgan ve yeteneksiz, akşam akşam duygularını incitmek istemiyorum.

    ————-spoiler————

    bu filmden güzel güzel okumalar yapan, psikolojik tahlilde bulunan, sakinliğinde hızura eren güzel insanlar var; sabrınıza imreniyorum, ben bu filmi iki güne bölerek izleyebildim uykum geldi çünkü ama merak da ettim; bir yerde belki kırar döngüyü diye, olmadı.

    hani bir şeyle alay ederken tüm sesli harflerini “i” yapıyoruz ya; bu film için “şiir gibi film” diyenlere yapayım istedim, olamadı, daha da bir şey demiyorum.
  • abd’nin new jersey eyaletinde bir yerleşim yeridir. eyaletin kuzeyinde, new york city’nin kuzey doğusunda yer alır. new york ile new jersey’i birbirinden ayıran hudson ırmağı’nın üzerindeki george washington köprüsü ile kentten ulaşım new york’a kolayca sağlanır.

    bu kenti abd’deki diğer şehirlerden farklı kılan özellik, kentte yoğun bir türk nüfusunun olmasıdır. ince belli bardakta çay içilip okey oynanan kıraathaneleri, türk ürünlerinin satıldığı marketleri ve türk fırınlarıyla abd’deki küçük türkiye’dir. rast gele bir telefon numarası aransa telefonu yine bir türk’ün açmasına kesin gözüyle bakılır. kentte giresun ve konya nüfusuna kayıtlı vatandaşlar ağırlıkta olmakla birlikte bir de karaçay’lılar vardır. karaçay türkleri, 2. dünya savaşı sırasında alman işgal güçleri ile işbirliği yapmakla suçlanıp karaçay-balkar özerk bölgesi’nden türkiye’ye zorunlu göçe tabi tutulmaları sonucunda gelen soydaşlarımızdır. karaçay’lar ilk olarak eskişehir’e gelirler. o yıllarda abd’nin karaçay’lılara tanıdığı öncelikli göçmenlik hakkı sayesinde abd’ye göç etmişlerdir.

    dil öğrenmek için abd’ye giden öğrencilere buraya gitmemelerini öneririm. gitseler bile en kısa sürede geri dönmelerini tavsiye ederim zira burada ingilizce’den ziyade türkçelerini geliştirmeleri muhtemeldir.
  • 20 dakikadan ötesine geçemediğim dinginliğe sahip film. üstelik kitap ya da filmleri yarım bırakmayı seven bir insan da değilim.
  • filmi izlerken insanların beğenmediği paterson gerçekten bura mı demeden geçemedim. sade, güzel, dingin. ve çekim açılarıyla paterson sevdiren bir özelliği var.
  • new jersey eyaletinde bir şehir. efendim, amerika'ya dil kursu için gelirken, hem dil öğrenebileceğim hem de bol bol gezebileceğim bir lokasyon bakınıyordum. açtım interneti, haritadan nereler uygun olur diye incelerken new jersey dikkatimi çekti. merkezi bir yerde ama çok da kalabalık, curcunalı bir yer değil. new york, philadelphia, vaşington, boston şehirleri yakın, connecticut, delaware, virginia gibi eyaletler de etrafta hatta niagara şelaleleri de çok uzak sayılmaz. ''dil, gezerken öğrenilir'' felsefesine sahip birisi olduğum için, ''etrafta yale, princeton, rutgers gibi ivy league kalitesinde, hatta bu lige dahil birçok da üniversite var; kabul vermeseler bile gezmeye giderim'' diye düşündüm. atladım geldim, hatta dil kursuna rutgers üniversitesinde başladım. ama atladığım çok önemli bir husus varmış, gelince ayıktım: herkes türk abi burada. dil kursunda sınıfın yarısı türk, kalan yarısı ya arap ya da çinli. sokakta adım başı türk var, araba bozuluyor gittiğimiz tamirci türk, kabul için başvuruyoruz hoca türk, canımız türk mutfağı çekiyor gittiğimiz lübnan restoranıçalışanları türk.

    ama asıl şoku bir akrabamı ziyarete gitiğim bu şehirde yaşadım. new york'a giden bir arkadaşa rica ettim, geçerken beni burada bir yere bıraktı, akrabam da gelip beni alacak. beni indirdiği yerde daha iner inmez bir yabancılaşma, bir yakıştıramama hali yaşadım (az önce amerika'da değil miydim ben yahu?). arkamda bir muavin ''new york, new york'' diye bağırıyor (hakikaten böyle dolmuşlar var ve defalarca kullandım daha sonra. binerken parayı veriyorsun, fiş falan kesmiyorlar. şoförler türk, arap, bazen hispanik). yine önünde indiğim binada bazı dayılar ağızlarında sigara, okey oynuyorlardı. arada kahveciye seslenenler oluyordu: iki çay buraya.

    ''nerdeyim lan ben?'' diye bakınırken akrabam geldi, hal hatır sorduktan sonra ''açsındır sen'' diye beni bir lokantaya götürdü: öz karadeniz pide ve lahmacun salonu. abartmıyorum; restoranın adını ''ö'' harfi ile yazmışlar. kapının üzerinde ''pull/push'' değil ''çekiniz/itiniz'' yazıyordu. televizyonda türk programları, çalışanlar silme türk... bütün sokaklarda birer ikişer albayraklar asılı. haliyle sordum; meğer giresun'un yağlıdere ilçesinden gelenler burada bir kapanım (enclave - kapalı grup yerleşim bölgesi) kurmuşlar. bildiğin küçük türkiye. akrabam olan kişi biraz dertliydi çünkü buradaki türkler pek entegre olamıyorlarmış. ''kırk yıldır burada olup hala iki kelime ingilizce konuşamayan insanlar var'' diye şikayetlendi.

    gayet normal. yahu ben okumuş etmiş birisiyim (bu insanları küçümsemiyorum, derdim de kendimi övmek değil. durum tesbiti yapıyorum), maksadım da dil öğrenmek. ben bile oldukça zorlanmıştım alışana kadar. en sonunda çareyi arkadaşım bile olsa günlük hayatta türklerden kaçmakta buldum. çinli bir kız arkadaş buldum önce, sonra kilise cemaatlerine takılmaya başladım (merak etmeyin hala müslümanım, amaç hem kültüre hem de dile dokunabilmekti o zaman), sonra vurdum kendimi yollara. şaka maka 12 eyalet gezmiştim o zamanlar. doğu yakasını komple, batı yakasını da kısmen gezdim. türk popülasyonunun en büyük hayrı bu yönde oldu bende.

    işin garip yanı şu anda bulunduğum yerde bir arkadaşım doktora tezini bu insanların entegrasyonu üzerine yapıyor. daha da garibi buradaki türkler klasik entegrasyon teorisine uymuyorlar.*

    haşiye: kısaca özetlemek gerekirse: sosyolojik gelenek bize mesafe uzadıkça göç dalgalarının azalacağını, göç edenler için mesafe uzadıkça masraf da artacağı için uzun mesafeleri eğitimli ve nisbeten iyi gelir sahiplerinin alacağını söylüyor. ama buradaki türkler özelinde bu durum tam tersi yönde işliyor.

    haşiye 2: tabii herkes türk değil paterson'da. amerikalılar da var. zaten kimler amerikalı? kime amerikalı diyoruz? yani doğan çocuklar amerikalı oluyorlar, o kültürde yetişiyorlar (kısmen de olsa) ama çoğunluk türk yahut arap burada (hispanikler de var). şimdi o kadar garipsemem herhalde ama o an için büyük şok yaşamıştım.
  • adı paterson olan paterson'lu bir otobüs şoförünün ruh ikizi kadını ve it gibi bir köpeğiyle paterson'da geçen yeraltı şehir yaşamı ve aslında ana teması şiir olan ılık bir şiir tadında şahane seyirlik.

    köpeğin her gece gezmeye diye çıkarılıp tüm gece bağlandığı borunun intikamını aldığını, durağan akmasında rağmen finale doğru biraz kımıldanıp sıkı bir edebiyat sonuyla biten filmin sondan bir önceki sahnesinde yakaladık beyinlerimizin ucuyla o intikamını ve açılan yeni defteri.

    sırf ulu şiir adına
    ahaa...
    8.
  • paterson bir şair, bir aşık, bir 'şoför', bir kahraman, dürüst bir adam, köpeğin defterini parçalamasından sonra bile köpeği serbest bırakan bir yufka yürekli uzun boylu bir rutinmandır
hesabın var mı? giriş yap