• yönetmen ruben östlund’un filmi ilkel/ maymun bağırışları üzerine donatıp, belirli bir senaryo dahi ortaya koymadan oluşturması ve bunu elbette iskandinav soğukluğuyla yansıtması bizim ülkemiz seyircileri için gerçek değilmiş, zihnimizde var ettiğimiz rasyonaliteden uzak haliyle izlenince, gereksiz bir kötülemeye dönüşüyor. herhangi bir film için; televizyonda gece kuşağında gösterilen amerikan gençlik filmleri de dâhil olmak üzere ‘bok gibi’ yakıştırması ifrata kaçıyor. aynen ‘mükemmeldi’ demek de kendi arzu kökenimiz sonrası yaptığımız tercihlere göre değişkenlik gösteren duygularımız dâhiline de girdiği için, bu da ifrata kaçıyor. genel bir sinema ya da evinde film izleyicisinde de görsel okuma beklemek de güç. (buna ihtiyaç duyulmadığı için güçtür)

    filmde her ne kadar senaryo yok desek ve olaylar absürt seviyesinde olsa da, bir yönetmenin öncelikle kendi çağına uygun olarak çevresindeki insanları aydınlatmak ya da sorgulamak düşüncesiyle yola koyulmuş olacağını tahmin edelim. cannes ödülü almış nuri bilge ceyhan’ı da bu yaklaşımla ve tahminle düşündüğümüz zaman, filmdeki sorgulamaları mekâna ait (ülkeye yönelik) olarak başlıca değerlendirmemiz gerekiyor.

    peki, bu film bana ne kadar yakın? yaşadığım muhitte alışverişe çıktığımda marketlerin önünde ‘dilenci’ sıklıkla görüyorum. benim için bir dilenci bir alt tabakaya mahsus insan türü mü? başka bir muhitte gösteriş yapan bir insan ya da kürsüdeki hatip gibi o da bir insan ve o an duyularım onu yalnızca yere kapaklanmış, altına bir kilim parçası, karton atarak dilenen biri olarak görüyor. kendi ülkemde tüm haksızlıklara karşı ihtiyacım olduğu zaman yine de bir yolunu bulup idare edecek parayı bulabilir miyim? normalde ‘evet’ diyebileceğimiz için yine buna ‘evet’ diyorum. meseleyi yalnızca ‘dilenci’ üzerinden sorgulamak büsbütün sorgulamada bir dilim olabileceği için de hatalı geliyor. bugün bir kadın arabasına binmeden önce arabasından cüzdanına ulaşıp, on lira alıp fırın önünde bekleyen suriyeliye verdi ve dedi ki:’ hadi daha fazla bekleme, ekmeğini al, evine git iftarını yap.’ dilenci bir şeyler mırıldandı ve o kadın arabasına binip uzaklaştıktan sonra da orada oturmaya, gelip geçenlerden yine bir şeyler istemeye devam etti. işte özüt burada.

    nedir bu özüt? dilenci eğer bunu gereksiniminden fazlasını isteme haliyle yapıyorsa, bir noktadan sonra halk kendini ‘enayi’ gibi hissediyor. diyor ki:’ben bir ay boyunca haftanın altı günü işe gidip, 2500-3000 maaş alırken, o burada oturup benim kazandığıma yakın kazanıyor.’ diyelim ki o kadar bile olmasın ama en azından bir asgari ücretliye yakın para alabiliyor. bu durumda dilenci olmak üzerine düşünülmüş, emek hırsızlığı olmuyor mu? bir isveçli ya da fin bu durumda sorgulamasını nasıl yaptığı önemli. dilenenleri insan olarak mı görmüyor yoksa gerçekten de kendini enayi olarak hissetmek istemiyor mu? bu noktada da araya fark; differance var. bir kökeni var mı? fırsatçılık mı? yoksa sistem bunu mu dayatıyor? elbette felsefi bağlamda differance (derrida’nın differance’sı) ile yapıyı sıkıntı hale sokan bir kanaat ortaya koyuyoruz.

    filmde geçen ilkel hale karşı bir süre insanların suskun kalması sonrası, iş bir kadına aşırı fiziksel temasa ulaşınca neden suskun, başı önde insanlar birden ‘yeter’ diyor? bazı arkadaşların dediği gibi bu sahnenin kesilmemesi de mümkündü. insanların bir sınırı olduğunu kabul ediyoruz ama bu sınır neden bir tecavüz anıyla ortadan kalkıyor? bu duruma o zaman şöyle bakalım: bir salonda insanlar var. şık hanımefendiler ve beyefendiler kadehlerini tokuşturup, konuşma sonrası aralarında sohbet etmeyi bekliyorlar. sonra da aralarında nizamı (?) şekilde gerçekleşen etkileşimle bazı kadınlar bazı erkeklerle aynı otel odasına ya da eve gidiyorlar. aslında hırsın en şiddetli çıkarımı ilkel insanın bir kadına tecavüze kalkışmasıysa, peki bu nizami (?) etkileşimi hangi ilkel bağlamdan soyutlayıp, medeni hale getirebiliyoruz? (romantizm, modern olmanın gereksinimleri gibi sebepler sunulabilir)

    sorgulamalar kısım kısım ve tek parça halinde direkt altı çizili bir ilkel insan üzerinden yorumlama bu yüzden hata da verebiliyor. acı çekmemiş bir insan olabilir mi? iskandinav ülkelerine karşı (batı toplumu diyelim) yaklaşımlarımızdaki negatif olumlama yüzünden kendi içimizde örnek alışlarımız da ya da uyum paketlerimiz de hatalı oluyor. örneğin bir alman, almanya’da çalışmayan bir türk için şöyle söylemişti:’ sanat üzerine yoğunlaşmalı. bir yeteneği var. kursları takip etmeli ve bu konuda yoğunlaşmalı. fakat görüyorum ki, o bu konuda bile isteksiz. kendi gelişimini kendi engelliyor. onun için mesele hangi ülkede yaşadığı değil, kendini bir türlü var oluşuna etki edebilecek yetilerine verememesi.’ yakın çevremizde de evde çalışıp, az da olsa aile bütçesine para kazandıran kadınlar vardır. illa okuyup, bir kurum ya da şirkette çalışması değil, bu insanın emeğini yansıtması, varlığının bilincine emeğine saygı duyarak yaklaşması kadar normal bir şey var mı?

    mesele dönüp dolaşıp yine dilenci figürüne geliyor ve bu benim canımı haliyle de sıkıyor. hatta filmi izleyenlerin sadece ilkel insan gösterimini öne çıkarması da can sıkıcı olmaya başlıyor. bütün olarak filmin karelerini düşününce, sonradan dağılacağı aşikâr sorgulamalar yapabiliriz. yönetmenin söylemi kendi muhitinde ayrı parantezler açabilir fakat bizim için asıl mevzu kendi coğrafyamızın özütünü ortaya çıkarıp, buna göre değerlendirme yapmak daha iyi geliyor. modern topluma çıkmaz olarak mı yoksa ciddi bir disiplin teşebbüsü ayrımında yaklaşımımız biraz da bireyin toplum olduğu idesiyle daha rahat çözümlenebilir bir soru gibi duruyor. foucault’un eşitsizliğin kökenine yaklaşımında doğal ortam değil, insanların oluşturduğu toplum oluyor. bu toplum ne kadar modern olarak da dursa, spinoza’daki avam halinden uzaklaşması pek güç. böyle bir şey olur mu? adı üstünde modern ve bazı aptallıkları aşmış insanlardan bahsediyoruz da diyebiliriz ama ne kadar modern olsa da, insan topluluğa erişince kendini konumunu ve topluluğu korumak için de ilkel olandan da pek uzak durmayan, gerektiğinde içselleştirdiği insan haklarına saygısız bir tutumu da tercih etme paradoksunu yaşayabiliyor. ( filmdeki cüzdan ve telefon gaspı sonrası yaşananlar bir nevi bizim üstinsanımızın ilkel duygularını, açlığını ortaya çıkarıyor. kendinden güçlü bir canlı karşısında duyumsadığı korku buna örnek olabilir ama paradoksun kallavi kısmı utanç bölümünde, pişmanlığın modern olarak ele alınışı ve bize cioranvari can sıkıntıları olarak geri gelmesi)

    kare güvenli bir yer midir? christian kızlarına kareyi göstermeden önce bir soru soruyor: ‘insanlara güveniyor musunuz?’ sonraki karede kareye kızların cep telefonlarını bıraktığını görüyoruz. christian’nın savunmaya çalıştığı kare modern topluma ait dinamiklerin devamlı kılınması ise, burada elit bir yaklaşımın absürtlüğü karşısında; evet, saçmalık bu filmin devamı diye kanaatimiz oluşuyor. ancak kareyi kare yapan, patlayan bir sarı saçlı küçük kız çocuğu. bu aslında christian’a sorular soran gazetecileri de rahatsız etmiş gözükmüyor. sorun karenin gerçekliğiyle alakalı. bir gün gerçekten o güvenilir dediğimiz mekânda bizim çocuklarımız da ölebilir mi? müslümanlar ve yahudiler bizim için sıkıntı oluşturur mu? (kare reklamında arapça ve ibranice yazılara dayanarak bu soruyu sormaları mümkün hale geliyor)

    sonuç olarak filmden örnekle bir yere varmak istiyorum. çocuğun kendisinden yüz yüze özür dilemek için kızlarıyla beraber binaya girişinde asıl güvenilir kareyi (şekil olarak kare olmasını 4x4 ve mükemmel sıfatına daha haiz anlamında) insanın varlığında, yürüyen, gören, duyan, yorumlayabilen varlığında erişebilmesini mümkün hale geliyor. bizim için bir devlet, bir cadde, lüks, korunaklı bir yerde yaşamak veya çalışmak kare değildir; asıl kare bir bireyi toplum kılabilecek akıl ve vicdan bütünlüğünde. yalnız şekil olarak karenin keskin hatlarının olması yine de bu insan içindeki bütünlüğü sınırlıyor. mükemmelliğin esnekliğe dayanabilmesi bu yüzden güçtür ve insan akıl-vicdan bütünlüğüne rağmen sıfata ilişkin rollerinde esneklik payı haliyle az olacaktır. (müze önüne kareyi yapan sanatçı değil, bir işçidir. bu işçi hatları keskin haliyle yine başka bir kare olan devleti de simgeliyor. her haliyle mükemmel keskin köşesi olan –bir sınırı olan- kare sınırlı sayıda bileşenlere dayanabilir.)
  • "sizi gidi sanat sevicileri!"
    hayli ilginç bir film... modern dünya bazen ikiyüzlülüğünü sanat aracılığıyla ortaya koyuyor. her şey zaten ses getirmek için yapılıyor günümüzde di mi?
  • modern insan eleştirisi yapmak demek, daha doğrusu eleştiri yapmak demek, eleştirilen konunun kesinlikle yanlışları olduğunu, düzeltilmesi gerektiğini, alternatiflere ihtiyaç duyulduğunu belirtmek anlamına gelmez. bu film de bunu yapıyor, modern insanın sanat anlayışını, medyasını, ilişkilerini her yönüyle ele alıp açıklıyor, anlaşılmasını sağlıyor. zaten filmi belirli bir vizyon ve düşünme gücüne sahip insanlar izleyip anlayabildiği için (böyle demekten de nefret ediyorum. çok cüretkar bir tanım. ama ne'apiym) ülkemizdeki baaazı kesimlerce "bu neydi şimdi?" diye tepki verilmesi çok normal. güzel izleyiniz, anlamaya çalışınız.

    ben filmi beğendim. birçok sahnede "aa aynı ben yia" geveze durumlarına düştüm. çoğu sahnede evet, olaylar çok gerçek, bizim hayatımız da böyle diye geçirdim aklımdan(tabii ki müze küratörü değilim kardeşim evet, sen sormadan söyleyeyim ben. bi de tesla'm yok, keşke olsa). başrol herif de uzak akrabam gibi görünüyor. burada yazılanların aksine filmde hiç gülmedim, hatta neredeyse gülümsemedim. açıkçası, çoğu sahne beni korkuttu. özellikle muhabir abla aşırı rahatsız etti. tilt oldum, ayar oldum, tutuldum, uyuz oldum kadına birader.. sonra duygusuz külçeler, parti, nöropsikolojik ataklar, başka'yı memnun etmek zorunluluğu(sartre değil), bir yabancının evinde olmanın korkusu, tek gecelik ilişki güvensizliği vesaire. hep huzursuzluğu çağrıştırıyordu sahneler, doğrusu benim için öyleydi, sizi bilmem.

    altını çizdiğim yerler

    --- spoiler ---

    pazarlama tanıtım sahneleri günümüzün hızlı tüketim, peşin hüküm ve toplu linç düsturunu güzel özetliyor.

    "buna kimse itiraz etmez öyleyse gazeteci olarak ben neden umursayayım?"

    konuşma provasının olduğu sahne muazzamdı.

    kadının evine geldiğinde evde maymun ile karşılaşması. bu sahne halüsinasyon olarak da düşünülebilirdi. fakat maymunu oynayan performans sanatçısı gelmeden önce anonsta belirtildiği gibi sessiz ve sakin kaldı, evdeki maymunun bununla bağlantılı olduğunu düşünüyorum.

    kadının "içime girdin, duygusal bağ kurmak zorundasın" ve erkeğin "sana sahip olduğum için kendimle gurur duyuyorum" replikleri yine günümüzü özetler nitelikte. kısacası kadın çıkarları için, erkek ise gücünü ölçmek, üstünlüğü göstermek ve bunu "başarı" saymak için seks yapıyor, gibi.

    sosyal medya linci ardından siyahi çalışan: "en azından insanlar hakkında konuşuyor"

    vahşi hayvan performansı sırasında bir sanatçının kendini beğenmiş tavırları, başka bir sanat dalına, sanatçıya karşı tutumu, ciddiye almaması ve finalinde madara oluşu muazzamdı.. benle dalga geçilemez deyip tsunamiye maruz kalmak adeta.
    --- spoiler ---
  • son zamanlarda izlediğim en güzel, tadı insanın damağında kalan filmlerden bir tanesidir. öncelike bu filmi izlemek için fular takmanıza gerek olduğunu düşünmüyorum. çünkü film kendi olduğu haliyle yeterince doyurucu ve akıcı. bunun yanı sıra alt anlamları aramaya başladığımızda bu kez büyük bir ziyafetin ortasına düşmüş oluveriyoruz.

    ***

    spoil edicem buraları.

    ****

    filmi aslında 5 ana başlıkta incelemek istiyorum. brace yourselves bros, it's gonna be a looonngg, looonngg entry.

    ilk başlık: güven / güvensizlik. bu zaten filmin başından sonuna kadar gözümüze sokulan en önemli konu. ilk sahneden son sahneye kadar insanların güven ve güvensizlik arasında nasıl bir sarkaç görevi gördüğünü görüyoruz. bir plazanın ortasında yardım isteyen ve hatta dilenen insanların tamamen göz ardı edilmesi, "beni öldürecekler" diye bağıran bir kadını koruduğunu hissettikten sonra ve bir başkasına o anda güven duyduktan yaklaşık 1 dakika sonra soyulmuş olduğunu anlayıp güvenin yeniden güvensizliğe dönüşmesi, christian'ın çalışanına güvenerek tehdit mektuplarını hazırlamaları, sonra çalışanının "ben yaparım" demesine rağmen bu işi yapmaktan vazgeçmesi ve hatta christian elinde tehdit mektupları ile binaya doğru giderken tekrar güveninin kırıldığını hissetmesi ve ardından arabaya dönüp "sana güvenebilir miyim gerçekten? patronun olarak soruyorum, bu işi anlayabilirim belki ama gerçekten sana bir çalışan olarak güvenebilir miyim?" diye sorması.

    filmin pek çok noktasında güven ve güvensizlik vurgusu yapılıyor, göz önüne getiriliyor, hatta ve hatta gözümüze sokuluyor. çünkü burada temel bir problemden bahseder hale geliyoruz, sosyolojik bir noktaya erişiyoruz.

    insanın bireyselleşmesi ve kendi merkezinin dışındaki herhangi bir şeye inanma, güvenme ve yakınlaşma problemleri yaşaması. günümüzde (bu tarzda kelimeleri kullanmayı sevmesem de) toplum olarak hareket etme arzumuz ve isteğimiz son derece geride kalıyor. şu anda elimizde olan en önemli şey aslında biz ve bizim söylediklerimiz. bu nedenle sosyal medyaya da bu kadar ait hissediyoruz. çünkü bunları biz söylüyoruz, bunları bazen bir rumuz ardından bazen de kendi adımızla söylüyoruz ancak diğerlerini dinlememe, engelleme gibi bir hakka sahibiz. aynı zamanda bizi birlikte çalışmamıza yatkın hale getirecek işlerden uzaklaşıyoruz. daha fazla kazanabilmek ve kazandığımızı daha rahat harcayabilmek için tek odağımızın bilgisayar olduğu işler yapıyor, kendi adımızı ve namımızı artırabilmek için elimizden geleni yapıyoruz. bunun aslında bir sunuma girmeden önce başkasına sunumdan bahsetmeme hareketi ile bir farkı yok. ya da sınav öncesinde en önemli ders notlarını kendine saklamaktan. çünkü aradaki rekabet ve daha iyi olma hissi bizi tekil olmaya yönlendirmekten başka hiçbir şey yapamaz hale getiriyor.

    sonrasında ise kocaman kalabalık alanlarda yardım isteyenleri dahi görmezden geliyor hale geliyoruz. tabii ki bu yalnızca kişisel seviyede bir hareket de değil. aynı zamanda toplumsal ve hatta politik noktada bir hareket. devletin sosyal devlet olması gerektiği, o sınırlar içinde barınan herkesin en azından yaşam hakkına saygılı olunmasını istediğimiz için bu konuda bir aksiyon almayı da yine devletlere bırakıyoruz.

    örneğin mülteciler de bizim kişisel olarak dokunabileceğimiz bir konu değilmiş gibi hissediyoruz. (kendi ülkemizden örnek verirsek daha iyi olur) mülteciler için herhangi bir şey yapmıyor ve onların bir anda kendi ülkelerine dönmelerini bekliyoruz. bunu devlete bırakıyor, devletin kendi politikalarından dolayı böyle olduğunu düşünerek yine onlarda kalması gerektiğini düşünüyoruz. ancak şu detayı atlıyoruz:

    selçuk şirin'in tedx konuşmasını hala izlemeyenler için, türkiye ve mülteci çocuk problemi

    https://youtu.be/sasc0zifetu?t=263

    hal böyle olunca tekrar bireysellik alanına dönüyoruz ve yardım etmekten uzaklaşıyoruz. çünkü yardım ettiğimizde bu sınırları yerle yeksan edecek güvensizliği de bulabileceğimizi biliyoruz.

    ikinci başlık: korku. filmin genelinde büyük bir korku hakim. tabii ki bu bir korku filminde gördüğümüz ve hissettiğimiz korku değil. tüm karakterlerin üzerinde var olan bir korku mevcut. farklı kaynaklardan sebep olsa da korku gerçekten baskın bir his.

    örneğin christian'ın röportaj verdiği ilk sahnede anlamadığı bir soru olmasına rağmen cevaplaması onun "var olan gücünü kaybedebileceği korkusu"nu öne çıkarıyor ve aptalca da olsa bir cevap veriyor. sonrasında plazanın ortasında yardım için bağıran kadını koruyan adamın (korkarak ve zorla) christian'ı da işin içine dahil etmesi bu kez güç(statü olarak) noktasında değil fiziksel güçsüzlüğe ve korkuya dönüşüyor. daha sonra adamla konuştuğunda korkudan kalbinin küt küt attığını görüyoruz. yalnızca christian değil bu korkunun içinde karmakarışık hale gelen. anne'in ilişkilerden beklentileri ve kaybetme korkusu var örneğin. oleg'in sahnesinde ise herkesin artık gerçekten en basit deyişle ilkel bir korkunun içinde gezindiğini görüyoruz. ya da küçük çocuk christian'ın çalışanını 7eleven'ın ortasında rezil ettiğinde bağıra çağıra "hakkını arayan birisinden duyulan korku"yu da görmüş oluyor. kendisi hırsızlıkla suçlandığı ve adalet aradığı için korkuyor. christian'ın daha sonrasında çocuk için özür dilemek adına hazırladığı videoda kendisi de itirafta bulunuyor: korkmuştum, sizin gibi insanların oturduğu binaya girmekten korkmuştum. diye. evet, korkuyor. çünkü toplumsal problemlerden bahseden bir elitken bir anda o toplumsal problemlerin göbeğinde yer alabileceğini görmek, o insanların gerçekte neler yaşadığını görebilecek olmak her şeyi alt üst ediyor.

    yeni bir paragraf başlayayım. zaten nasıl olsa kimse buraya kadar okumamıştır. :d ben de rahat rahat devam edeyim. genel olarak bakacaksak herkesin korkusunun temelini comfort zone oluşturuyor. christian kendi cemiyeti içinde, kendi balonunda çok mutlu. dilediği şekilde yaşıyor ve üstten bakarak toplumun her seviyesinde büyük bir problem olduğunu söylüyor. galeride çalışan diğer herkes de aynı şekilde bu balonun içinde kendine yer edinmiş durumda. her ne kadar kendi kesimlerinin de "yemek peşinden koşan, statü ve hatta kafatasçı" insanlar olduklarını düşünseler de bunları dile getirebilecek noktada değiller. hatta ve hatta savundukları ifade özgürlüğü konusu bu kadar çok kolay darbe yiyebiliyor ve onu dahi savunamayacak hale geliyorken.

    üçüncü başlık: güvenli alan. bir üstte bahsetmiştim konfor alanı ile ilgili ancak bu noktada daha temel bir konuyu işlemek istiyorum. filmde güvenli alanınıza giriş yapılmadığı sürece hareket etmediğiniz bir dünya mevcut. ancak güvenli alanınıza girilirse içinizdeki en primitif duyguların sırasıyla yüze çıkabileceğini görüyoruz. ilk olarak bu alanı terk eden kişi tabii ki christian oluyor. tehdit mektupları yazmaya tamam dedikten sonra o binaya girerek güvenli alanını terk etmiş oluyor. sonrasında anne'in christian ile yatışıyla kendi güvenli alanınından çıkışını görüyoruz. son olarak ise en büyük darbe oleg'in gösterisinde gerçekleşiyor. daha öncesinde eğer hareket etmezlerse bir vahşi tarafından avlanmayacağını bilen insanların duyduğu güven oleg'in büyük hareketleri ile darbelenince onlar da artık güvenli alanda olmadıklarını hissediyorlar. her ne kadar yine en başındaki güvensizlik ve yardım etmeme durumuna cuk oturan bir sahne olsa da kadının saçlarından çekip götürürken en sonunda birisinin atlaması, ardından tüm salonun oleg'in üzerine yüklenmesi ve o güvenli alandan çıkmış olmalarının cezasını oleg'i öldürerek ödetmeleri. yavaş yavaş yükselen bir primitive var burada. önce tehdit edebiliyorsunuz o alandan çıkmak zorunda kaldığınızda, sonrasında ise öldürebilecek noktaya geliyorsunuz.

    dördüncü başlık: yansıma. ayna etkisi. filmin genelinde bir yansıma, ayna etkisi mevcut aslında. özellikle christian'ı aynalarla görüyor, aynalara konuşmalar yaparken izliyoruz. burada sadece christian değil yansıyan. genel olarak toplumun christian ve diğer karakterler üzerindeki yansımalarını izlemiş oluyoruz. temelde birbiri ile örtüşen en büyük yansıma ise oleg. oleg aslında tabii ki tahmin edebileceğiniz gibi bizim id'imiz. oldukça "hayvani". o kadar hayvani ki onu görmeye katlanamayacağımız, istekleri karşısında bastırmak için öldürmek zorunda kalabileceğimiz seviyede.

    beşinci ve son başlık: pazarlama. filmdeki en büyük sorunlardan bir tanesini yaratan, tüm anlatılan her şeye ve verilen tüm vaazlara karşılık pazarlamanın gücünü görüyoruz. hem duyguları sömürmek ve onlar üzerinden bir şeyler elde etmek için yapılan hem de aynı zamanda var olan arketipleri ve politik doğruculuğu göstererek etliye sütlüye dokunmadan gelir peşinde koşmanın hayat bulmuş hali. pazarlama ajansının illa ki güçlü bir duygu üstünde durmak isteyişi, ilk 20 saniyede kullanıcıları çekmenin ne kadar önemli olduğunun üzerinde duruşu, klasik bir dilenci çocuk kullanmak yerine bir isveç çocuğu kullanma tercihinin detayları, karenin içinde contra bir şeyler yaparak bomba ile kızı patlatması ve ardından gelen üç yazının ibranice, arapça ve ingilizce olması çok daha büyük bir şeye işaret ediyor. bulundukları ülkeden diğer ülkelerin nasıl göründüğü, politikanın nasıl pazarlamayı da şekillendirdiği ve hatta popüler bir şeye imza atabilmek adına güncel acılardan nasıl yararlanılabileceği noktasına kadar her şeyi görmüş oluyoruz.

    yine aynı şekilde christian'ın yaptığı basın açıklamasında "ifade özgürlüğü nerede kaldı?" diye soran gazeteciye karşı christian'ın herhangi bir şey söylememesi ancak daha öncesinde müzede "bizim müzemiz büyük işlere bold işlere imza atabilmeli, farklı ve güçlü durabilmeli" demesi. bir pazarlama felaketine döndüğünde çıkıp daha öncesinde savunduğu (çok savunduğuna inanmamıştım orada, kendini kurtarmak için yapmıştı anlık refleksle) herhangi bir şeyi savunamayacak ve hatta kötülecek hale gelmesi.

    nedir sınır? ifade özgürlüğünün sınırı nedir?

    bu arada yapılan videonun aslında daha önce yapılmış sosyal deneylerden çok büyük bir farkı yok tek farkı karenin içinde kızın patlaması. peki bu gerekli miydi? istenilen ilgiyi yaratmak için belki olabilir, yeterince bütünleyici mi? değil. tabii sonundaki ibranice ve arapça yazıları gördüğümüzde beklenebilir bir durum olduğunu da görüyoruz.

    ******

    sonuç olarak oturup daha çok uzun yazabileceğiniz, çok fazla konuşabileceğiniz film.

    karenin konumlandırması ile ilgili çok net bir şey yoktu diyenler için şunu söyleyebilirim, kare aslında filmin tamamında gördüğümüz, sorumluluk almak istemeyen ve hatta güveniyorum deyip güvenmeyen insanlar için hazırlanmış, hiçbir zaman dolmayacak bir alan. eğer büyük bir değişiklik olmazsa kare bir ütopya olarak kalmaya devam edecek çünkü o alana girdiğinizde artık eski siz olamazsınız. artık yoldan geçerken yardım etmediğiniz insan olamazsınız. o karedeyken oleg'i de sevmeli, onu öldürmemelisiniz.

    -----------

    bir de şunu ekleyip kapatıyorum: kare, bir bireyin içine girişiyle değil, toplumun içine girişiyle değişim sağlayabilecek soyut bir seviyedir.
  • izledikten sonra filmi araştırırken janr olarak komediyi görünce şoka girdiğim, milletin güldüğü sahnelerden funny gamesesintileri alıp gerile gerile izlediğim film. filmi araştırıp izlesem büyük ihtimalle böyle olmazdı ama böyle çok daha tatlı oldu gibi hissediyorum.

    --- spoiler ---

    funny games'te malum kötü adamlar her türlü saçmalığı yaparken, iyi adamlar zibilyon tane ayrı noktada müdahale edip büyük olasılıkla kötüleri durdurabilecekken pasif kalırlar. başta çok önemli gözükmeyen meselelere seslerini çıkarmazlar, daha sonra iş gittikçe ciddileşir ama küçük burjuva karakterlerimiz korkağın önde gidenine dönüşmüş olduklarından hiçbir şeye tepki veremezler ve seyirci ekran başında çıldırır.

    burada da ben filmi araştırmadan izlemeye başlayıp kareyi falan görünce dedim film gerilim filmi. film de beni yeterince besledi, özellikle garip oğlu garip irrite edici diyalogları ile. önce zenci elemanın az önce söylediklerini kati bir kesinlikle reddetmesi, sonra christian'ın sürekli yaklaşan kameraya yakalanmadan tehdit mektuplarını bırakması falan sürekli bir şeyler olacakmış gibi hissettirdi. sonra peggy'nin*kondom muhabbeti, sonra esas oğlanın yanına gelip taciz etmesi. hırsızlıkla suçlanan küçük çocuk ise zirve noktası zaten. zenci elemanla konuştuğu sahnede bir nebze haklı olmasına rağmen iticilikte zirve yaptığı için çıldırdım ama eleman hiçbir şey yapmadan medenice kendini açıklamaya çalıştı, bana kalsa çocuğu hafifçe kenara itip 10 dakika önce ayrılmıştım mekandan. çocuğun christian'la diyalogları da ecnebi tabiriyle cringe'di, ama sonunda yardım diye bağırırken, kimsenin cevap vermemesi de çocuğun numara yapıyor olma ihtimaline rağmen iç acıttı, zira gerçekten acı çeken, yardıma ihtiyacı olan bir çocuk olması halinde dahi kimse apartmanından çıkıp yardım etmeyecekti.

    filmin ana teması da bu zaten, insanların sözde medenileşme adı altında duyarsızlaşması ve korkaklaşması. funny games ile bu kadar benzeştirmemin sebebi de bu zaten düşününce. orada çok daha sert olarak yapılan modern insan eleştirisi burada daha yumuşak ama aynı oranda etkili olarak yapılıyor. kızın biri beni öldürecekler diye bağırdığında christian ve büyük ihtimalle soyguncunun işbirlikçisi dışında kimse iplemiyor. genç bir kızın yardım çağrısını herkes kendi başını derde sokmamak için görmezden geliyor, bunu vicdanına yedirebiliyor. işin kötüsü haklı da çıkıyorlar. çünkü neyin sahici neyin sazan avı olduğu da belli değil. filmde sürekli tekrarlayan dilenciler mesela. insanları enayi yerine koyup aslında senden benden çok para kazanan dilenci hikayesi o kadar yaygın ki artık kimse sahiden ihtiyacı olan dilenciye de yardım etmeyi düşünmüyor. o yüzden insanlar gerek dilencilere olsun gerek diğer insanlara olsun yardım etmede tereddüt yaşıyorlar.

    bu kötü örneklerin etkisi yadsınamaz olmasına rağmen burada toplumu tamamen aklamak da mümkün değil. toplumda kesinlikle eskiye kıyasen bir inaktiflik, korkaklık var. tam olarak kaynağını bilemiyorum. belki modern yaşam, belki kapitalizmin hayatlarımızın merkezine girmesi sonucu artan bireycilik, bencillik belki de bambaşka bir sebep. ve bu sebepten dolayı insanlar diğerlerine yardım etmeyi kağıt üzerinde kesinlikle kabul etseler de pratikte uygulamıyorlar. christian sayısı kez insanlardan yardım istediğinde bir kere bile yardım eden çıkmıyor. sokakta rastgele bir adama yardımı geç, kendilerini dahi savunmuyorlar. oleg'in taciz ettiği adam oleg'e bir tane yapıştırmaktansa kaçıp gitmeyi tercih ediyor. diğer insanlarla konuşmalarında sivrilmekten ölesiye korkuyorlar. bir kadın tecavüze uğrarken bile bir kişi sonunda korkaklığını yenip zincir reaksiyonu başlatana kadar kimse yardım etmeye yeltenmiyor.

    bunun en güzel anlatan olay da filmin başında gerçekleşiyor. karenin tanımını reklamcılar beğenmiyor. çünkü kare içinde insanların birbirine güvenmesi, birbirine yardım etmesi gereken bir simge. yeterince ilginç bulmuyorlar zira bu zaten herkesin kabul ettiği bir şey. kimse diğer insanlara güvenmeye, onlara yardım etmeye karşı çıkmaz. bunların doğru olduğu evrensel bir konsensusla kabul edilmiş. ama gerek filmde görüldüğü gerek kendi hayatlarımızda şahit olduğumuz üzere bundan büyük bir yalan yok, insanlığın çok üzücü bir döneminde yaşıyoruz.
    --- spoiler ---
  • modern dünya eleştirisinin kara mizahla taçlandırıldığı, rahatsız etmeyen nefis bir yapımdır. hemen her şeyi didik didik incelenebilir, tartışılabilir tabii, belki bir süre sonra buna dair edit'lerim giri'yi; ama ben de yemek sahnesindeki ''maymun''a gönül verenlerdenim. hani, bir kısa film çekseniz ve bu filmden yalnızca bu sahneyi alıp koysanız başı başına bir başyapıt çıkarmış olursunuz ortaya.

    sanatın kendi içinde yozlaşması, sanatçının bu süreci ne denli beslediği ve sorumluluk listesinde hemen hemen en başlarda bulunduğu, modern insana göre ilkel insanın/yaşamın temel gereksinimleri, hak-hukuk-ceza sistemi ve buna dair getirilen eleştiriler, yapılanın/ilkel insan isyanının, başka bir deyişle temel itirazının aslında bir ''gösteri''ymiş ve ''biraz sonra bitecekmiş'' gibi gösterilmeye ve de alkışlatılmaya çalışılmasının; başlı başına bir ''başyapıt'' konusu olduğunu düşünüyorum.

    beni rahatsız eden küçük/asi çocuğun hesap sorma süreci oldu. fazla uzamış, fazla göze sokulmuş gibi hissettirdi.

    aşçının ''sessiz olun lan'' çıkışı bile, çağdaş yaşamın, bu yaşamın içerisinde rolünü iyi oynayan modern insanın umursamazlığı ve fırsatçılığına dair bir esaslı bir çığlık olduğunu düşünüyorum. bu bağlamda küratörün, mevcut kitleye: ''şu mikrofonu aradan çıkaralım, daha samimi olalım'' teklifi her ne kadar ''sıcak'' gelse de, kendinizi aşçının sert çıkışına ait hissediyorsunuz. bu da, aslında modern insan rolü'ne dair itirazlarımızın olduğunu anlatıyor.

    izlerken kendime sormadan duramadığım sorulardan birisi de şu oldu: bir küratör istifasını açıklayacağı bir basın toplantısı düzenliyor. ve salon tıklım tıklım, ona sorular sormak için can atan gazetecilerle dolu. bu sahneyi ülkemizde birkaç noktada görebiliriz ancak: bir politikacının basın açıklaması veya büyük bir sporcu transferi. olmadı, büyük; bir küratörün istifasından çok daha mühim sansasyonel bir vaka. kabul etsek de etmesek de sanat, sanatçı, sanat yapımcıları, bu işi icra edenler dünyada nefis bir saygınlığa sahip. bu bizim ülkemiz düşünüldüğünde devasa bir ütopya. ama ''keşke bizde de böyle olsa'' demeden edemiyor insan.

    güzel filmdi. peggy olson'ı yeniden görmek de güzeldi.

    -ja.

    8.2/10
  • harika bir modern toplum eleştirisi.
    o kadar çok metafor, tespit, kara mizah var ki ve film o kadar uzun ki mutlaka birşeyler gözden kaçmıştır.
    sakin kafaya izlenilmesi gereken bir film.
    diyaloglar çok iyi ve gerçekçi.
    mikrofonsuz konuşan konuk/gazeteci gibi bazı detaylar muazzam.
    filmi onun persfektifinden izlediğimiz christian tam bir eğitimli modern zamanlar profili.
    ayrıca ben christian'ı oynayan aktörü erkan petekkaya'ya benzettim. bu sayede zaten komik olan sevişme sahnesi daha da komik oldu*.
    oleg'in yemek salonundaki performansı ise gerilimli idi ama mesajı çok iyi verdi.
    velhasıl izlenmesi gereken bir film.
  • sanatın ve sanat eserinin estetiği üzerine oluşturulan 21. yy. teorilerinin çoğu mekan ile ilişkilendirilir.

    nesne nerede durursa sanat eseri olur ya da bu tamamen bizim algımızla ilgili

    şu örnekte olduğu gibi ya da şu örnekte

    bu olay da başka bir örnek

    21. yy. eser, mekan, sanatsever arasındaki bu ilişki çözülmeye ve alternatif cevaplar/sorular bulunmaya çalışılıyor. film biraz da bunu anlatıyor bence.
  • bu filmi anlayacak kadar isveçli olmadığımı anladım.
  • isvec filmi..
    ruben östlund
    modern kent hayatında ara ara fark ettiğimiz sınırlar içinde yaşıyoruz. en çok kullanılan örneklerden, tarlabası - istiklal - cihangir yerleşimleri, paralel yaşamlar farklı hayatlar içeriyor.. dikine 3 bölgeyi de 15 dakikada görebilirsin.. bu tuhaf sınırlar içinde bizi buluşturan tek yer 'square' meydanlar. bir cihangirli ister istemez taksim meydanında hepsiyle karsılasabiliyor. bu durum sadece turkiye'nin değil tüm ulus devlet olmaya çalısanların sorunu.. filmde de bu durumu dert edinmis fakat kendisiyle oldukca celisen bir adamın hikayesini izliyoruz. tabi filmdeki sanat eserinin sahibini hic gormuyoruz ama onu yorumlayan insanların 'tüketicilerin' göstermelik duyarlılıgıyla karşılasıyoruz.
    filmin kısa filmlerden oluştuğunu düsünen arkadaşları görünce biraz sasırdım doğrusu.. evet filmin ortasındaki performans sanatçısı sahnesi filmin genel yapısından uzakta fakat 'beyaz insan'ın ' diğer sınıflara bakısı da ne yazık ki böyle değil mi ?
    cannes'da böyle rahatsız edici bir filmin gösterilmesi hatta ödüllendirilmesi de oldukça olumlu bir gelişme.
    ayrıca yapısal açıdan da film oldukça doyurucu. justicein genesis şarkısı film içinde çok başarılı kullanılmış. her sahne filmin derdine hizmet ediyor.. oyunculuklar (özellikle varoşta yaşayan çocuk) çok başarılı. tahminimce 50 yıl sonra bu dönemleri en güzel anlatan filmlerden biri olarak tarihe geçecek.
hesabın var mı? giriş yap