• en iyi film listelerinin havalarda ucustugu yilin bu son gununde bu filmi 2017'nin "en iyi"eri arasında saymayan hicbir liste bizden değildir öncelikle!

    bağımlı kişilikler ve bağımlı ilişkiler üzerine oldukça sağlam bir altyapısi olan ve bu altyapiyi ince dusunulmus diyaloglarla ve olay örgüsüyle sağlamlaştirmis bir calisma. bir aşkın bağımlı bir ilişkiye evrilip tarafları nasıl tükettiginin hatta yok ettiginin gayet vurucu anlatımı. bu filmi izlemeden yılı bitirmeyin tüm sinemasever dostlara şiddetle tavsiyemdir.
  • psikolojik altyapısı olan bir film. oldukça güzel tahliller yapmakla kalmamış bunları seyircinin gözüne sokmak yerine, seyircinin çıkarım yapmasına açık kapı bırakmış. ilişkiler ve kişilikler üzerine düşünmeyi sevenler için biçilmiş kaftan.

    “ kimi seviyorsan sen o’sun” mottosu üzerine kurulmuş.
  • sinemayla psikolojinin ne kadar iç içe olduğunu bize gösteriyor.

    --- spoiler ---

    toma'nın ana'ya zor zamanlarındaki yoldaşlığı öyle güzel ki...ama ana kendini toparlamaya başladıktan sonra yaptıkları da aynı ölçüde çirkin. toma'nın ana'ya sürekli "senin için hayatımdan vazgeçtim", "senin için her şeyi yaptım" vs gibi sözler sarf edip, o ilk tanıdığımız hayat dolu, fedakar toma'dan uzaklaşması, netzer'in ilişkiler üzerine harika bir analizi olmuş. ana yaşadığı sorunları toma'ya bağlamamışken, ona gerçekten muhtaç hissediyorken; toma, kendi yıpranmışlığından kurtulmaya çabalamak yerine kolayı seçip ana'yı suçlamayı tercih ediyor. toma'nın yaşamının kolay olduğunu iddia edemeyiz elbette ama ana'dan destek istemesi, onu suçlamaktan çok daha iyi olmaz mıydı?

    --- spoiler ---

    film insanın, üstelik aynı insanın iki yüzünü ortaya koyuyor. sevgi, fedakarlık, emek karşılıksız verildiğinde hayat güzelleşiyor. aksi yapıldığında, duygular her ne kadar olumlu gözükse de, karşımızdaki kişiyi bir hücreye koymaktan farkı kalmıyor.
  • bazı sahneler acaba aşırı mıydı diye düşündürse de genel itibariyle anlatımı ve kurgusu güzel bir filmdi. her şey aslında insanın bencilliği ile mi alakalı sorusuyla baş başa kaldım izlerken.

    birine aşık olmak, onun için fedakarlıklar yapmak, hayatının en zor anlarında yanında olmak gibi şeyler karşıdaki kişinin gözünden kendimizi sevmeyi getirmiyor mu aslında? yani bütün bunları yaparken içimizden "ne kadar da iyiyim, bunca şey yapan biri sonsuz sevilmeli" gibi bir şey geçirmiyor muyuz? daha sonra aşk bitse de bu hissin bağımlısı olarak o kişiye bağlı hissetmiyor muyuz? ve daha bir sürü soru işareti.

    son olarak günah çıkartma sahnesinde rahibin unutulmaz repliği;

    "bir eş seçmek doktora tezi yazmaktan daha zordur."
  • ana'nın bir farkındalık anına denk getirildiğini düşündüğüm etnik sıkıntılı bir melodi var filmde. tabii karakterimiz yaşadığını düşündüğüm çözülme anını nasıl deneyimledi ya da deneyimleyebildi mi soru işareti olarak kalıyor. olsun olsun, mükemmel bir noktada bırakmış yönetmen. çözülmeden de olur. düğüm çözerken tırnak kırmak da sürece dahildir.

    ana'nın göğsünde uyuyan toma'nın rüyalarına eşlik eden melodiyi ana söylüyor ilkin. daha sonra filmin sonunda da surorile osoianu'nun orijinal kaydını duyuyoruz. dinlemek için: trece-un nouras pe sus

    filmin en çok, gerçek sorgulamalarla rüyaların peşi sıra geldiği sekanslarını çok başarılı buldum. yıllar süren psikanaliz seanslarının çözülme aşamasını bizlere sunmuş gibi.
  • "kabul edelim alvy, ilişkimiz yürümüyor!"
    "biliyorum, ilişkiler köpek balığı gibidir, sürekli ilerlemek zorundadır yoksa ölür. ve sanırım elimizde ölü bir köpek balığı var."

    yukarıdaki diyalog woody allen klasiği olan annie hall'de geçer. ilk başlarda özgüveni yerlerde sürünen annie'nin, süreç içinde alvy sayesinde güçlenerek kendini aşması ve yeni limanlara yelken açma arzusuna kapılması ilişkiyi zehirleyen bir etki yapar. ilişkide taraflardan biri sürekli gözetilmesi, desteklenmesi gereken konumda iken diğeri daima fedakarlık yapmak zorundadır. bu da gözetileni güçlendirirken fedakarlık yapanı tüketir. haliyle kaçınılmaz olarak ilişki ölü bir köpek balığına dönüşür.

    romanya yeni dalgasının önemli isimlerinden calin peter netzer'in 2017'de çektiği ana, mon amourda da benzer bir yıpratıcı, ömür törpüsü bir ilişki ele alınıyor. boğucu bir ilişkiyi psikolojik boyutlarıyla irdeleyen iki saatin sonunda filmden, ilişkinin içindeki insanlar kadar yıpranıp bunalarak çıkıyoruz.

    film, üniversitede edebiyat okuyan iki gencin yurt odasında friedrich nietzsche üzerine keyifli keyifli sohbet edip flört ettikleri sahne ile açılır. sohbet önce kızın panik atak geçirmesi ve ardından ateşli bir sevişme ile sonuçlanır.
    ana ile toma arasındaki tutkulu aşk öyküsünü on yıllık bir sürece yayarak anlatan yönetmen, geçmişle şimdiki anı iç içe geçirerek sunmayı tercih etmiş. karmaşık bir kurguyla sunulan hikayede, ikilinin hangi zamanda ve ilişkinin hangi aşamasında olduklarını ancak saçlarından ayırt edebiliyoruz.

    **spoiler**
    gençlerin ikisinin de ailelerinin sorunlu olması, tanışmak için gittikleri ailelerden her ikisinde de kovularak ayrılmaları gençlerin birbirlerine sığınmalarını ve birbirlerinde güç bulmalarını sağlıyor. ancak üvey baba gözetiminde ve on dört yaşına kadar üvey babayla aynı yatağı kullanarak büyüyen ana'nın çocukluğunun çok daha travmatik geçmesi ve ağır ilaçlara bağımlı bir panik atak sorunu olması ilişkide ana'yı alıcı kılıyor. geçmişinden taşıdığı sorunları, kişiliğini ezen sıkıntıları ve bağımlılıklarını ilişkinin sırtına yükleyen ve karşı tarafın hayatına bencilce boca eden bir karakter sergiliyor ana.
    bu durumda toma'ya verici olan taraf olmak düşüyor. dolayısıyla toma on yılın sonunda saçları dökülmüş ve tükenmiş bir hale gelirken, anne olduktan sonra toma'nın büyük desteğiyle yavaş yavaş hem hastalıktan ve ilaç bağımlılığından kurtulan hem de işini kurup ekonomik bağımsızlığını kazanan ana, sarıya boyattığı ve farklı tarzda kestirdiği saçlarıyla ilişkiden arınarak, özgürleşerek ve güçlenerek çıkan taraf oluyor.

    film, ilişkiyi uzun bir sürece yayarak anlatması ve yıpratıcı bir ilişkiyi ele alması açısından 2015 yapımı mon roiyi de fazlasıyla anımsatıyor. ana, mon amour gibi mon roi de izleyiciyi yoruyor, üzüyor, aşktan soğutuyor. yalnız bahsettiğim diğer iki filmden farklı olarak mon roi'de zehirli ilişkide yıpranan taraf kadın oluyor.
    rahat, güçlü ve pervasız olan erkek, kadının kendisini bunaltacağını ve hayatını zorlaştıracağını fark ettiği anda keskin bir önlem alıyor ve ayrı bir eve çıkıyor, kendi özel dünyasına dönüyor, sadece özlediği zaman gelip çocuğunu ve karısını görüyor.

    mon roi'de tarafların aşka ve ilişkiye bakışını gösteren kilit diyaloğu aktarayım:

    erkek: benimle olmanın sebebi benim olduğum gibi olmam iken neden şimdi senin gibi olmamı istiyorsun? elinde olanı neden kabullenmiyorsun?
    kadın: (ağlayarak) artık böyle yaşamak istemiyorum. bıktım pazartesi bana gelip çarşamba gitmenden, cuma tekrar gelip pazartesi beni aldatmandan... bıktım artık tamam mı. (elini göğüs hizasında kaldırıp düz bir çizgi işareti yaparak) ben böyle yaşamak istiyorum. (eliyle zikzak işareti yaparak) böyle yaşamak istemiyorum.
    erkek: (zikzak işaretini yaparak) bunun adı elektro kardiyogram. böyle olduğu zaman yaşıyorsun demektir. (eliyle düz çizgi işareti yaparak) böyle olursa ölmüşsündür.

    ana mon amour'da, iyileşerek toma'ya bağımlı olmaktan kurtulan ve özgürleşen ana ile bunu kabullenemeyen toma arasında gerçekleşen diyaloğu ise şu şekilde aktarayım:

    erkek: (ağlayarak) sen tanıdığım en korkunç insansın. inancın yok, ahlakın yok, ruhun yok, hiçbir şeyin yok. her şeyimi sana verdim. kendimi herkesten izole ettim.
    kadın: (ağlayarak) artık dayanamıyorum, yoruldum. çok yorgunum... bir daha kimseye güvenmek istemiyorum. beni aşağı çekiyorsun. sen benim başarmamı istemiyorsun. muhtemelen bencilce düşünüyorsun. değişmemi kabullenemiyorsun. daha önce olduğum gibi olmamı istiyorsun. yani hasta ve sana bağımlı... keşke benimle birlikte dönüşebilseydin. artık seni sevmiyorum, sen de beni sevmiyorsun...

    tarafları yıldıran, dünyadan bezdiren ömür törpüsü ilişkileri işleyen filmler başta da belirttiğim gibi izleyicide aşktan soğutucu bir etki yapıyor. iki insanın birbirine dünyayı dar ettiği, birinin diğerini dönüştürmeye çalıştığı ve onun sahibi gibi davrandığı ilişkiler hele de filmde uzun bir süreç şeklinde (tanışma-aşık olma-mutlu günler-soğuma-yıpranma-kopma boyutlarıyla) ele alınıyorsa insanı ciddi anlamda "hayata olabildiğince rasyonel ve dengeli bakılmalı" gibi bir düşünceye sevk ediyor. neyse ki taraflardan birinin diğerine "ya benimsin ya kara toprağın!" şeklinde özetlenebilecek bakışı yeni yetişen gençlerde pek görülmüyor. duygu dünyaları yeşilçam melodramları ile kirletilerek büyümedikleri için yeni jenerasyon gençler aşka, evliliğe ve hatta genel olarak hayata daha rasyonel bakabiliyor, duygu dünyalarının hayatlarını zehir etmesine izin vermiyor.

    son olarak filmde yönetmen tarafından tartışılan diğer bir konunun da din-bilim meselesi olduğunu belirtelim.
    altına girdiği yükün ezdiği toma, ruhen rahatlayabilmek için hem rahip önünde günah çıkarıp sorunlarını anlatıyor hem de psikiyatr divanında kendisini dinleyen doktora tüm süreci baştan hikaye ediyor. bunu yaparken de rüya ile gerçekliği meczediyor. ancak yönetmen filmde modern insanın sahici sığınağı olarak net bir adres göstermiyor. din mi bilim mi ikileminde karakterine her iki yolu da denetiyor ve kararı izleyiciye bırakıyor.
  • mükemmel bir film. 10/10.
    ayrıca bir söz vardı aklıma onu getirdi: "kadına hayatını vermişti bir gün aslında onu hiç sevmediğini anladı, canı sıkılıyordu diğer tüm insanlar gibi canı sıkılıyordu."
  • listemdedir ve çok merak ederim. bir türlü izlemek kısmet olmadı
  • gün geçmiyor ki suratlara tokat gibi çarpan bi filme denk gelmeyelim. hayatinizdaki kişinin size nakış gibi işlediği şey depresyon olmasın, erken uyanın, toma olmayın. onun dışında bir amme hizmeti olarak bknz: https://youtu.be/uw_f9bgxa1s
hesabın var mı? giriş yap