hesabın var mı? giriş yap

  • filmden hiç haberim yokken izledim. herkes gibi ilk izlenimim filmin başlangıcının müzikler ve atmosferle birlikte bir jan pierre-jeunet havasında olduğuydu. beş dakika sonra beynim başka sinyaller vermeye başladı. araştırma merkezi, temizlikçi kız ve yaratık bir araya gelince lan ben bu senaryoyu bir yerde izlemiştim hissine kapıldım. çok geçmeden jeton düştü. bu daha önce izlediğim bir kısa filmin kopyasıydı. ahanda: https://youtu.be/k9eph-uumze

    the space between us, 2015 yılında çıkmış ve çeşitli ödüller toplamış bir kısa film. mevzu yine aynı ama geçmişte değil de gelecekte geçiyor. detaylı araştırmadım. muhtemelen senaryo için kısa filmin yapımcılarına bir şeyler ödenmiş, telif hakları alınmıştır. çalacak kadar eşek olamazlar. bunu uzun metraja nasıl çeviririz demişler ve soğuk savaş dönemine gömerek halletmişler. filmdeki olmamışlıkların bazıları da buradan kaynaklanıyor bence. yine bir kaç klişe karakter var. fbi ajanı ve general çok karikatür kalmışlar. aksiyon kısmı çok zayıf ama orası pek sorun değil. açıkçası bol bol çatara patara kovalamaca ekleselerdi daha kötü olurdu diye düşünüyorum. film kesinlikle kötü değil ama iyi de diyemiyorum. senaryo kısa filmden, atmosfer ve müzikler avrupa sinemasından, üzerine biraz hollywood klişesi serpiştirince ortaya bu çıkmış gibi duruyor.

    yalnız, del toro'nun da cem yılmaz gibi eş dost akrabayla çalışma tribi beni bitiriyor. yine bütün ekibi toplamış çevresine. diğerlerine bir nebze gözüm alıştı ama bu noktada doug jones'a ise iki kelam etmeden duramayacağım. abi en güzeli sen git estetik operasyonla uzaylı yaptır kendini. her filmde saatlerce makyaj filan uğraşmana gerek kalmaz. adamın kartvizitinde saadetin teksoy gibi canavar uzmanı yazsa yeridir. del toro'nun daha önceki fantastik filmlerinde pan ve abe rollerini yine kendisi oynamıştı. şu sıralar devam eden star trek discovery'de de saru rolünde oynuyor. yaşı yetse alien'ı da bu oynayacakmış pezevenk. bedava mı rol alıyordur nedir.

  • o isikli yildizlar yok mu hala ıstiklal'e gidince bize maziyi hatirlatan o yildizlar. o yildizlarin ustunde de selocanli turkcell reklami olmali tabii, yilbasindan once alisveris yapilmaya gidilmis. kar yagiyor, kalabalik ama insanlar bir birine carpmiyor. arap turistler vara vara diye cocuk kovalamiyor, sonra tramvay agaclarin arasindan yavasca geliyor, farlari acik. daha sonra yukari dogru cikiyorsun, kizilkayalar var, hemen 2 tane islak atiyim diyorsun sonra dolmusa gecerim ya da akm onunden otobuslere... kizilkayalar'a geldiginde bu adamlar gezi'de bize hamburger vermedi demiyorsun, otobuste bu soforler bizi sopayla kovaladi demiyorsun, biniyorsun kirmizi beyaz korukluye geliyorsun eve, yilbasi programinda huysuz virjin varmis, hadi bakalim...

    edit: cadde patates oldu, ne kasmışım yazarken. püü

  • ulan zaten gitsen de alacak bir şey bulamıyorsun ki. 4. yıldızı takmışız ne adam gibi bir tişört var ne forma. başkaları olsa 100 trilyon para yapardı 3 ayda.

  • sanırım 10 yaşındaydım, kardeşim de 7 filan olsa gerek. ailecek hastaneden eve dönmek için otobüs bekliyoruz. otobüs durağı, kocaman camekan vitrini olan bir pastanenin tam önünde. güzelce ışıklandırılmış vitrinde çeşit çeşit pastalar, adını bile bilmediğimiz tatlılar var.

    kardeşim, suriyeli gibi pastanenin vitrinine yapışmış bir türlü ayrılmıyor, hatta dilini çıkarıp vitrini yaladığına yemin edebilirim ama ispat edemem. illaki oradan birşeyler almak ve yemek istiyor. annem babama bakıyor, ben de babama bakıyorum, kardeşim cam bariyerini umursamadan pastayı yalamaya devam ediyor, babam yere bakıyor.

    annem sinirli bir kadın biraz da pervasız, babama: "şu masuma bir dilim pasta alamıyorsun sen ne işe yararsın be adam" diyor. babam açıklamaya çalışıyor: "maaşa 2 gün var, 2 gün sonra alırız, şimdi anca yol parası çıkışıyor hafize" diyor. kardeşimi vitrinden uzaklaştırıp, dikkatini dağıtmaya çalışıyorum ama ikna olmuyor, diliyle havayı yalamaya devam ediyor.

    neyse ki bir süre sonra otobüs geliyor, annem babama yol boyunca söyleniyor, hatta ara ara "beceriksizsin" filan diye hakaret ediyor. ben kardeşimi suçluyorum, içimden: "bok boğazlı pezevenk" senin yüzünden kavga çıktı diyorum. annem bir noktada: (bkz: ben evde sana aynısını yaparım) diyor. eve girince de petibör bisküvi arasına lokum döşüyor, puding pişirip etrafına sıvıyor. hatta üzerini de kaysı kurusu ile süslüyor.
    kardeşim "himmf bu ondan değil" deyip yemeyi reddediyor, annem "bok ye! sanki bana istanbul'dan geldin itogli!" diyor.

    annemin yaptığı pasta benzeri ürünü babamla ben yiyoruz, ortamı yumuşatmak için anneme "pek de güzel olmuş eline sağlık" filan diyoruz; kardeşim "hiç de bile, bokum gibi olmuş" diyor, annem "nimete öyle denmez allah bir daha hiç vermez" deyip kardeşime bir tokat atıyor. kardeşim az önce bir dilim pastanın peşinde, mazlum bir mülteci iken, bir anda asi bir militana evriliyor: "zaten bir bok vermiyor" diyor.
    kısmen mütedeyyin bir insan olan babam: "bunu seneye imam hatibe yazdırmak lazım" diyor.

    kardeşim şimdi 44 yaşında, üst düzey devlet memuru ama hâlâ pasta yiyemiyor, şeker hastası. ısrarla akp'ye oy veriyor ve boşluğu yalamaya devam ediyor.

  • kesinlikle (bkz: sabun).

    hadi tesadüfen bir şeyleri karıştırıp kaynatıp deneme yanılmayla sabunu buldun (ki o bile çok acayip), bunun temizliğe yaradığını nasıl fark ettin? ben olsam kesin bir tadına bakar, sonra da "bu ne saçma bir şey oldu ya böyle!?" diye tükürüp atardım.

    edit: 83mxx'in dediğine göre ilk olarak nil nehri'nde keşfedilmiş. hatta şöyle açıklamış: "ölüleri yakıyorlar ve cesetlerden süzülen yağ ve kül nil nehrinin sularına karışıyor ve nehirde çamaşır yıkayan kadınlar nehrin bir bölgesinde yıkanan çamaşırların daha temiz olduğunu farkediyor. ve araştırma sonucu devrin mucitlerinden birisi sabunu (yani yağ+kül) keşfediyor." şahsen benim aklıma yattı*.

  • 1791’de başlayıp, 1804’de sona eren bir siyah devrim.

    başarıya ulaşan ilk ve tek köle isyanı.

    haiti o dönem, saint domingue olarak anılıyor . o zamanda dünyanın en kazançlı kolonisi, şeker kamışı ve kahve üretimi yapılıyor.

    fransız ihtilali sonrası özgürlük düşüncesi adaya bu kez daha sert uğruyor ve isyan hareketleri başlıyor. o dönemde 40.000 kolonist, 500.000 köle ve 28.000 melez var. ( melezler efendi beyazların köle kadınlarla ilişkisi neticesi oluşan grup) 1791’de isyan başlıyor, kölelerin lideri konumuna ise toussaint l’ouverture geliyor. gelişen olaylar sonucunda, köleler zorla çalıştırdıkları çiftlikleri yakıyor ve yaklaşık 2000 beyazı öldürüyor. 1792’de derinleşen çatışmalar akabinde, fransa kolonilerde yaşayan tüm insanların da renk ve ırk ayrımı yapılmadan eşit ve özgür olduğunu deklare etmek zorunda kalıyor ancak köleliği kaldırmıyor. fransa, iç sorunlarının yanı sıra ingiltere ve ispanya ile savaş halindedir. ingiltere haiti’yi işgal etmesi üzerine devrimciler fransa’nin ile kölelerin özgürleşmesini kabul etmesi halinde fransa ile birlikte savaşacaklarını teklif ederler, teklif kabul edilir ve 1794’teki savaşta, ingiltere ve ispanya yenilgiye uğrar. ingilizler 1798’de adaya bir daha çıkartma yaparlar ancak tekrar yenilgiye uğrarlar. hatta toussant l’ouverture ingiltere kolonisi olan komşu adayı da ele geçirip oradaki köleleri de özgürleştirir.

    1801 yılına geldiğinde louverture, haiti için anayasa yazar, özerklik ilan eder, kendisini de yönetici olarak atar. bunun üzerine napolyon bonapart adada tekrar egemenliği sağlamak ve köleliği geri getirmek amacıyla büyük bir ordu gönderir, adanın gelirlerinden mahrum kalmak istemez . toussaint l’ouverture ‘nin sağ kolu olan jean jacques dessalines anılana ihanet eder ve fransızların yanına geçer. toussaint l’ouverture’ye de özerlikten vazgeçip birlikleri ile fransız ordusuna katılması teklif edilir. o da teklifi kabul eder ancak kandırılır, fransa’ya gönderilip, hapsedilir ve orada ölür.

    bir yıl geçtikten sonra fransa’nın niyetinin sadece özerklik olmadığı, köleliği geri getirme amacıyla adaya geldiği anlaşılır. bunun üzerine jean-jacques dessalines tekrar saf değiştirip, isyancılar yanına geçer ve 1803 yılında onun önderliğinde köleler fransızları yenilgiye uğratıp, 1 ocak 1804’te bağımsızlığını ilan eder ve adanın adını haiti olarak değiştirir. abd ardından bağımsız olma ikinci amerika kıtası ülkesidir.

    haiti bağımsızlığın faturasını ise acı ödemiştir, 1825 yılında fransız köle sahiplerine 150 milyon frank ödemeyi kabul etmişler ve faiziyle birlikte 1947 yılına kadar bu borcu ödemeye çalışmıştır. haiti hep fakir kalmıştır.

    hatırlarsanız adada melezler vardı. bu melezler ile hayatta kalan beyazlar kaçarak abd’de new orleans’a yerleşirler ve new orleans’ta fransızca konuşan ve haiti kültürünü devam ettiren bir topluluk oluştururlar.

  • setlist'i belli olmuştur.

    1- artık eski türkiye yok (tiesto mix)
    2- bunlaaar (bir klasik olarak)
    3- pensilvanya ihanet şebekesi (akustik)
    4- ekmel daha milli marşını bilmez live performance (dev ekranlardan gösterilecek)
    5- cehape genel müdürü (remix)
    6- eey bahçeli
    7- milli gelir şuydu bu oldu v.b. (drum solo)
    8- milletin adamı (acapella)
    9- dombra (uğur ışılak cover)

  • hiç dikkat ettiniz mi? kötü insanların arada yapmış olduklar iyilikler unutulmaz ve "hep kötülük de yapabilirdi, bak iyi tarafları da varmış" denilirken salt iyi gelmiş iyi giden insan için "kötü biri olmayı da seçebilirdi" diye bir şey denilmez.

    o sadece iyidir, odur onun vasfı.

    iyi bir adam olur, efendi olur ama eş bulamaz. beğenilmez. beğenilse bile aldatılır. keza aynısı kadın için de geçerlidir. iyi bir kadındır, eştir ama aldatılır ihanete uğrar. iyi olmak yetmez bir yerde çünkü.

    iyi birisi öldüğünde de "çok iyiydi" denilir geçilir ama bu kadardır. iyi olmak dünyanın ayarlarında varsayılan olarak atandığı için insanlar iyi değil de, kötü olduklarında fark edilirler. ve yine iyinin iyiliği zaten olması gerekenken, kötünün iyiliğine şükredilir.

    hiçkimse iyi bir insan için "kötü biri olmayı da seçebilirdi ama seçmedi o hep iyi oldu" demez ama kötü bir insan buğday tanesi kadar iyilik yapsa, o iyilik yıllarca konuşulur ve dahası "özünde hep iyi birisi olduğu inancı" ile daha çok bağlanılır.

    iyi insanın bir kez yaptığı kötülük, kötü birinin yaptığı bir iyilikle kıyaslanınca, kötü kazanır...

    belki buna daha somut örnekler verebiliriz. örneğin bülent ecevit mütevazı kişiliğiyle bilinirdi. malda parada pulda gözü yoktu. bir tane toros arabasıyla gider gelirdi meclise. ne oldu? arasıra bu özelliğiyle hatırlanır olsa da iyi birisi olması pek de fayda getirmedi ona. belki onyıllar sonra tarih kitaplarında iki satır söz edilecektir hakkında.

    oysa bir de sert görünümlü otoriter siyasetçilere bakalım. zihindeki yerleri kötüdür ama iyi bir şey yaptıklarında da "aslında özünde iyi" görüşüne iter insanları. öyle ki, insanlar, "bir gün beklemeye değecek kadar çok büyük bir iyilikleri dokunacak" beklentisiyle yaşarlar ömürlerini.

    evet, görüldüğü gibi iyi olmak çok da iyi bir şey değil. iyi olun ama beklentiniz olmasın...

    tanım: gerçek.

    edit: yazar burada kendi iyiliğinden ve takdir görülmesinden bahsetmeyip başlıbaşına "iyi olmak" kavramını ele almıştır.

    iyilik pragmatik beklentiler için yapılmaz. iyilik; tüm din kitaplarında, toplumsal normlarda, gelenek-göreneklerde insanlığın edinmesi gereken doğru bir vasfı olarak öğretilir. bu vasfa sahip olunduğunda da bu kadar kötülerin olduğu bir dünyada iyi olmak, iyi kalmak bir meziyettir ve bunu uygulayabilen kişiler aslında takdir görmelilerken böyle bir takdir yoktur. yani kimse yüceltmez iyi olan kişiyi ama sözkonusu kötü kişi olduğunda, o din kitaplarındakilerin, toplumsal normların, inanışların, adetlerin vaadettiklerinin tamamen tersinde ve üstelik büyük bir adaletsizlikle ödüllendirme sözkonusudur. bunu eleştiriyorum.

    ve iyi birisi nedir? iyi birisi, kötü olabilme iradesi varken bu iradeyi kötü olmamak için kullanan kişidir.

    edit: iyi olmaktan dolayı bir ödül beklemek değil, iyinin iyiliğinin sonuçlarıyla, kötünün iyiliğin sonuçları arasında adil davranılmamasıdır buradaki mesele.

    edit: okuduğumuzu anlıyor muyuz?

    iyi olmamak lazım, iyilikten hayır gelmiyor demiyorum. aksine iyi olunmalıdır. evren iyiler sayesinde ayaktadır. burada eleştirdiğim durum kötülere kazandırılması. kötü birinin bozuk saatin günde iki kez doğruyu göstermesi gibi yaptığı bir iyilik o kişinin tüm kötülüklerini örtmekle birlikte yüceltir. ben bunu vurguluyorum.

    kötü biri yüceltilmediği sürece iyi olmaya hiçbir ödül beklemiyorum.

    editler yetmeyince yeni bir entry yazmak farz oldu(bkz: #70243788)

  • donut'un dünyanın en dandik tatlılarından biri olmasındandır.

    asya ve avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan güzel ülkemiz gerek sütlü, gerekse şerbetli tatlılar açısından zengin yataklara sahiptir.

    böyle bir ülkede amerika'nın donutuna kim bakar?

    go hom yankis