hesabın var mı? giriş yap

  • aynı zamanda camel'in camel olduğu zamanlardı galiba,

    ya ben küçüktüm ve bütçem/iz dar olduğu için bir adet magnum'un nispi fiyatı fazla geliyordu, ya da harbiden magnum eskiden çok pahalıydı ve neredeyse lükstü. zira hiçbir zaman alamazdık.

    tıpkı kinder sürpriz yumurta gibi.

    şimdi bok gibi param var ama o zamanlarki isteğim yok.

    sıçarım böyle düzene...

  • " insanları ancak kendimiz için sevmeliyiz; onları kendileri için sevmek bir aldatmacadır. "

    yatak odasında felsefe

  • çoğ enteresan bir keşfim:

    the nurse said "bed time!"
    "bed time" said the nurse
    "bed zamanı" said the nurse
    bed zamanı said nurse
    bediüzzaman said nursi

    açıklayın hadi!!?

  • arjantinli gazeteci herman soro ülkesindeki futbol gerçeğini “güney amerika’da futbol bir ölüm-kalım meselesedir. avrupa’da taraftarlar normal bir yaşam standartıyla mutlu olabilirler. fakat arjantin’de mutlu olanlar sadece tuttuğu takımın son maçından galibiyetle ayrılanlardır” sözleriyle ifade eder. gerçekten de ülke ekonomisinin yerden yere savurduğu arjantinliler için mutluluğun yakalandığı yer tango pistleri değil stadyumlardır... 19 takımlı arjantin ligi’nin 12 takımı başkent buenos aires’dendir ve ülke nüfusunun % 80’i sadece iki takımı tutar: boca juniors ve river plate . aynı tarihte (1905) kurulan iki kulüp taraftarlarının takım seçimi konusundaki kriter en basit anlatımıyla sınıf farkıdır..

    zengin ve orta sınıfın “şımarık çocukları” river ve “alttakilerin” takımı boca juniors. bu tanım “el superclasico ”yu anlatmak için yeterli değildir. boca-river, bir kimlik savaşıdır. bir şehrin, bir ülkenin kendisiyle verdiği kavganın, savaşın meydanıdır. şampiyonluk mücadelesinin yanında hayatın içinde bir yer kapmanın düellosudur.
    buenos aires’de doğan her erkeğin mutlaka bir stadyum tecrübesi vardır. stadyuma hangi yoldan güvenli gidileceğini, kendini nasıl koruyacağını, tribündeki yerini ne zaman alacağını, staddan ne zaman çıkacağını çocuk yaşta öğrenir arjantinli. tribün insanı olmak, geleneksel kültürün bir parçasıdır. futbol seyredilmez, yaşanır buenos aires’de. tribündeki taraftar oyunun bir parçasıdır. oyunun sonucunu kaleye giren top değil, tek vücut olmuş tribünler belirler...

    arjantin’de hayat yılda iki kere durur. bombonera ve el monumental ’da (estadio antonio vespucio liberti) dünyanın en büyük tiyatrosu sahne alır. boca juniors ve river plate, futbolun asla sadece futbol olmadığının hakkını verirler kırmızı-beyaza, sarı-laciverte boyanmış tribünler önünde...
    arjantin medyası superclasico için 10 gün önceden teyakkuza geçer. ülkenin en popüler spor gazetesi ole , derbi haftasında her gün on sayfasını bu maça ayırır. haftalık futbol dergisi el graffico’nun posterleri buenos aires caddelerini süsler: se viene.. el superclasico... (derbi geliyor). derbi sonrasında ülke nüfusunun %90’ı maçın skorundan haberdardır.

    super clasico, aynı zamanda spor endüstrisinin iki devinin de savaşıdır. nike ’ın sponsporluğundaki boca, adidas ’lı river’a karşı. bir boca taraftarı için adidas’ın herhangi bir ürününü kullanmak kulübe ihanettir. river plate taraftarı için sarı ve lacivertin günlük hayatta bir araya gelmesi imkansıza yakındır. arjantinli için tuttuğu takımın formasıyla haftanın yedi günü dolaşmak kendini ifade ediş biçimidir. araba tamircisi bir boca’lı formasıyla gelir işe, river’li bir avukatın bürosunda kırmızı-beyaz formasıyla oturması yadırganacak bir durum asla değildir buenos aires’de...
    gündelik hayatta arkadaşların rakip taraftar olması muteber değildir. boca juniors taraftarı ariel naserala, “river’lılar kendilerini bizden üstün gören züppelerdir. onlar kendilerini en büyük sanarlar fakat 24 saat rüyada yaşadıklarının farkına varmazlar. bir river’lı ile arkadaş olmaktansa hiç arkadaşım olmasın” şeklinde açıklar bir arjantinli’nin stad-dışı hayatını. bir boca ya da river taraftarı için önemli olan superclasico’da alınacak bir galibiyettir. superclasico kazanılmadan erişilen bir şampiyonluk kimsenin umurunda değildir. river’ı yenelim, şampiyon olmayalım” diyen 24 yaşındaki kurye matias, dünyanın öbür ucunda! kendisi gibi düşenen taraftarların varlığından habersiz koşar la bombonara’ya...

    bir boca’lı için river plate taraftarını en kestirme yoldan tarif etmenin yolu “gallinas”tır (tavuk). boca’lılara göre river’lıların hepsi birer korkak tavuktur. (super clasico’nun bu vazgeçilmez lakabı bizim stadyumlarımızda da boy göstermiştir. muzip beşiktaş taraftarları, ortega lehine hazırladıklarını inandırdıkları fenerbahçe taraftarlarına “gallinas ortega” pankartını açtırtıp arjantinli oyuncunun vatan hasretini biraz olsun dindirmişlerdi geçen sezon...)
    bir river plate’li için boca taraftarını en güzel tarif etmenin yolu “bosteros”dur (leş kokan). kötü kokan nehrin kenarına kurulmuş boca mahallesine bu yolla göndermede bulunur river’lılar...

    “los millonarios” lakabı, river plate ve boca juniors arasındaki sınıf farkını da ortaya koyar. boca, işçilerin, arjantin’de enflasyon canavarının midesinde öğütülen insanların takımıdır. “milyoner” river’lılar için futbol bir sanat, boca’lılar için ise bir güç savaşıdır. arjantin futbolunun bir numaralı idolü maradona boca juniors’lular için en büyük övünç kaynağıdır. stadları la bombonera’nın (çikolata kutusu) girişinde “boca es mi religion, maradona es mi dios, la bombenera es mi iglesia” (boca dinimdir, maradona tanrım, bombonera ise kilisem) cümlesi herşeyi açıklar aslında. river plate’liler için ise maradona’nın skandallarla dolu kariyerinin bir tarihsel yansımasıdır boca’nın kulüp karakteristiği. river plate’liler her zaman göze hoş gelen, hücum futbolunu kendilerinin oynadığını, boca’nın ise sahada kavga ederek maç kazandığını savunurlar. savunmalarının haklı bir delili de aslında ülkenin futbol tarihinde gizlidir. 1978 dünya kupası finallerinde arjantin milli takımı’nda bir tek boca’lı oyuncu bile kadroya girememiştir. river plate’lilerin ilahları passarella ve mario kempes’li arjantin, dünya kupası’nı kendi stadları el monumental’de kaldırmıştır

    super clasico’da her taraftar (hincha), tribündeki kalabalığın (hinchada) organik bir parçasıdır. “ben” değil, “biz” vardır. bireysel kimliklerinden sıyrılır arjantinli tribünde. söylenen bir tezahüratın, tribünün önünde dalgalanan bayrağın, ellerin üzerinde yükselen bir flamanın arkasında tek yürek olunur, “omuz omuza” durulur. maç kaybedilse de kazanılsa da stad hemen terk edilmez. boca’nın “the 12” taraftar grubu sahalarında kaybettikleri river maçlarında ekstradan yarım saat daha kalırlar tribünlerde. river’ın sahada kazandığının karşılığı tribünde dinmeyen tezahüratla eşitlenmeye çalışılır
    super clasico’lar öncesinde sahada şova yer yoktur. tribünler 5 saat önceden dolar ve “oyun” orada başlar. saha yemyeşildir takımların çıktığı ana kadar. sonrasında bir arjantin geleneği sahne alır. konfetiler, tuvalet kağıtları, teyp bantları fışkırır tribünlerden. (bu bir tribün şovudur, avrupa’da örneğine yakın zamanda rastladığımız maçı geç başlatma eylemi ile benzerlik taşımaz...) boca ve river taraftarı bu şovu hiçbir zaman bir arada yapmaz. maç başında boca’lıların konfeti şovuna, river’lılar ikinci yarı başında karşılık verirler. la bombonera’daki maçlarda en ateşli taraftarlardan biri locasından sarkıttığı göbeğiyle tribünleri selamlayan maradona’dır.

    superclasico’ların şiddet tarihinde zanlı boca juniors’lulardır. 1968’de, river taraftarlarının üzerine tutuşturup attıkları kağıt parçalarından çıkan panikte 74 river’lı hayatını kaybetmiştir. futbol tarihinin en kara günlerinden birinde ise (1994) 2-0 kaybettikleri bir derbi sonrasında iki river taraftarını öldüren boca’nın “barras”(taraftar çeteleri) ları olaydan dört gün sonra buenos aires kentinin duvarlarına “river: 2 boca: 2” yazmışlardır. arjantin’de futbolun 90 dakika olmadığının, oyunun sadece yeşil sahada oynanmadığının dramasıdır bu yaşanmışlar...

    futbol dünyasına neredeyse her yıl bir yeni yıldız hediye ederler ama ülkenin bozuk ekonomisi bu futbolcuları her sezon başında avrupa’ya ihraç eder. boca’lılar için maradona, river’da yetişen tüm yıldızlara bedeldir. batistuta, veron, martin palermo, riquelme boca’nın bütçesini düzlüğe çıkarmak için sattığı son yıldızlardır. sıra arjantin’in yeni golcüsü carlos tevez dedir. river plate de en az ezeli rakibi kadar bir futbolcu fabrikasıdır. francescoli’den burgos’a, crespo ’dan salas’a, saviola ’dan ortega’ya alfredo di stefano ’dan pablo aimar ’a kadar birçok yıldız kırmızı-beyazlı forma altında parlamıştır.

    boca 1905 yılında bir irlandalı, 2 italyan ve 3 arjantinli genç tarafından kurulur. kulübün renklerini belirlemek için limana yanaşacak ilk gemiyi beklerler. limana yanaşan isveç bandralı gemi boca’nın sarı-lacivert renklerinin kaynağı olur. 1905’de arjantin’deki ingiliz kolonisinin iki takımı olan santa rosa ve rosales de beyaz forma ile mücadele etmektedir. aralarındaki maçlarda karışıklık olmaması amacıyla bir ekip formasına diagonal bir kırmızı bant koyar. iki kulüp birleştiğinde river plate’in forması da hazırdır!..

  • 95 sonrası sürpriz sonlu psikolojik gerilim filmleri furyasının şimdiki zamandan güzel bir halkası. görsel efektlerin kullanımı biraz "arap yağı bol bulmuş" havası verse de lynch vari bir detaycılık, hayal-gerçek arası kafa karışıklığı, illa da karamsar atmosfer ve başrolleriyle öne çıkan bir film. bir de sahne geçişleri çok yaratıcı olmuş. izleyen ne olduğunu anlamadan hop orda hop buluyor kendini, ne güzel.. ewan mcgregor'un kısa pantalonu ile ilgili herkes atıp tutuyor ben de atayım bir tane: adamın kıçından bir saniye olsun çıkmayan sarı ve kısa pantalonu bana daha çok trainspotting'e gönderme gibi geldi. aynısı lan!

  • en iyi "şeytan" tasvirlerinden birine sahip dizidir.

    --- spoiler ---

    frank underwood bu dizide şeytanı oynamaktadır. para yerine gücü sahiplenmekte ve elindeki güç algısı ile herşeyi manipüle etmektedir. güç algısı diyorum çünkü çoğu zaman elinde bir güç olmamakta ve blöf yapmaktadır. genelde her kötü karaktere bir şeytan tanımlaması yapılabilir ancak frank gerçekten şeytan'ın dini kitaplarıdaki birebir karşılığıdır. örneğin islamiyet'teki karşılığına şuradan bakabilirsiniz. şeytan'ın tüm niteliklerini taşımaktadır.

    şeytan'la işbirliği yapanların hepsi sonunda bertaraf olmaktadir. çünkü şeytan sadece kendine hizmet eder. ancak yine de iyi güçler tarafından hepsine bu iş birliğinden vaz geçmesi için birer fırsat verilmektedir.

    örneğin; zoe kariyerinde yükselmek için şeytanla iş birliği yapıp, önündeki bir çok iyi insanı ezerek bunu başarmıştır. ancak şeytanın gücü tatlı olduğu için ünlü bir gazeteci olmasına rağmen şeytandan vaz geçememiştir. hatta bu ilişkiyi çözen çevresindeki iyi insanlar ona şeytanın gerçek güzünü gösterip, bu ilişkiden vaz geçirmeye çalışmışlar. bir süre bu ilişkiyi bitirmeye niyetlenmişse de sonra tekrar anlaşma yapmaya teşebbüs etmiş ve bunu hayatıyla ödemiştir.

    diğer bir örnek de russo; russo başına gelenlerle frank'in şeytan olduğunu görmüş buna rağmen şeytanın gücünden bir pay alma ve vali olma sevdasıyla onunla anlaşmıştır. kız arkadaşı her ne kadar onu doğru yola çekmeye çalışmışsa da sonu ölüm olmuştur.

    diğer karakterlerin şeytan ile ilişkilerine değinecek olursak;

    raymond tusk şeytanla iş birliği yapmış sonunda statüsünü kaybetmiştir.

    rachel posner şeytanla iş birliği yapmış özgürlüğünü kaybetmiştir.

    claire en uzun ilişkiye sahip biri olarak insanlığını kaybetmiştir.

    doug stamper bu işbirliğiyle insanlığını kaybetmiştir.

    xander feng şeytanla işbirliği yaparak hayatını kaybetmiştir (idam).

    vasquez koltuğunu sağlamlaştırmak için iş birliği yapmış, sonunda kariyerini kaybetmiştir.

    remy danton işler sapa sarınca şeytan ile anlaşmaya çalışmış kariyerini kaybetmiştir.

    başkan şeytanı tek danışmanı haline getirmiş, eline bir fırsat geçmesine rağmen yine şeytanın manüpülasyonuna kurban gidip herşeyini kaybetmiştir.

    örnekler daha ufak karakterlerle çoğaltılabilir.

    kısacası şeytanla iş birliği yapan herkes kaybetmektedir. claire, doug, meechum gibi şeytan'a kul olanlar ise insanlıklarını kaybetmektedir. en büyük kaybı şeytan'ın şeytan olduğunu bilip, buna rağmen onunla örtak olanlar yaşamış ve hayatlarını kaybetmişlerdir (zoe, russo, xander). çünkü şeytan hiç bir zaman paylaşmaz ve maskesini düşürenleri, bir zayıflık yaratabilecekleri yaşatmaz.

    peki burada denilebilir ki raymond tusk da şeytan sayılmaz mı? frank'in rakibi ve her türlü kirli işi yapmaya meğilli bir adam. bunun cevabını da frank ile tusk'ın son yüzleşmesinde görüyoruz. frank opera binasında tusk'a son bir anlaşma vaadinde bulunuyor ve kendisinin başkan olacağını, paylaşabileceklerini söylüyor. yani şeytanla bir ortaklık sunuyor. orada yaptığı "sen bir iş adamısın bu mevzuya duygularını karıştırma" konuşması frank ile tusk arasındaki farkı ortaya koyuyor. tusk duygularına ve intikam isteğine yenik düşüyor. bu tamamen insani bir zayıflık. yani dizi şeytan olabilecek diğer karakterleri de frank'le yüzleştirip onların şeytan olmadığını, sadece zaafları olan güç sahibi insanlar olduğunu bize hatırlatıyor. burada şeytan'ın yani frank'in kararlarını hiç bir zaman duygularıyla vermediği, düşmanı veya kendisini kazıklayanla hemen bir iş birliği kurabilecek olması da insan olmadığına bir başka gösterge.

    dizide şeytan'ın yani frank'in en büyük gücü ilüzyon kabiliyeti. olayları manipüle edip bir güç algısı yaratmakta ve insanları da bu manipülasyon kabiliyetiyle ikna etmektedir.

    en çok ikna ettiği ise biz izleyicileriz. şeytan dizi boyunca bize konuşmakta. aksiyonları ile ilgili biz bilgiler vermekte ve bizle muhabbet ederek bizi de işin ortağı yapmaktadır. nasıl ki insan kendisini şeffaf bir şekilde yargılayamassa, frank bizi ortak yaptıktan sonra dizideki olayları dışarıdan bir gözle yargılayamaz hale geliyoruz. frank bize hep ufak bilgiler veriyor ve olayların nasıl geliştiğini görüp etkileniyoruz. ancak çok nadiren bunun çok kötü birşey olduğunu yargılıyoruz. çünkü frank bizi aksiyonlarının ortağı yapmış oluyor. o güç ilüzyonunu bize de yaşatıyor.

    ancak bazı durumlar farklı. ölümlerde bizimle konuşmuyor hiç. örneğin russo'nun ölüm sürecinde dizi bizi frank'ten uzaklaştırdı. direk dışlandık. birden ara sokakta buluştular. frank russo'yu öldürdü ve bizimle hiç konuşmadı. bizi cinayete ortak yapmadı. uzaktan seyirci bıraktı.

    bunun bir benzerini zoe'de daha göstererek yaptı. zoe'i öldürdükten sonra neredeyse bir bölüm boyunca bizimle konuşmayı kesti. sonra bölümün sonunda "seni unuttuğumu sandın değil mi?" diyerek bizle biraz sohbet etti zoe'nin ölümünün bir zorunluluk olduğunu söyleyerek normalleştirmeye çalıştı. zaten öncesinde zoe'yi şeytanla işbirliği yapmakla sık sık yargıladığı için "başına geleni haketti" algısı yarattı. ama açık açık bizi o işe ortak etmediğini söyledi.

    bir diğer manüplasyon yöntemi de; dizi diğer karakterleri devamlı yargılarken frank'i hiç bir zaman yargılamıyor. mesela başkan'ı zayıf ve maniplasyona açık olmakla, tusk'i yolsuzluk yapıyor olmakla, zoe'i beleşçilikle, russo'yu alkolik olmakla, claire'i zaman zaman duygularına yenik düşmekle vs gibi diğer tüm karakterleri yargılıyor ve "bunu haketti" hissiyatı oluştururken. frank'i yaptığı tüm şeytanlıklara rağmen bir kere bile yargılamıyor.

    dizide gazeteci hammerschmidt, lucas goldwin, janine skorsky gibi iyi güçler de var ancak zayıf, güçsüz ve kabiliyetsiz olarak, insanı zaaflarına yeni düşen karakterler olarak tanımlanıyorlar.

    şeytan en büyük gücü eline geçirdiğine göre, bundan sonraki süreçte şu ana kadar hep yenilen iyiliğin daha güçlü ve kararlı bir şekilde şeytanla savaşacağı bir süreç başlayacağını umuyorum. ama unutmayalım; biz bu dizide hep şeytan'ın yanında, kötülüğün ortağıyız. şeytan kabiliyetleriyle bizi etkilemeye devam edecek.
    --- spoiler ---

    zamanında biraz hızlıca yazdığım ve oldukça ilgi gören şu entry'deki yazı bozukluklarını ve imlaları gördükçe gözüm acıyor :)
    benzeri bir yazıyı westworld için de yazdım. merak edenler için ilgili entry şurda.

    edit: sevgili diplomats güzel bir "yasak elma" detayı paylaşmış; "dikkat ederseniz frank underwood ve claire her sabah kahvaltıda elma yiyorlar. hatta 4. sezon 11. bölüm sonunda tom kahvaltıya katıldığında da elma var."

  • sınavdan çıkınca 85, arkadaşlarla konuşunca 55, soruları cevaplayınca 35, araba da 5, evde 15, hoşuma da giderse bütteyiz.

  • selam, hayırlı cumalar. bu adam benim. her seferinde belki bu sefer anlarım, sonuçta bilmiyoruz sormak lazım deyip kime adres sorsam, adam ne kadar güzel anlatsa bile, ben bi yerden sonra olayı kaçırıyorum abi. böyle kafamda, bakkallar kavşak oluyor, kavşaklar uzaya giden yol oluyor kayboluyor her şey sıfırlanıyor. beynim reset atıyor lan.
    yalandan da anlamış gibi yapıyorum. çok sağol abi deyip uzaklaşıyorum. işin kötüsü direkt yakalanıyorum, arkamdan bağırıyor lan oradan dönmeyecen, sol dedik sol.
    o kadar çabuk düşün.

  • kuranın türkçe olarak okunmasından öyle çok korkuyor ki..

    fussilet suresi 44. ayet:
    "velev ce’alnâhu kur-ânen a’cemiyyen lekâlû levlâ fussilet âyâtuh(u)(s) e-a’cemiyyun ve ’arabiy(yun)(k) kul huve lillezîne âmenû huden ve şifâ/(un)(s) vellezîne lâ yu/minûne fî âzânihim vakrun ve huve ‘aleyhim ‘amâ(en)(c) ulâ-ike yunâdevne min mekânin ba’îd(in)"

    nasıl? anlamadınız değil mi.. muhtemelen arapça biliyor olsaydık hükmünü anlardık.
    şimdi aynı surenin türkçe mealine bakalım:
    "biz o kur’an’ı yabancı bir dilde indirseydik, onlar elbette: “onun âyetleri anlayacağımız bir dille iyice açıklanmalı değil miydi? arap olmayana yabancı dilde bir kitap olur mu?” diyeceklerdi. de ki: “o, iman edenlere doğru yolu gösteren bir rehber ve eşsiz bir şifa kaynağıdır.” inanmayanlara gelince onların kulaklarında bir ağırlık vardır; kur’an kendilerine kapalı ve karanlık gelir. onlara sanki çok uzak bir yerden sesleniliyor da söyleneni duymuyorlar!"

    bugün, cumhuriyetin ilanından neredeyse 100yıl sonra, laik ülkemize bir mikrop gibi çökmeye çalışan tekke ve zaviyedeki insanlara gidip "ben kuran okuyorum" derseniz karşınızda böbürlenerek ağızlarında sakız gibi uzatarak "siz anlamazsınııııızzzz" derler.

    neden biliyor musunuz? çünkü öyle istiyorlar. onlara göre sadece kendileri anlayabilir. onun hikmetini sadece kendileri çözmüştür.

    o kadar korkuyorlar ki,
    insanların kuranı türkçe okumasını ve öylece anlamasını istemiyorlar. böylece din konusunda kendilerine ihtiyaç duyulmayacağını biliyorlar.
    biz biliyoruz ki kuran türkçe okunduğunda diyanet denilen cemaatin kuklası olmuş kuruma da gerek kalmayacak.

    düşünün o kadar korkuyorlar ki,
    sizinle allah arasına girip kuranı türkçe okursanız "o kuran olmaz" diyorlar. bu sözlerine haşa derler. bu arapça kökenli kelimenin anlamını en iyi onlar bilir ama daha nerede kullanılacağını bilmiyorlar ki allah olup neyin kuran neyin kuran olmayacağına karar veriyorlar.

    düşünün o kadar korkuyorlar ki,
    bu cemaat zırvaları ülkenin kurumlarını, mevkilerini sözcü olarak kullanmaya başlamış, basına demeç verdiriyorlar.

    kuranda şifre mifre yok. sayılar kombinasyonlar da yok.
    sol elle yemek yeme diye söz de yok. kızına hallenen babalar da yok.
    eğer türkçe okursanız ilmini anlarsınız, kandırılmazsınız.
    ama ne var; kul hakkı yeme, öldürme, yalan söyleme, çalma, sapkınlık yapma gibi kuranı arapça okuma sevdalısı insanların alışkanlık haline getirdikleri günahlardan sakın var.

    artık o kadar korkuyorlar ki, kuranı değiştirseler işlerine geldiği gibi düzenleseler yüzleri kızarmayacak. haşa!!!

  • kendini bitirecek hareketleri desteklemesi basiret bağlanmasıdır.

    edit: değil istanbul'u iktidarı da kaybedeceklerdir, umut vermektedir, destekliyoruz.
    muhalefet uyuma.

  • (bkz: üslup bazında bizi benzetirler)'den sonrasını okumadım.

    maşallah. ne yetenekler var sende be ekşi sözlük! ne yetenekler! adamın üslubunu karl marx'a benzetiyorlar! üstelik, kültürel değerlere de saygılı, karı-kızla alakası olmayan bir yazar! bravo!

    mesela benim çektiğim planlara da hep 'yaa sanki steven spielberg çekmiş' derler. öyle yani. çok şanslısınız kızlar. bir tane değiliz ki. birimiz karl marx'a benzer, birimiz steven spielberg'e.