hesabın var mı? giriş yap

  • maalesef büyük istanbul depremi yaşanmadıkça gerçekleşmeyecek olan göçtür.

    1) türkiye'de yüksek nitelikli bir sermaye sınıfı yoktur. en niteliklileri ancak buzdolabı çamaşır makinesi ya da dandik otomobil montaj hatlarında alt segment araç üretip, çalışanlarına mobbing uygulayarak saçma sapan fazla mesai yaptırmaya çalışan meşhur holdingimize bağlı orta teknoloji şirketlerdir.

    kısacası, beyaz eşya ya da dandik otomobil üreterek gelişecek bir özel sektör ve sermaye sınıfı yapımız yoktur. sermayenin büyümesi ile sermayenin gelişmesi aynı şey değildir. çalışan üzerinde baskı kurarak daha çok buzdolabı üretip satarak daha çok kazanabilirsiniz ama kazandığınız paranın niteliği düşük kalmaya devam eder. bir sermaye sınıfını güçlü yapan şey ürettiği katma değerdir.

    zaten bu sermaye sahibinde de katma değeri yüksek alanlarda iş yapmaya kalkacak ne cesaret ne de vizyon vardır. 100 yıllık cumhuriyet tarihinin üretebildiği sermaye sınıfının vizyonu beyaz eşya ve dandik otomobil üretmekten ibarettir. elektrikli otomobiller çok yaygınlaşırsa belki 15-20 sene sonra da fason elektrikli otomobil üretirler, o da yabancı ortakları eğer izin verirse.

    peki neden nitelikli bir sermaye sınıfı üretilemez ve yıllardır bu durum böyle sürer gider?

    bu oldukça zor bir sorudur. cevabı fatih sultan mehmet'in sadrazamı çandarlı halil paşa'yı idamına kadar gider. temel neden devletin kendi işleyişinin bozulmasına karşı çıkmasıdır. çünkü türkiye'de toplum hiyerarşik-kolektif bir yapıya sahiptir, bu yapı korunmazsa devlet aklı varlığını sürdüremeyeceğini düşünür.

    çünkü devletin açtığı katma değersiz inşaat ihaleleriyle büyüyen (ama tabii ki gelişemeyen) sermaye sınıfının devletin düzenine karşı çıkması bir yana en büyük savunucusu haline gelmesi son derece normaldir. bugün türkiye'de bir girişimci spacex gibi bir şirket açmaya kalksa ve dahi başarılı olup milyarlarca dolar ihracat geliri kazanmaya başlasa en büyük rakibi devlet olurdu. çünkü böylesi bir özel kurumun güçlenmesi bizzat devletin varlığına bir tehdit.

    şimdi birtakım kişiler bazı savunma sanayi girişimlerini örnek verip bu dediğimi çürütmeye çalışacaktır bu nedenle tekrar vurgulayayım. spacex gibi diyorum, baykar makina gibi demiyorum. baykar makina'nın yaptığı işi küçümsediğimden de değil bunu deme nedenim, aksine kendi amacı doğrultusunda çok başarılı çalışan bir firmadır.

    kağıt üzerinde ikisi de özel şirket olabilir ama spacex direkt bir şekilde devlete hizmet etmezken baykar makina ediyor. bunun anlamı şudur: spacex varlığını devlete borçlu değilken baykar makina borçludur. bu da devletin ihtiyaç duyduğu (terörle mücadele için siha gereksinimi) ya da izin verdiği (açılan ihalelerin boyutu) ölçüde başarılı olabileceğini gösterir.

    bu yatırım ortamında zaten çıkamaz ama çıksa bile devlet senede 15-20 milyar dolarlık ihracatı sadece 1-2 milyar dolar ithalat ile başarabilen bir sermaye grubunu ya direkt yok etmeye ya da ele geçirmeye çalışırdı. zaten yatırım ortamı da bu yüzden bozuktur, düzelmesi istenmediği için.

    bunun için devlet yadırganabilir mi derseniz bence yadırganamaz çünkü ülkenin kahir ekseriyeti aynı dili* konuşuyor ama aynı hayatı yaşamıyor. yekpare bir kültür yok. ülke ana aksından yenilikçi/gelenekçi olarak ayrılmış bir durumda. alt kırılımlarda başka başka fraksiyonlar da var. bu yapıyı bir arada tutmak için demokrasi yerine hiyerarşi gereksinimi gerekiyor. o da ülkenin militer tarihi nedeniyle görece kolaydır.

    ortadaki ulus bilinci geçmişte sermaye sınıfını güçlendirebilmiş ülkelerdeki ulus bilinci kadar uniform değil. bu yapıda da demokrasi deneyimi arada darbelerle bölünüyor, tek parti baskıcılığıyla bölünüyor ama ilerliyor.

    kimi siyasetçiler, bazen devletin ta kendisi, ülkedeki ana aksı farklı şekillerde kullanıyor ve bu yapıdan güçlü bir sermaye sınıfının oluşmasına izin verilmiyor. bu aksı ilk keşfeden tabii ki recep tayyip erdoğan değil ama kariyerinde bunu en başarılı kullanan lider olduğu da aşikar.

    kısacası sadrazam çandarlı halil paşa'nın idamından beri devletin kendisine ve müesses nizamına rakip olacak bir nitelikli sermaye sınıfı yaratılması istememesi nedeniyle mevcut sermaye sınıfı yatırımlarının kahir ekseriyetini istanbul ve çevresinden başka yere taşıyamayacak durumdadır.

    çandarlı halil paşa, türksoylu olan ve kıt bilgimle bildiğim kadarıyla ailesinden de gelen bir geçmişi olan biridir. devlete karşı bu kişilerin güçlenmesi osmanlı'nın gücünü sarsacağından dolayı fatih ile beraber artık normal ve merkezi bir devletten ziyade imparatorluk olarak büyüyecek bir devletin böyle rakipleri olmamalıdır. doğru bir benzetim sayılmasa da çandarlı halil paşa zamanının nitelikli sermaye sınıfını temsil ediyor da denebilir.

    onun idamıyla birlikte bildiğim kadarıyla kısa bir köprülüler dönemi dışında yüksek osmanlı bürokrasisi sadece devşirmelerden oluşturuldu. onlar da güç zehirlenmesi yaşayıp ya idam edildiler, ya da saraya damat edilip hanedana eklemlendiler.

    imparatorluk ile merkezi devletlerin sistemleri çok başkadır. cumhuriyet ile bu yapı büyük oranda değişmiştir ama devlet aklı, raison d'etat, dediğiniz şey tarihten gelen bir süreçle akar. 500 yıllık imparatorluk geçmişinin üzerine cumhuriyet inşa edip hadi sermaye sınıfı yaratalım dediğinizde ortaya çamaşır makinası ve/veya fason hafif ticari araç üreten bir sermaye sınıfı çıkıyor, spacex çıkmıyor.

    şu anki devlet aklıyla düşünmeye çalıştığımda vardığım sonuç nitelikli bir sermaye sınıfının üretilmesine imkan tanıyacak yasalar hayata geçirildiğinde müesses nizama rakip olacağından dolayı istenmediğidir. bunca yolsuzluğa da devlet tarafından sıkıntı çıkarılmamasının nedeni budur. hatta ana akstaki gerilimi diri tutacağı için iktidar değişikliklerinde bunların yargılanmasını, ya da bazen ayyuka çıkmasına rağmen cezasız bırakılmasının sağlanmasını bu akıl destekler.

    2) ulaşım: bir malı üretip alıcıya ulaştırırken sarf edilen lojistik masrafının en düşük olacağı konumun seçilmesine dikkat edilir. malın içindeki katma değer arttıkça lojistik maliyetleri ikinci planda kalır. mesela 100 tane hafif ticari araç satacaksanız lojistiğin önemi çok büyük ve maliyeti de yüksektir, ama aynı paraya 1000 tane iphone ya da 5 adet maserati satacaksanız lojistik maliyeti sizin için ikinci planda kalır. katma değeri açıklamak çok kolay olmasa da satılan malın fiyatının kilosuna bölümü olarak ele alınabilir.

    istanbul hem oluşturduğu pazar nedeniyle hem de ulaşım avantajı nedeniyle zaten niteliği düşük mal üretecek firmaların yakınında bulunmak isteyeceği bir bölgedir. yani hem nitelikli sermaye sınıfının düzgün bir niteliği yok, hem de doğası gereği nitelikli olması zor olan sektörlerin istanbul ve çevresi dışında bir alternatifi yok.

    nitelikli sermaye sınıfı olsaydı bu bir sorun olmazdı. mesela avustralya'da bugün bmw marka otomobil satılır ama abd üretimi civata satılmaz. çünkü civatada bir katma değer yoktur, ucuzdur. ucuz olduğu için de abd'den avustralya'ya taşımak pahalı ve anlamsızdır.

    ama bmw sadece almanya'da üretilir, x serisi dışında. prestijli bir markadır, dünya çapındadır. bu nedenle avustralya'da bmw'ye talep vardır. bmw bu örnekte sizin nitelikli sermaye ürününüz oluyor. bu kalite bir ürünü türkiye üretseydi eğer, ister istanbul'da üretsin ister malatya'da üretsin istediği yere satardı. ama fason hafif ticari araç üretecekseniz ucuz işçiliğiniz ve navlun avantajınız olmak zorundadır. bu da istanbul ve belki izmir çevresi dışında bir alternatif bırakmaz.

    ekonominin yapısını verimin artacağı, yani nitelikli sermayenin gelişeceği bir rotaya sokamadığınız ama artan nüfus nedeniyle de büyümek zorunda kaldığınız zaman bölgedeki yığılma artarak devam etmek zorunda kalır.

    yani 20 milyonluk nüfusu beslemek için 1 milyon hafif ticari araç satabilirsiniz ama nüfus 80 milyon olduğunda 1 milyon hafif ticari araç + 1 milyon iphone yerine, 4 milyon hafif ticari araç satmak zorunda kalırsanız, nüfus o bölgede yoğunlaşmak zorunda kalır.

    3) bu durumda geriye devlet kalıyor. yani devlet yatırım bütçesinin çok yüksek bir kısmını anadolu bölgesine ayıracak ki istanbul'un nüfusu azalsın. bu ham bir hayaldir. bunun ise birçok nedeni vardır ama en önemlisi türkiye'de bütün siyasi dengenin ekonomik açıdan istanbul'da dönen rant üzerinden kurulmuş olmasıdır. bu denge siyasetin iç dinamikleri ile değişecek bir durumda değildir. daha doğrusu bunun gerçekleşebilmesi için ağırlıkla kırsal kesimde yaşayan ve bugün 45-50 yaş üzerinde olan kesimin ölmesi gerekir ama beklenen istanbul depreminin takvim olarak bundan daha yakın olduğu fikrindeyim.

    öncelikle rant kelimesinin anlamına odaklanmak lazım. fransızca ve ingilizcede kiralamak anlamına gelen rent kelimesinin fransızca birebir okunuşuyla türkçeye geçmiş bir kelimedir. bu kavram sadece türkiye'ye özgü olmayıp bütün gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkeler sınıfına yükselememesinin de nedenidir.

    bir ekonomi kuralı olarak rantı yüksek olan bir yapının katma değeri düşük, para devir hızı yüksektir. zaten bu ikisi birbirini besleyen bir döngüdür. bu nedenle makroekonomik yapının içinde rantı yüksek kısmın büyüklüğünün katma değeri yüksek kısmın büyüklüğüne oranını düşük tutmak gerekir çünkü aksi durum hem sürdürülemezdir hem de enflasyon yaratır. şu anda yaşanan durum ise bu durumun sürdürülemez olduğunun tarafımıza bildirilmesinden ibarettir.

    içerideki katma değer üreten düşük bir kesimin hem sermaye hem de emek tarafından artı değerini devlet eliyle alıp rant odaklarına dağıtarak iktidar olmak mümkündür. ahlaki değildir doğru ama siyasi olarak mantıksız değildir. fakat bu sömürüye ek olarak dışarıdan borçlanarak bu borç ile beraber bir niteliksiz sermaye sınıfı yaratarak iktidar olmak mümkün iktidar kalmak imkansızdır. aslında ahlaki olmayan bir durum da sürdürülemezdir ama ekonomik olarak sürdürülemeyen bir duruma nazaran çok daha uzun süre devam edebilir.

    özetlemek gerekirse, siyasi dengeler neden rant üzerine kurulmuştur derseniz 1 numaralı maddede açıkladığım kısmı yeniden okumanızı önermekten başka yapabileceğim bir şey yok. şu anki iktidar krizi neden yaşanıyor derseniz de abd'nin makroekonomik göstergelerindeki iyileşmeye de bağlayabilirsiniz bu durumu çandarlı halil paşa'nın idamına da.

    bu nedenlerle sermaye dönüşümü yaşanmayacağından dolayı büyük bir istanbul depremi olmadan mevzubahis büyük istanbul göçünün başlayacağına inanmıyorum, ha inanmak istiyorum o ayrı.

    peki deprem gerçekleşirse bu yapı değişir mi?

    değişimden kasıt nitelikli sermaye sınıfına yol açacak bir adımsa bu söz konusu değildir. yani rant yapısı varlığını niteliksiz sermaye sınıfları üzerinden koruyacak ama iktidar olabilmek/kalabilmek için bu rant gruplarının rıza göstereceği ihalelerin boyutu da küçülecektir. rantın boyutunun küçülmesi ne olursa olsun ekonominin geneli için iyi bir şeydir. bu küçülmenin yerini nitelikli sermaye sınıfı alamasa da nitelikli emek sınıfı alacaktır ki bu da türkiye ekonomisinin olası bir depremden sonraki 15-20 yıl boyunca verimliliğini artırır.

    son olarak umarım deprem olmaz ve milyonlarca insanın yaşadığı bu şehirde bir trajedi yaşamayız ve bu dönüşüm süreci kendi mecrasında daha yavaş ama daha hasarsız devam eder ama bütün bilim insanları bu deprem olacak diyorsa umarım olmaz demenin de kime ne faydası var bilmiyorum.

    edit: imla

  • cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimleri dış dünyaya tanıtmak için ülkedeki yeniliklerle doldurulan karadeniz vapuru‘nun avrupa limanlarında gezmişliği vardır. bir de suyun öbür yakası var. amerikalılar için yapılan gösterimler. tabiki bu kez vapur seferi düzenlenmiyor. belgesel şeklinde hazırlanan filmler amerika'da gösteriliyordu.

    1936 eylül ayında amerikalı gazeteci julien byran hızla kalkınan ülkeyi filme çekmek için ülkeye davet edilmişti. devletin desteğiyle istanbul, ankara, izmir, eskişehir ve kayseri'de çekimler yaptı. gazetecilere mesafeli olan mustafa kemal'i florya'da kumsalda, denizde filme aldı. en ünlü kareleri mustafa kemal'in manevi kızı ülkü adatepe ile florya plajında oynarken çektiği görüntülerdir. birçok var, bir tanesi görsel

    çankaya köşkünde çalışırken, kabine toplantılarına başkanlık ederkenki hallerini filme alarak yaklaşık 90 dakikalık bir belgesel ortaya çıkardı.

    byran aynı zamanda abd'de siyasi çevrelerin yakından tanıdığı bir isimdi. başta abd başkanı franklin delano roosevelt olmak üzere önemli dostları vardı. modern türkiye'yi anlatan belgesel film 27 mart 1937'de beyaz saray'daki başkanın katıldığı özel bir davette gösterildi. gösterim byran'ın yaptığı konuşmalarla birlikte 2,5 saat sürdü.

    roosevelt, bu özel gösterimden yaklaşık on gün sonra mustafa kemal'e bir mektup yazdı:

    "ahiren türkiye’de bay julien byran tarafından alınmış filmi, birkaç akşam evvel beyaz sarayda izledim. nispeten kısa bir zamanda meydana getirdiğiniz pek çok şayan-ı hayret hususatı görünce hissettiğim şevk ve heyecanı size arz etmek istedim. kıymetli şahsiyetinizi evinizde ve plajda küçük kızınız ile oynarken çekilmiş olan resimleri seyretmekle bilhassa bahtiyar oldum. bu, sizin ve benim bir gün birbirimizi mülaki olmak fırsatını bulacağımız ümidini, bende bir kat takviye etti. nadir olan istirahat zamanlarımda bana göndermek lütfunda bulunduğunuz türk posta pulları koleksiyonunu seyretmekteyim. bunlar üzerinde resmedilmiş olan manzaraları, bir gün kendi gözlerimle görmeyi ümit ediyorum. samimi saygılar ve halisane temennilerimle"

    mektubun o dönem gazetelere haber olan hali görsel

    atatürk bu mektubu alınca başkana aynı nezakette mektup yazdı:

    “ahiren türkiye’de bay julien bryan tarafından alınmış filmi seyretmekten duyduğunuz memnuniyeti bildiren 5 nisan 1937 tarihli lütufkar mektubunuzu hakiki bir sevinç ile aldım. mektubunuzda, ahvalü şerait müsade eder etmez, birbirimize bir gün mülaki olacağımız ümidini de izhar buyuruyorsunuz. samimi duygularınız ve modern türkiye’de elde edilen terakki hakkındaki takdirdar telakkinizden dolayı size fevkalade müteşekkir olduğuma inanmanızı rica ederim. bay başkan, bu fırsattan istifade ederek amerika birleşik devletleri hakkındaki hayranlığımı tekrar bildirmek isterim. bilhassaki bizim iki memleketimiz, umumi sulh ve insanlığın saadetini istihdaf eden aynı ideali gütmektedir. size bir an evvel mülaki olmak benim de samimi arzum olduğundan harikulade işler yapmış sevimli ve kuvvetli şahsiyetinizi türkiye’de selamlayacağım güne sabırsızlıkla intizar ediyorum. samimi duygular ve halisane temennilerimle”

    filmin gösterimi beyaz saray’la sınırlı kalmadı. julien bryan sanki kültür elçisi gibi abd’nin çeşitli şehirlerinde “yeniden doğan türkiye” (turkey reborn) adını verdiği konferanslarla filmini göstermeye devam etti.

    kaynak: yurdagül yüksel “atatürk ve roosevelt” atatürk araştırmaları dergisi, temmuz 1999

    * franklin roosevelt, atatürk’ün vefatından sonra “benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır” demiştir.

    * abd başkanlarına gelen hediyeler devlete zimmetleniyordu. özel hediye alamıyorlar. atatürk’ün gönderdiği pullar muhtemelen beyaz saray arşivinde tutuluyordur.

  • otostopçunun galaksi rehberi'nde bir bilgisayara hayatın/evrenin/yaşamın anlamını sorarlar. o da epey uzun bir işlem yapıp sonunda 42 cevabını verir. 42 bu manada kullanılır.

    420 de 4.20 yani amerikan tarih sisteminde (ay.gün.yıl) 20 nisan'ı simgeliyor.

    20 nisan da marijuana'nın legalleşmesini isteyenlerin sebebini bilmediğim bir sebepten ötürü legalize it çığlıklarını daha güçlü attıkları gün.

    marihuana'nın legalleşmesinin hayatın anlamından 10 kat daha önemli olduğunu söylemek istemiş. arada da gerçek matematiksel değeri sıkıştırıp zeki esprisi yapmış.

    edit:

    mesajlar yağdı sağolsunlar. teşekkürler.

    4.20 konusunda iki farklı görüş varmış.

    birisi şu; weed'in abd yasak kodu 420 imiş. bu yüzden 420 ayrı bir anlam taşıyormuş.

    diğeri de şu; bir grup öğrenci sürekli saat 4:20'de buluşup dumanlanıyormuşlar. bu zamanla aralarında bir şifreye dönmüş, ordan da 4.20 şenliklerine evrilmiş.

    katkılar için teşekkürler.

  • kendini sahibinden daha zeki sanan canlı.

    bir süredir kanepede uyuyakalıyorum. uyandıran da olmadığı için, sabaha kadar kanepede uyuyorum haliyle. kanepede uyumayı çok sevmekle birlikte, bir süre yatakta da yatma ihtiyacı duyuyorum. bu nedenle, alarmımı normalden 1 saat erkene kurmaya başladım. alarm çalınca kanepeden kalkıyorum, alarmı bir saat sonraya kuruyorum ve son 1 saat yatakta uyuyorum.

    bu arada, kedim de ben uyandığım için çok ısrarcı bir şekilde mama istiyor diye, onun mamasını da 1 saat önce vermeye başladım. yani kanepeden kalkıp, kediye mama verip, yatağa geçip, 1 saat daha uyuyup, sonra kalkıp işe gitmek üzere hazırlanıyorum artık.

    ilk gün durumu gözlemleyen akıllı(!) kızım, 2. gün, kanepeden kalkıp, mamasını verip, yatakta uyumaya gittiğimde tüm mamayı yemiş, 2. alarmla yataktan kalktığımda, sanki ben yeni uyanmışım, sabah mamasını hiç vermemişim gibi benden yine aynı ısrarcılıkla mama istedi. aklı sıra beni kandıracak.

    tabi ben ne yaptım, bu davranışı yüzünden onu ve zekasını takdir ettim. o gün için tekrar mama verdim.

    artık kanepeden kalkınca sabah yemesi gereken mamanın yarısını veriyorum, yataktan kalkınca da kalan yarısını.

    kimin kimi kandırdığı belli değil kısacası.

  • kaliteye bakın dediğim. nerden nereye diyor insan ister istemez gerçekten. dayım derdi zaten, haklıymış adam. "ecevit'lerden kimlere kaldık."

  • mantıklıdır. tek maskeyi en başından beri saçma buluyordum. maskeyi bi koluna takıyosun öbür kolda maske yok. tabi yayılır virüs.

  • o kadar alışmışsınız ki insanların acısını, sevincini sosyal medya üzerinden göstere göstere yaşamasına insan bir gün sessiz kalıp yasını yaşasa size garip bir olaymış gibi geliyor.

    çıkın artık şu kalıplaşmış durumlardan.