hesabın var mı? giriş yap

  • dünyamızı aydınlatan, hayat veren, karşısında saatlerce yatıp bronzlaştığımız güneş ışığının yaşı 10 bin ila 50 milyon arasındadır. yani şu anda çevrenizi aydınlatmakta olan güneş ışığı güneşin merkezinde 50 milyon yıl önce oluşmuştu.
    bizlere okulda güneş ışığının dünyaya 8 dakikada ulaştığı öğretilmişti. hatta güneş bir anda ortadan yok olsa biz bunu 8 dakika sonra fark edebilirdik falan diye duymuşsunuzdur. evet bu bilgiler doğrudur. 8 dakikalık süre, ışığın güneşin yüzeyinden dünyamıza ulaşma süresidir fakat güneş ışığının kaynağı güneşin çekirdeğindeki füzyon reaksiyonlarıdır.

    güneşin merkezinde madde o kadar sıkışmış haldedir ki, reaksiyon sonucunda ortaya çıkan ışığın, güneşin merkezinden yola çıkıp yüzeyine ulaşması 50 milyon yıla kadar uzamaktadır. milyonlarca yıl boyunca ışık, bu sıkışık haldeki madde içerisinde hapsolur ve dışarı çıkamaz. eğer ışık merkezden normal şekilde, saniyede 300 bin kilometre hızla doğrusal olarak hareket ederek çıkmayı başarabilseydi, güneşin 695,000 kilometre olan çapını düşündüğümüzde yüzeyine ulaşabilmesi sadece 2 saniye alırdı ama ışık güneşin çekirdeğindeki bu yoğun ve sıkışık madde denizi içerisinde atomlara çarpa çarpa yolunu şu şekilde sürekli değiştirerek ilerlediği için direkt olarak düz şekilde güneşten çıkması mümkün olmuyor.

    bilindiği gibi ışık hızı saniyede 300 bin kilometredir ama güneşin merkezindeki madde yoğunluğu sebebiyle bu hız saniyede 0.01 santimetreye kadar düşer ve bunun sonucunda dünyamıza ulaşması 50 milyon yıla kadar uzayabilir.
    gündüzleri çevrenize baktığınızda o ışığın güneşin merkezindeki nükleer reaksiyonlar sonucu milyonlarca yıl önce oluştuğunu bilmek bizim için pek bir değişiklik yaratmasa bile hayata ve evrene bakış açımıza bir şeyler katabilir.

    kaynak: https://curiosity.com/…million-years-old-curiosity/

  • eskiden 60 sayfa olarak basılan pasaportlar artık yeni pasaportlarda 38 sayfa olarak basılıyor. ya pasaport sayfasından da kısmazsın be arkadaş. ne olacak diyebilirsiniz fakat 10 yıllık pasaport için 38 sayfa çok yetersizdir. sürekli iş için yurtdışına seyahat eden biriyseniz, giriş çıkış damgaları, vizeler kısa sürede sayfaları tüketirsiniz. işin ilginç tarafı sayfalarınız bittiğinde ve yeniden pasaport almak istediğinizde asıl kabus orada başlıyor. öncelikle sistem pasaportunuzun süresi dolmadığı için randevu vermiyor ve direk nüfus müdürlüğüne sizi yönlendiriyor. oradaki memur böyle bir hizmetimiz yok yeni pasaport alamazsınız diyor. oradan soluğu nüfus müdürünün odasında alıyorsunuz ve ona dakikalarca dil döküyorsunuz, yok neden seyahat ediyormuşum, yok gerçekten gereklimiymiş. lan sana ne ben hakkım olan pasaportu istiyorum aq. o da gönlünden koparsa a4 kağıdı bağışlamanız sureti ile size yeşil ışık yakıyor. işim için kullanmam gereken bu pasaport, sayfa sayılarının 38e düşmesi ile daha çok başıma bela olacak sözlük.

  • bu yasima geldim fakat kendisi hakkinda genis bilgiyi gecen haftalarda trt turk'te yayinlanan, hifzi topuz'un eski paris'i, paris'teki anilarini ve eski dostu fikret mualla'yi anlattigi kentler ve golgeler programinda edindim (onceden sadece ismen duymus olmam benim ayibimdir). genel sonuc su ki: paris'teki yillarinin cogunu akil hastanesi, yokluk, icki ve resim dortgeninde gecirmis bu adam. paris'te gecirdigi uzun yillarin ardindan guc bela ilk sergisini acabiliyor ve paris'teki sanat cevresi tarafindan takdir edilip, begeniliyor fakat zorluklarla actigi bu sergide dolandiriliyor ve bundan hic para kazanamiyor. parasal acidan bir turlu yuzu gulemiyor. barmene ictigi ickinin parasini odeyebilmek icin picasso'nun kendisine hediye ettigi tabloyu verecek kadar parasiz olmasi, fikret mualla'nin ne sikintilar icinde yasadiginin acik bir ornegi. bugun cok yuksek fiyatlara giden tablolarin yaraticisi eller, o donem parklarda 1 franka resimlerini satiyor. resimleriyle hayatta tutunmaya calisan buyuk bir ressammis fikret mualla. bu toplumun fikret mualla gibi degerli sanatcilari, olumlerinden yillar sonra bile olsa onemsemesi ve sahiplenmesi gerekiyor.

  • bir tane tanidigim var. asgari ucretle haftanin 5 gunu 9 saat, bir gunu 16 saat calisiyor ve haftada sadece bir gun izni var o da kesinlikle haftasonu degil. evde iki kucuk cocugu var, onlarin odevleri var, ev isleri var, o var bu var... kisacasi gulumsemeye gucu yok, enerjisi yok.
    ekleme: 16 saat calistigi gunlerde dahi ne yemek ne su veriyorlar. marketten indirimli alisveris ya da kupon vs haklari da yok. ustune yilin bazi donemlerinde bu 16 saat calisma haftanin 2 ya da 3 gunune kadar bile cikabiliyor.

  • bir çok farklı şekilde ortaya çıkabilir kompleks. ama iş hayatım kapsamında gözlemlediğim kadarıyla son derece özgüvenli görünüyorlar dışarıya karşı. oysa bir o kadar da kırılgan olduklarını düşünüyorum. öz güvenleri ve iç huzurları olmadığı için yapılan en ufak şeyi kendi üstlerine alınabiliyorlar. örneğin bir ricalarını mümkün olmadığı için reddederseniz, bunu derhal sevilmediklerine ve kendilerine saygı duyulmamasına yoruyorlar. çünkü hayat onların etraflarında dönüyor. diğer insanlar hep kötü, fena ve onları kullanıyor. iki kelime okuyup alim sanabiliyorlar kendilerini. azıcık köşeye sıkıştıklarında istemeden övünüveriyorlar, yani öyle sırf kendilerini korumak için. temelinde sevgisizlik yatsa da bu sorunun, bu insanlar ne kadar sevilirlerse sevilsinler, kolay kolay değişmiyorlar. zaten sevildiklerine de kolaylıkla inanmıyorlar. çünkü kendilerini sevmiyorlar. en iyisi bir psikoloğa gitmeleri.

  • sakız adasında kaldığımız otel dolu idi. yunan, türk ve amerikalı turistler. arap yok, keko yok. türkler de genelde çocuksuz veya 1 çocuklu çok efendilerdi.

    sokaklarda afgan yok, mülteci yok, keko yok, insanı rahatsız eden unsur yok.

    kafeler ve restoranlar tamamen dolu. taverna cumartesi gecesi tamamen dolu. rezervasyonu olmayanlar geri dönmek zorunda kaldı. garsonlar genç kız, ter kokulu keko garson yok, sürekli masana gelip rahatsız etme yok. fiyatlar euro’nun bu haline rağmen türkiye’ye göre uygun.

    sonra kos adasına gittik. en kötü yanı bodrumdan gitmek zorunda kalmamız oldu, limanda kekoluğa, kazıkçılığa maruz kaldık, çok şükür kekolara bir liramız gitmedi.

    kos adası oteller dolu, cafeler, restoranlar dolu saatlere göre. sürekli rahatsız eden keko garson yok. fiyatlar sakıza göre biraz daha yüksek .

    genelde yunan ve avrupalı turist var. arap yok, afgan yok, keko , barzo yok.

    yine de hiç kazıklanma korkusu yaşamıyorsunuz. amerika’da yaşayan bir yunan aile ile arkadaş olduk. türk olduğumuzu öğrenince çok samimi davrandılar. genelde sakızda türkçe bilen çoktu.

    her sene yunan adalarına gidiyoruz pandemi hariç. euro’nun durumundan dolayı gidemeyiz sanıyordum, türkiye’den daha ucuz. mülteci, sapık olmaması açısından daha da güzel göründü gözümüze.

    gece eşinle çocuğunla sokaklarda güvenle gezebiliyorsun. kimse kimseyi rahatsız etmiyor. sırtlan ve çakal yok. slimfit keko yok. sanırım insanları rahatsız edenler tutuksuz yargılanmıyor.
    her kuruşunu helal ettiğim bir başka yunanistan tatili oldu.

    ekleme: garsonlara bahşiş vermezsen surat yapmıyorlar. 1-2 euro bahşiş verirsen teşekkür ediyorlar. türkiye’de en son 30 lira bahşiş verdim diye sürat yapıp yüzümüze bakmayan ter kokulu , barzo garsonu hatırlayınca insan ülkesi adına üzülüyor

  • tam olarak neler oluyor bilmek zor. mecbur kullanıyoruz işte.

    silip bip'e geçen arkadaşlar vardı. oraya yazacağınıza cimer'e yazın direkt. daha az kişi görür.

  • ''neden hayatında biri yok diye soranlara:
    hani bazen durakta belli bir otobüsü beklersiniz ya;
    on dakika, on beş dakika, yirmi dakika beklersiniz gelmez.
    bu arada başka alternatifler de geçer ama binmezsiniz.
    ne de olsa “beklemişsinizdir o kadar”, boşa gitsin istemezsiniz.
    sormayın artık bana!
    herhangi biriyle değil, beklediğime “değecek” olanla devam etmeliyim bu yola!..
    durakta yaşlanmak olsa da işin ucunda..'' *

    siz yine de beklemeyin.