hesabın var mı? giriş yap

  • biz gazeteci yaşlı bir köylüye sormuş;

    -65 yıl nasıl bir yastığa baş koydunuz?

    köylü teyze cevap vermiş.

    “bizler yırtık elbiselerin yamandığı, söküklerin dikildiği, kırıkların tamir edildiği bir zamanda doğduk, kullanılıp atıldığı ve yerine yenisinin alındığı bir zamanda değil...”

    bokunu yiyim ben o köylünün.

  • bize hak ettiğimiz zaman yolculuklu hikayeyi veren yapımdır. bunun için bir stephen king hikayesi olması yeter de artardı bile ancak işin arkasından j. j. abrams ve baş rolde de james franco'nun olması tuz ve biber oldu. içten içe, kendin için işleri yoluna koyamasan da başkaları için yoluna koymak, en azından denemek, işleri kendin için de yoluna koyma hususunda atılmış en büyük adımdır kafasını ince ve vintage dokunuşlarla yüreğimize dokunarak yapıyor ve bunu daha iki bölümde başardı. hulu her yıl bir stephen king eserini bu şekilde ele alsa netflix'e kafa tutma yarışında büyük ölçüde öne geçer.

  • nurullah ataç; bir kanaat önderi, ufuk açan bir denemeci, usta bir çevirmen ve öncü bir eleştirmendir. ayrıca, aydın boysan'ın deyimiyle "istanbul beyefendisidir" (ataç, pertevniyal lisesi'nde okuyan boysan'ın öğretmeniydi).

    ataç memlekete büyük katkıları olmuş nitelikli bir düşünce insanı, hakbilir değerbilir bir aydın.

    ne yazık ki bir alanda ilk olmak çok zordur, göze batar çünkü rahatsız eder, zamanla da ilk olduğu unutulur.

    oysa bakma'nın görmek'ten farkını onun denemelerinden öğrendik. yazmış, düşünmüş, kelimeleri dert edinmiş bir insan nurullah ataç. (herkes biliyor devrik cümlenin ilk efendisidir.)

    ayrıca zamanında onun önerdiği birçok sözcüğü şimdi hiç farkında olmadan kullanıyoruz. tutmayan kelimeleri de olmuş, bunda tuhaf bir yan göremiyorum. türkçe muazzam bir dil, bünyesine aldığı yapay kelimelere isterse can verebiliyor, istemediğini de istemiyor o kadar. dil zaten böyle büyümez mi? yeni bir şey görürsün ona bir isim verirsin veya yeni bir ifade biçimi önerirsin, tutar tutmaz orası ayrı bir serüven. bu açıdan toz duman dağıldıktan sonra görülen o ki öztürkçe hareketi türkçeyi geliştirdi, daha duru bir dil yaptı, var olan kelimelere yeni kelimeler eklenmiş oldu, türkçe zenginleşti.

    örneğin "günlük" sözcüğünün arkasında bu tarz bir yol vardır: günlük, türk edebiyatına tanzimat'tan sonra gelir. edebiyatımızda bu türün ilk örneği direktör ali bey’in 1897 tarihli “seyahat jurnali” isimli kitabıdır. yani günlük için ilk önerilen kelime olduğu gibi fransızcadan alınmış. sonra tabii abdülhamit döneminin havası nedeniyle bu sözcük farklı bir anlam taşımaya başlar. ruzname dendiği olur. falih rıfkı atay ise "gündem" ve "gündelik" önerilerinde bulunur, gündelik zamanla "günlük" olur. ataç ise "günce" demiştir, bence çok yerinde bir tanım ve güzel bir sözcük, halen kullanılmaya devam ediliyor ama günlük daha popüler oldu. (hulki aktunç da "günlük tutulur, günce ise yazılır" dermiş.)

    benzer bir başka kelime: makina mı makine mi? doğrusu nedir? ataç, makina demiştir, başkaları makine, aradan seneler geçti ama bugün hangisinin doğru olduğunu (mutlak) kimse söyleyemez, ikisi de doğru. fakat eğilim yıllar içinde makine'ye doğru oldu.

    eleştirmenliği hakkında bir değerlendirme ise şöyle: "değişimi izleyip çözümlemenin yanı sıra, gelecek öngörülerini de yapabilen bir eleştirinin olmayışı, kendi eleştirisini yapmayan, yapamayan bir edebiyatın bu alışkanlığını gelecek dönemlere aktarmasına neden oldu. nurullah ataç’ın varlığı ve unutulmayışının nedeni burada. katkısız bir modernistti o, kendi doğrularından ve bireysel duruşundan başka hiçbir şeyi umursamaz tutumu onu alıp döneminin önüne, bir lokomotif gibi yerleştirdi. 1940’ların ilk yıllarından 1957’de ölümüne kadarki dönem, aynı zamanda 1950 kuşağı’nın kendini yaratma sürecine de karşılık geliyordu. ataç ne 1950 kuşağı ile bire bir ilişki içindeydi, ne de öteki herhangi bir çevre ya da anlayışla. eleştiriyi bir sanat olarak gören ataç, öznelliğin değerini edebiyatımıza onaylatırken, elbette döneminin en köktenci modernistlerinden biri, bir öncüydü, ama sözgelimi ne onun için bir inceleme kitabı yayımlayan asım bezirci onu böyle tanımlıyordu, ne de başka bir yazar." (s.gümüş, radikal kitap, 13.03.2009)

    eleştirmenliği cesaret isteyen türdendir, mesela "şiirden anlamak mehmet akif'in şair olmadığını anlamakla başlar" der. bugün benzer bir ifadeyi yazacak cesareti olan bir eleştirmen yoktur.

    en büyük katkısı tercüme bürosudur, bu konuda hakkını ödeyemeyiz, ruhu şâd olsun:

    "hasan âli yücel’in 1938’de maarif vekili olduktan sonra başlattığı tercüme hareketinden sonra kurulan tercüme bürosu’nun türkçeye kazandırdığı klasikler, ülkenin düşünce ve kültür hayatını değiştirdi. 1940’ta kurulan tercüme bürosu’nu nurullah ataç yönetti. adnan adıvar, saffet pala, sabahattin eyuboğlu, sabahattin ali, bedrettin tuncel, enver ziya karal, nusret hızır gibi, dönemin saygın düşünce ve edebiyat adamları da büro’nun çalışmalarına etkin biçimde katıldı. dünya edebiyatı klasiklerinden tam 496 yapıt altı yıl içinde türkçeye kazandırıldı." (notos, ocak 2011)

    meral ataç "babam nurullah ataç" isimli kitabında babasının açık sözlülüğü yüzünden çok çektiğini, yazdıklarını eleştirdiği için melih cevdet anday tarafından dövüldüğünü de anlatır.

    son olarak nurullah ataç’ın, reşat nuri güntekin, ali süha delilbaşı ve ismail hami danişmend ile birlikte hazırladığı "fransızca-türkçe resimli büyük dil kılavuzu" çıkar çıkmaz temel başvuru kaynağı olmuş değeri hiç azalmamış bir eserdir.

  • tarihte kayıtlara geçmeyi ve pek çok metne ve görsel sanata da ilham kaynağı olmayı başaran vampir vakalarından biri 1725 yılında sırbistan'ın bir köyünde (kisiljevo) gerçekleşmiştir. çok ilginçtir, olayın yaşandığı topraklar 1718 yılında pasarofça antlaşması ile osmanlı'dan avusturya'ya geçmiştir. 1739 yılında imzalanan belgrad antlaşması ile geri osmanlı'ya geçecektir. bu yüzden, yaşanan olaylara ait kayıtlar avusturya devleti tarafından tutulmuş ve devletin görevlendirdiği ernst frombald isimli sağlık subayı yaşananları bizzat kayıt altına almıştır.

    kayıtlara geçen vampir hadisesi, petar blagojevic isimli köylünün hayatını kaybetmesiyle başlar. en azından köylüler blagojevic'in öldüğünü düşünmüşlerdir. sonrasında yaşananlar ise bu şekilde düşünmemelerine yol açacaktır. blagojevic'in ölümünün ardından aynı köyden dokuz kişi daha hayatını kaybeder. dokuz kişi arasından bazıları ölüm döşeğindeyken blagojevic'in ismini sayıklar. söylediklerine göre blagojevic, gecenin bir yarısı kurbanları boğazlamıştır. yine köylülerin söylediklerine göre yine bir gece yarısı blagojevic karısını ziyaret etmiş ve ondan ayakkabılarını istemiştir. söylentiler bununla da sınırlı kalmaz. blagojevic bir gece oğluna görünmüş ve ondan yiyecek bir şeyler istemiştir. oğlu bir şey vermeyi reddedince de oğlunu vahşice (büyük ihtimalle kanını içerek) öldürmüştür.

    olaylar ve söylentiler önü alınmaz bir hale gelince blagojevic'in mezarının açılmasına karar verilir. bu esnada ernst frombald ve bir rahip de olay yerindedir. blagojevic'in mezarı açıldığında insanlar büyük bir şokla sarsılır. blagojevic'in saçlarının ve sakallarının uzamış olduğunu, ağzının kenarlarında kan olduğunu ve ölüp çürümesi gereken vücudunun eskisi gibi göründüğünü fark ederler. yanlarında getirdikleri bir kazığı blagojevic'in kalbine saplamalarının ardından cesedin ağzından ve kulaklarından taze kan geldiğine şahit olurlar. son olarak da blagojevic'in tamamen yok olduğuna emin olmak için cesedini yakıp küle dönüştürürler.

    bu olaylardan önce yine sırbistan bölgesinde pek çok buna benzer vampir vakası anlatıla gelmiştir. anlatılan efsanelerde kadın vampirler de eksik olmuyordu. kimileri bu vampirleri tavandan aşağıya sarkmış bir şekilde uyurken ya da baş aşağı tavanda yürürken gördüklerini iddia ediyordu. sırbistan'dan doğan bir diğer ünlü vampir efsanesi de değirmenci sava savanovic'tir. anlatılanlara göre, değirmenine un almaya gelen köylülerin hiçbiri geri evlerine dönememiştir. bir gün savanovic'in bedeni, boynundaki ısırık iziyle birlikte değirmende ölü bulunur ve sarı bir kelebek savanovic'in ağzından çıkıp gider (bu olayla ilgili sırpların leptirica (1973) isimli bir korku filmleri de bulunmaktadır). 1950'li yıllara kadar bölgede savanovic'i gördüğünü iddia eden insanlar olmuştur. bahsi geçen değirmen 2012 yılında kendiliğinden yıkıldığında ise insanlar savanovic'in ruhunun salıverildiğini düşünerek tekrardan büyük bir panik yaşamış ve bu yüzden evlerinin kapısına haç takanlar bile olmuştur.

    bugün korku sinemasından ya da edebiyatından okumaya veya görmeye alışık olduğumuz pek çok vampir klişesi, aslında 300-400 sene öncesinin özellikle de slav coğrafyasının efsanelerine dayanmaktadır.

    kaynak:
    https://theculturetrip.com/…ia-birthplace-vampires/
    https://medium.com/…-inspired-folklore-5a70a4d180c4

  • bölüm sonunda memati'yi durduran el benim elimdir. bir sonraki bölüm sonunda da ayağımla başkasını durdurucam. dizilerde figüran olmak böyle boktan bir şey işte. sadece elin ayağın gözüküyor.

  • kız arkadaşım beni öptükten sonra yanağımı siliyorum mesela, boşuna silme çıkmayan ruj kullanıyorum diyor.

    ben de 'boşuna kendini hırpalama, çıkmayan ruj bu hayatta çıkmaz yanağından o kaldı artık ömür boyu' diye anlıyorum. içimden ne kadar bencil ve ukala diye kızıyorum.

    meğer dudağından çıkıp da yanağıma geçmiyormuş. yeni öğrendim.

  • yikan olay.

    sene 1995, bakirkoy,
    istasyon caddesinde kumpircinin ko$esi olmasi lazim, sinema ve ptt'nin oldugu ara, luks bir $arkuteri var. biz de ogrenciyiz bir evde, yari ac yari tok ya$ayip gidiyoruz. yaz okulu, yalnizim. bir gun para biriktirmi$im. oyun falan almami$im bir hafta on gun. sucuk alicam da sucuklu yumurta yapacam... hastasiyimdir. yumurtalar hazir evde, sigara almaya cikarken aldim 8-10 tane. yatirdim buzdolabinin kapagina. sucuklari beklerler.
    bu dukkana gidesim tuttu. belki biraz pahalidir ama kalitelidir. 3 lira pahali olsa ne olacak dedim. alt tarafi bir kucuk kangal sucuk. bu arada da kafamda hesap kitap yapiyorum. bir kangaldan 3 sucuklu yumurta cikarma egilimindeyim. kangali 33 derecelik acilarla nasil keserim acaba diye teknik cali$iyorum kafadan. 2 seferde mi yapsam diyorum o zaman sucugu bol olur ogunun, daha kiral olur ama 1 sefer az yersin.
    fakirlik i$te bunun gibi bir $ey olsa gerek dedim kafamdan. neyse;
    gittik dukkana, marka sucuklar var, kiral. ustlerine bakiyorum. biraz buyukcenelere param yetiyor, 2 de ekmek alicam taze. banip banip...
    $oyle ortalama bir taneyi alayim diye karar verdim. uzunca sure marka marka, buyukluk buyukluk baktim sucuklara ama... farkindayim mekan sahibi killaniyor. kiyafet de belli. itulu bir muhendis sap... matematik de co$sun, kari de sussun, cepte para yok, t cetvelim hic olmadi benim, olsa satacam oyun alacam. :(
    ogrencilik de boyle $ey arkada$lar... hep biliyoruz ya. neyse;
    neyse sucuga uzanacam tam. gozum pastirmaya ili$ti. ne de guzel olur be? he? ben sucuklara bakarken pastirma alanlar da olduydu. kafadan bir hesap yaptim gene, eldeki para ile ne kadar alinir, oran ve orantiya hakim bir insanim, bir pi$irimlik pastirma da alabiliyorum gibi geldi. karar veremedim. 2 pi$irimlik sucuk mu? 3 pi$irimlik sucuk mu? 1 pi$irimlik pastirma mi? bu arada 10 saniyede bir yutkunuyorum. karnim deli ac. eve ko$acam yapacam, yiyecem. neyse;
    ben tam son ve aslinda mantiksiz karar olan pastirmayi alacaktim, arkadan kalantor, ustten kel bir adam geldi. dukkan sahibi, "- oooo bilmemne bey, sizin ozel sipari$ hazir..." dedi. $oyle bir kucaga yakin, cuvalimsi kagida sarili bir "$ey" uzatti. kenarindan gordum, nereden baksan 2-3 kilo pastirma. sonra cikardi parayi verdi balyayla, benim nereden baksan 2 ayda yiyemeyecegim para...
    buruldum bir ko$ede. gozlerim pastimada, sucukta. alamadim. almak ezilmek miydi, kazanmak miydi? tarif edemedim. seri adimlarla kacarcasina ciktim.
    eve giderken eti burcak aldim. kotu gunlere dosttur diye... onu yedim de agladim.

    kemalettin tugcu gibi yazdim, farkindayim, ozur dilerim. agladigim da yok tabi ama, o sectigim sucugu var ya, $imdi gorsem hatirlamazsam adiyim. santimetrekareye du$en beyaz yag noktaciklarini sayacak kadar uzun sure baktiydim sucuklara.

    allah kimseyi aclikla islah etmesin.
    yalniz da birakmasin.
    sevdiceginden de ayirmasin.
    sigaraya ba$ladigim yilin yaziydi. dersler kotu gittiydi. neyse,
    .
    .
    .

  • arkadaşlar burada bir noktaya değinmek istiyorum. ihtiyaç sahibi insanlara duyarsız kalamayan, gelirinin ciddi sayılabilecek bir kısmını bu tip durumlara yardım amaçlı gönderen bir insanım. öncelikle bunu belirteyim.

    ancak ne kadar çabalasak da bu tip yardım kampanyaları ile kalıcı bir çözüm getiremiyoruz. asıl yapmamız gereken bu felçten kurtarma ve buna benzer durumların 30 bin liraya mal olmamasını sağlamak olmalı. sonuçta bu çözümü getirecek ameliyatı uzaylılar yapmıyor ve ilaçlar uzaydan getirilen maddelerle üretilmiyor. bu arkadaşlarımızın sorununu çözmek çok zor olmayan süreçlerle sağlanıyor. neden 30 bin lira? birileri bu işten zengin olduğu için 30 bin lira. bu tip kampanyalara destek verdiğimiz kadar, fırsatçı tıp sektörüne karşı da savaş vermeliyiz. bu konudaki isyanları da desteklemek yerinde olacaktır.