hesabın var mı? giriş yap

  • adamlar sana bilgi aşılıyor, sözlükte "anlatımı sıkıcı" "gereksiz bilgi deposu" "ateist" "reklam peşinde" falan diyor. inanılır gibi değil.

    tebrik edilesi, güzel ve çalışkan bir ekip olduğuna inanıyorum. severek takip ediyoruz. kendilerinden pek çok şey öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum.

  • şu an yan dairemdeler. hafta içi çok sesleri çıkmıyor, hafta sonları ise biz buradayız diyorlar sanki. apartamanın hava boşluğuna bakan odadayken ilk kez duymuştum seslerini, acaba hangi radyo bu dedim meğer yan dairedeki çiftmiş çalıp söyleyen. ikisi de yan flüt ve gitar çalıyor, sesleri de yumuşacık. yatak odalarımız dip dibe. sabah uyandıkları andan itibaren başlıyorlar şarkı söylemeye, sonra duşta devam ediyorlar, neyse ki sesleri güzel. şu an yağmur yağıyor ve onlar balkondalar, kız çalıyor çocuk söylüyor, çocuk çalıyor kız söylüyor. daha çok sevsinler de birbirlerini daha çok söylesinler şarkılarını, biz memnunuz devam et 27 numara.

  • lisede kapanmaya karar verdim. ailem çok tepki gosterdiler babam falan dövdü hatta ama yılmadım. başörtümü bağlayıp,heycanla okuluma gittim sabah. sanki herkes bana bakıyor,işaret ediyor gibiydi. o dönemler baya sıkıntılı tabi.

    sonra derse girdim. sevdiğim bir öğretmenim beni azarlayip başörtümü çekti sacimdan. şaşırdım tabii. "ınsanların inancına hiç mi sayginiz yok hocam "
    dedim. o da bana "saçmalama oğlum git tahtayı sil" demişti. hatırladıkça hala üzülürüm. o günden sonra zaten dini imanı boşladım. kısa kısa şortlar giyip geziyorum.

  • **iş bu entry rönesans genel özellikleriyle ilgili herhangi bir bilgi içermemekte, lonca teşkilatı-sanatçı arasındaki ilişkiyi, değişimi içermektedir.

    kısaca rönenans, sanatçının kentsoylu zanaatçılıktan özgür bireye/sanatçıya evrildiği dönem. erken rönesans dönemi loncaların etkisi ortaçağdaki kadar etkin denilebilir. sanatçılar bu dönemlerde lonca teşkilatına hala sıkı sıkıya bağlı. sanatçıyı sanatçı yapan şey yetenekleri değil, aldıkları eğitim oluyor. bu eğitim de lonca birliklerinde veriliyor tabi ki. bu atölyelerde öyle teorik bilgi verme de yok pek. çocuklara bakıyorlar, okuma yazmayı öğrenip, kafası hesap kitap yapmaya bastığında yolluyorlar bir ustanın atölyesine. bu eğitim de 1-2 senede bitmiyor öyle, 8-10 yıl süren eğitimlerden bahsediyoruz. bakmayın şimdi atölye falan dediğimize, o zamanın büyük sanat okulları buralar aslında. donatello, sandro boticelli, brunelleschi, lorenzo ghiberti, paolo uccello falan hep buralardan çıkma o zamanlar.

    insanlar "hadi benim çocuğu şu aşağıdaki atölyeye yazdırayım" demiyorlar tabi. adamlar çocuklarını sanatçı olarak en fazla üne sahip olan usta kimse gidip oraya yazdırıyorlar. usta ne kadar ünlü biri ise, çocukların da o kadar şansı yüksek çünkü. ha şimdi buraya hep böyle çok yetenekli çocukları mı alıyorlar? yooo. ortaçağın etkisinde kalmış bir kolektif kültür hala var o dönemler. ne kadar çok çırak o kadar bedava iş gücü demek.

    ya mesela aklınıza bob ross'u getirin tamam mı. trt2'deki kıvırcık saçlı amca. "şuraya bir ağaç koyalım", "buraya minik çalılıklar koyalım", "mesela şurada küçük bir sincap olsa" falan derdi ya hani. adam mesela o dönem yaşayan bir usta olsa, bu sayılanların hepsini ayrı bir öğrencisi tamamlardı. "donatello gel oğlum. ağaçları sen çiz", "ucello sen de şuraya küçük bir dere çiz" mantığında ilerlerdi. dalga geçmiyorum, böyle bir ortam var. çünkü adamlarda "tek bir elden" eser çıkartma mantığı yok. eserler resmen anonim, kimin eli kimin cebinde belli değil. yaratıcılık ve özgünlük yok aslına bakarsanız. bir usta büyük bir iş alıyorsa bütün çıraklarını alıp gidiyor, birlikte bitiriyorlar o siparişi.

    bu dönem tek bir zanaat türü de yok. misal michelangelo hem ressam hem heykeltraşmış. uzmanlaşma gibi bir kavram pek olmadığı için çok farklı alanlardaki işler atölyenin içinde yapılabiliyor, yapan biri bulunabiliyor. atölyenin büyüklüğüne göre resimler dışında arma, tahta oyma, halı dokuma, nakış vs hepsini yapan birileri illaki bulunuyor. donatello mesela zamanında kendi koruyucusu için gitmiş gümüş ayna yapmış; sandro botticelli komşusu olan esnaf için tabela falan yapmış, inanılır gibi değil. adamlar bu tür işleri küçük düşürücü görmüyorlar önceleri.

    sanat ve zanaat ayrımı; sanatsal çalışmaların ölçütü michelangelo ile birlikte ortaya çıkmaya başlıyor. o dönem yaratıcılık da çok fazla olmadığı için michelangelo'yu ilk modern sanatçı olarak görmek yanlış olmaz. giorgio vasari zanaat türüne giren bu tür işleri sanatçının kendisine olan saygısıyla ters düşeceğini ve bu tür siparişler almaması gerektiğini savunuyor o dönemler. bu gelişmeler sanatçıların lonca teşkilatlarına bağımlılığını azaltıyor. bunun en bariz göstergesi, o dönemde adını şimdi hatırlayamadığım bir ressam loncası bir ressama dava açıyor. nedeni de adamın loncanın belirlediği bilmem kaç yıllık eğitimden geçmemiş olması. neymiş bu adam ressamlık yapamazmış. yok yeaaa. tabi davayı kaybediyorlar.

    loncalardan kopma biraz da koruyucularla mümkün olabiliyor. rönesans dönemi italya'daki sanatçılar diğerlerine nazaran daha iyi konumdalar, dönemin prensleri tarafından değerleri biliniyor falan. diğer sanatçılar şehirlere bağlı kalırken, italya'daki sanatçılar saraydan saraya geziyorlar. bir saraydaki sipariş bitince diğerine geçiyorlar. siparişi aldıklarında loncadan çalışma izni istemek, yanında kaç adam çalıştıracağını sormak da yok. tamamen özgürler. bu ayrıcalıklı konumlarından dolayı belki de daha özgün çalışmalar oluşmaya başlıyor.

    ortaçağ sanatındaki geleneksel yapı yavaş yavaş kırılır. ortaçağdaki geleneksel yapıya göre ustalaşmanın en iyi yolu "usta'nın taklit edilmesi"dir. bu taklidi ilk kez leonardo da vinci bırakıyor. leonardo'yla birlikte taklit kendini doğanın incelenmesine bırakıyor. böylelikle lonca teşkilatlarında pratikle ilerleyen geleneksel eğitim sistemi de değişmeye başlıyor. taklit, kendini doğanın incelenmesine bıraktığı için usta çırak ilişkileri de değişime uğruyor. artık taklit önemini yitirdiği için yetenek daha öne çıkmaya başlıyor. atölyelerde pratik yerine teorik ve kuramsal eğitimler verilmeye; bunun harici geometri, perspektif, anatomi gibi yine doğayı gözleme dayalı bir dizi bilgiler verilmeye başlanıyor. öğrenciler canlı modellerle falan çalışmaya başlıyorlar. bu da akademik eğitimlerin temellerini oluşturuyor.

    mesela "deha" kavramı şekil değiştiriyor. sanatçıların kişilikleri sayesinde yaptığı çalışmalar, onların özgünlüğü hep bunun ürünüdür. dehanın başkasına aşılanamayacak, tanrı vergisi bir yetenek olduğu görüşü önem kazanıyor. bu da lonca teşkilatlarının önemini giderek azaltmaya başlıyor. bireysellik ve öznellik artmaya başlar. modern olarak "bireyin kendi bilincinin farkına varması" ilk kez rönesansla mümkün olabiliyor. rönesanstan önce birey kendi farkında değil mi? farkında. sadece sanatta kişisel anlatımın takdir edilmesi ve bunun aranması bu zaman dilimine denk geliyor. yapılan çalışmalar nesnel bir "ne" ye göre değil; öznel bir "nasıl"a göre şekillenmeye başlıyor.

    deha kavramındaki en büyük değişim sanatçıların özgün ve soyut çalışmalara geçmesiyle, bireyselliğe önem verilmesiyle yaşanıyor. mesela vasari, ucello'nun öldükten sonra arkasından sandıklar dolusu eskiz bıraktığından bahseder. peki elimizde ortaçağ'a ait sanatçıların neden eskizleri yok? çünkü özgünlük/öznellik önemli değildi. ortaçağda anlık düşünceye önem verilmiyor. bundan dolayı da kağıda geçirmeye önem vermiyor adamlar. kağıtları korumak için de herhangi bir çabaları yok zaten. onu geçtim ortaçağdaki çalışmaların öznel değeri yok, tamamen salt nesne değeri var.

    artık yaşanan bir olayın, durumun olduğu gibi "nesnel şekilde" anlatılması veya o tabloya yansıtılması önemini yitiriyor. sanatçının öznel olarak nasıl yansıttığı önem kazanıyor. "eylemin güzelliği biçemin güzelliğinin arkasında kaldı" denilir. kısacası rönesansla birlikte, bir savaşın kazanılması ve bunun olduğu gibi resmedilmesi değil, kazanılan savaşın sanatçı tarafından "nasıl" resmedildiği ilgi çekmeye başlar.

  • hp alin hem sicak hem soğuğu yaşayin. kasada yanma ekranda donma şeklinde

    yıllar sonrası için edit: lenovo hiç almayın! hp'yi rahmetle ararsınız.

    2020 editi: başlığa baktım şukela modunda en tepede kendimle karşılaştım. şunu söylemem lazım 2003 de toshiba aldım 5 sene taş gibi sağlam çıktı. 2008de bir toshiba daha aldım 6 sene çatır çatır kullandım. sonra ne olduysa ( olan belli aslında maliyetler ve rakiplerin kalitesiz ve düşük fiyatları tabiki) bu japonlar piyasadan çekildi. lapin çinlisine topun korelisine kaldık. en son seviye işlemci ram vs va kullansalarda hiçbiri 5 para etmiyor. ah be toshiba kalitesi seni rahmetle arıyoruz.

  • kaygılı bağlanma stiline sahipseniz;
    *birinden ayrılmak size çok acı verir. bu nedenle içinizde bir ses size "ne olursa olsun yeter ki gitmesin" der.
    *kendi yetenek ve özelliklerinizi küçümseyerek onunkileri abartmaya eğilimlisinizdir.
    ilişkide vericisinizdir.
    *onunla iletişimde olmadığınız her an onu düşünürsünüz, başka konulara odaklanmakta zorlanırsınız.
    *onunla iletişime girdiğinizde kaygı hissiniz kaybolur.
    *hayatınızdaki kişinin aşk için son şansınız olduğuna inanırsınız
    *sizi rahatsız eden davranışları konusunda "değişebilir" diye düşünmeye eğilimlisinizdir.
    *partnerinizle sorun yaşadığınızda yoksunluk belirtileri gösterirsiniz (yemek yiyemez, uyku uyuyamaz, mantıklı düşünemez duruma gelirsiniz)
    *yakınlık ve samimiyet istersiniz.
    *ilişkideki yerinizi açıkça bilmek ve partnerinizin sadakatinden emin olmak istersiniz.
    *çoğunlukla tepkisel davranırsınız.
    *fiziksel yakınlık istersiniz.
    *partnerinizin bir başkasıyla ilgilenmesi veya ilgilenecek olması sizi kaygılandırır.
    *bir partnere hızla bağlanma eğiliminiz vardır.
    *bir çatışma anında meselenin gerekçelerini konuşmak yerine düşünmeden sonradan pişman olacağınız şeyler söyleme ve yapma eğiliminiz vardır.
    *partneriniz size soğuk ve uzak davranırsa bir şeyleri yanlış yaptığınızdan endişe duyarsınız.

  • lise 2'ydi, galiba bahçede dolanıyordum. gözlüklü bir kız yanıma yanaştı, gergin bi bakar mısın dedi. kızı tanımam etmem. bir şey mi oldu, dedim. meğer bir kız varmış beni seven. dedi ki; bizim sınıfta bir kız var seni seviyor. ama öyle böyle değil. belki sana göre güzel bir kız değil ama inan çok seviyor. senin için gece boyu ağladığına gözümle şahit oldum. annesi 2 yıl önce öldü babası da şehir dışına gidip geliyor iş için, yalnızlıktan olmasa da sevgisizlikten içi kurudu. ben dayanamıyorum onun bu haline. bir hafta olsun onun sevgilisi ol ne olur. dünya gözüyle onun mutlu olduğunu göreyim. kendisi sana gelemez, e sen zaten ona gitmezsin. ben yapmak istedim, sana söylemek istedim. eğer istemezsen anlarım ama yaparsan bir insanı gerçekten ve tam manasıyla mutlu etmiş olacaksın.

    kim olsa şok olurdu. ben de oldum. önce inanmadım. kıza arkadaşının ismini ve sınıfını sordum. biraz araştırdım kendi çapımda. sessiz sakin içine kapanık bir tipti. çok düşündüm bir insana yalan söylemek onun mutluluğu için bile olsa doğru mu diye. sonra onun mutluluğunun daha önemli olduğuna karar verdim. ve bir sabah sınıfının bulunduğu koridorda dalgın dalgın yürürken çarptım ona. kafasını kaldırıp karşısında beni gördüğünde yüzünün ifadesi öyle bir değişti ki beni sevdiğine o an inandım. özür dilerim görmedim, dedim ve gülümseyerek sınıfıma indim. daha sonra kantinde sırada tam arkasına kaynak yaptım. kantinci abiye seslendim kız beni fark etsin diye, sesimi duyar duymaz arkasını döndü. yüzünde yine aynı ifade vardı. sevgi ve hayranlık yüklü nemli gözleriyle bana bakıyordu. onun bakışları içimi delip geçmiş ve üzmüştü beni. yanlış mı yapıyordum? kalbim hayır diyorsa da mantığım evet diye haykırıyordu! fakat ok yaydan çıkmıştı artık. bana gelip durumu anlatan kız arkadaş sınıfıma uğradı, sen ona çarptın ya hala onun etkisinde belki yüz kere anlattı daha şimdiden onu çok mutlu ettin dedi. beraber plan yaptık. okul çıkışı onlar bir kafeye gidecekler, tesadüf bu ya ben de aynı kafede olacaktım. sonra selamlaşacaktık ve ben masalarına oturacaktım. sonra ne olacaktı bilmiyordum.

    planımız işledi. harfi harfine hem de. bir tiyatro oyuncusu gibi sahneler planladım ve onları hayata geçirdim...tanıştık konuştuk. inanılmaz bir mutluluk ve şaşkınlıkla, ne yapacağını şaşırmış bir halde bana bakıyordu konuşurken. güldürdüm onu birkaç kere, utandırdım. muhabbet öyle koyulaştı ki saat geçmiş fark etmedik. onu evine bırakabileceğimi söyledim. evet demedi ama hayır da demedi. kızardı, utandı, ne diyeceğini bilemedi. diğer arkadaş bizden ayrıldıktan sonra beraber yarım saat yürüdük. ben konuştum o dinledi. o zaten az konuşan ve sustuklarını içinde yaşayan bir kızdı. vedalaşırken yanağına bir buse kondurdum. utanarak ve hızla eve girdi.

    o gece yatağımda dönüp durdum. acaba şimdi ne yapıyor dedim. mutlu mu? neler düşünüyor? içi kıpır kıpır mı? sırıtıyor mu sebepsiz yere? ne yapıyor şu an...

    tabi o dönem cep telefonumuz olmadığı için haberleşme imkanı sınırlıydı. nasıl olduğunu görmek için ertesini günü beklemek zorundaydım. bu şekilde tam on gün beraberce gezdik konuştuk tanıdık birbirimizi.

    artık ona sevgili olalım diyecektim. sonra fark ettim ki ben de heyecanlıyım. elim ayağıma dolanıyor. oyun yaparken gerçekten etkilenmiştim ondan. evet görece güzel değildi ama muhteşem bir kalbi vardı. okul bahçesinde karşılaştık. beni öptü yanaklarımdan ve yürümeye başladık. sonra duvarın orada durup susuştuk. lafa nasıl gireceğimi bilemedim. sonra gözlerine baktım ve onunla sevgili olmak istediğimi söyledim. gözlerinden yaşlar döküldü. sustu tek kelime etmedi. sonra hızla uzaklaştı yanımdan. öylece kalakaldım.

    onu o gün bir daha görmedim. ertesi gün de görmedim. arkadaşı beni buldu ve o hafta okula gelemeyeceğini söyledi. çok telaşlanmış ve korkmuştum. sebebini sorduğumda da biraz rahatsız olduğunu söyledi. ama öyle değildi biliyordum. gidip ziyaret edelim dedim, bence iyi bir fikir değil şu an dedi. üzüntüden çökmüş bir halde sınıfa döndüm. ne derse kendimi verebiliyordum ne de neşeli o halimden eser kalmıştı. her teneffüste arkadaşlarım başıma toplanıyor "neyin var, bir şey mi oldu, gergin kesin bir şey oldu ben hiç seni böyle görmedim" gibi şeyler söylüyorlardı. evet bir şey olmuştu ama ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. neyi yanlış yapmıştım bilmiyordum...

    tam altı gün boyunca ondan haber almadım. ne yüzünü gördüm ne sesini duydum ne de evine gidip sormaya cesaret edebildim. içim içimi kemirdi günlerce. kötü bir şeye sebep olmaktan ölesiye korkuyordum. hani bir kere görsem, iyi olduğunu bilsem, bir iki kelam etsek karşılıklı o zaman dinecekti içimdeki sebepsiz fırtına. sonraki haftanın pazartesi günü istiklal marşı için sıraya girerken gözlerim hep onu aradı. yine yoktu. hayatımda kendimi hiç bu kadar kötü hissettiğimi hatırlamıyorum. sınıflara dağıldıktan sonra ben onun sınıfına gittim ders başlamadan önce. arkadaşını buldum. allah rızası için bana güzel bir şey söyle dedim, iyi mi o? neden gelmiyor?

    omzuma bir el dokundu ben onunla konuşurken. arkamı döndüğümde tam karşımda duruyordu. yüzüne utangaç bir hüzün çökmüş, gözleri yine nemlenmiş, gülümsemesindeki coşku yerini dudak kenarlarına gizlenen bir umutsuzluğa bırakmıştı. birkaç saniye konuşmadan bakıştık. "nasılsın" dedim sesim titreyerek. iyi olduğunu söyledi. kısa cümleler kuruyordu. öğle arasında buluşmak üzere sözleştik ve ben sınıfıma döndüm. izafiyet teorisi işte tam da o sıralarda kendini hissettirdi. öğleden önce 45'er dakikadan 4 ders vardı. bir de 10'ar dakikalık teneffüsler. allahım bu zaman ne menem bir şeydi neden geçmiyordu. dakikaları bıraktım saniyeleri saydım. karnıma ağrılar girdi, kalp atışlarım en yüksek seviyedeydi, parmak uçlarım uyuştu, avuçlarım karıncalandı, yanaklarım al al oldu. sanki 3 buçuk saat değil de bir o kadar yıl geçti aradan. öğle tatili zili çalınca sınıftan ışık hızında çıktım. her zaman konuştuğumuz duvarın önünde onu beklemeye başladım, heyecandan buz gibi olmuş uyuşuk avuçlarımı birbirine sürttüm. yüzümü ellerimin arasına alıp yanaklarımdaki ateşi söndürmeye çalıştım.

    uzaktan geldiğini gördüm ve toparlandım. yarım saat sonrasını çıldırasıya merak ediyordum. ne olacaktı, nasıl bir konuşma geçecekti aramızda? samimi bir şekilde elini sıktım ve yanaklarından öptüm onu. neler olduğunu sordum, neden okula gelmediğini, neden bu kadar üzgün göründüğünü, neden sevgilim olur musun dediğimde cevap vermediğini...

    - sen harika bir insansın. ama ben senin sevgilin olamam. ne yapmaya çalıştığını biliyorum, neden çırpındığını biliyorum. ama yapamam. senin sevgilin olup bir süre sonra benden ayrılacağını bilerek yaşayamam. seni sevmek, uzaktan da olsa yetiyor bana. sırf ben seni seviyorum diye beni mutlu etme çabanı takdir etsem de yapamam. ben böyle mutluyum, sensizliği bile seviyorum inan. beni çok mutlu ettin biliyor musun, hayatım boyunca unutamayacağım şeyler yaşattın. ama burada kalalım. senin önce sevgilin ayrılınca da arkadaşın olamam. ben senin bir şeyin olmadan da mutluyum.

    gözlerimde biriken yaşları tutmakta çok zorlandım. boğazım düğümlendi tek kelime edemedim. şimdi ben ona "ama ben de seni seviyorum, artık gerçekten seviyorum, bir kor oldun göğsümde" desem inanmazdı. çünkü bir yalanla başlamıştı her şey. kendime kızdım, hem de çok kızdım.

    üzüntüm tarif edilemeyecek boyutlardaydı. sarıldım ona, kafasını göğsüme yaslayıp ağladı, beni de ağlattı. bir süre öylece bekledik. o an ölmek istedim. kahır denen şey gelip çöreklendi içime. öğle tatilin bittiğini haber veren zil yankılandı bahçede. ağlamaktan kızarmış gözleriyle bana bakıp son kez elime dokundu ve uzaklaştı.

    uzunca bir süre birbirimizi görmedik. korkumdan bahçeye bile çıkmıyordum görürüm de elim ayağıma dolaşır diye. aylarca düşündüm, üzüldüm, ara sıra gözlerim doldu. bana tarifi imkansız bir duyguyu yaşatmıştı o süre boyunca. hayatıma değer katmış, kalbimde iz bırakmıştı. sene sonunda tiyatro gösterimizde arka sıralarda otururken görmüştüm onu sahneden. kalbim delicesine çarpmıştı. kendini ne kadar gizlemeye çalışmışsa da başaramamış, sandalyeye gömülmüşse de nemli gözlerinin parıltısı onu ele vermişti. oyun sonrası usulca kapıdan çıkıp giderken gördüm. bu onu son görüşüm oldu. arkadaşıyla görüştüğümde babasının işi sebebiyle bir başka ile taşındıklarını öğrendim. uzaklarda bir yerlerde hala beni seviyor, hala kendini sevdiriyordu.

    şimdi nerede ne yapıyor, bilmiyorum. bir kere daha görmeyi, o güzel gözlerine bakmayı, kocaman yüreğine dokunmayı isterdim. belki buraları okursa diye yazıyorum; seni gerçekten sevdim...

  • bir defasında eve misafir gelen 2 farklı aile vardı. bunlardan bir tanesinin kızı normal düz bir çocuk olarak en doğal hakkıdır tabi çizgi film izlemek istedi. diğer ailenin yaşça daha küçük oğlan evladı da izlemek istedi. sonra bu oğlan çocuğunun aşırı bilinçli annesi başladı diğer çocukla çoocuklar tv izlemez biz bekir tunç'a hiç tv izlettirmiyoruz vs. zavallı çocuk neye uğradığını şaşırdı.. ama kız ikna olmadı. sonra aldı kumandayı eline bizim aşırı bilinçli teyze başladı uygun çizgi film aramaya.. yok burda şunlar var yok bu argolu yok burda bağırıyorlar. tom jerry açmadı kadın ya tom jerrye tavayla vuruyormuş falan neyse kız çocuğu vallahi daha olgun davranıyordu. bunu izleyin diyorlar, izlemeye başlıyor, aşırı bilince takılan içerik çıkınca tak o da kapatılıyor. şaka gibi kız sıçarım böyle işe minvalinde bağırdı çağırdı bastı gitti sokağa. anası arkasından tabi sonra diğer aile de peşlerinden.. helal kız sana dedim içimden.. misafirliği tek başına bitirdin..