hesabın var mı? giriş yap

  • bir çok ünlü oyuncunun bir araya geldiği filmler genelde çok başarılı bulunmuyor. çünkü oyuncularda eş dostla takılmaya gelmiş de abi şöyle bir rol var iki dakika görünsen demişler gibi bir hava oluyor. açıkçası don't look up'ın konusuna bakınca da benzer bir his uyandı bende. zaten biliyorsunuz hollywood tayfa ödül konuşmalarında sık sık dünyada yaşanan olayları eleştirir. bu nedenle hazır fırsatı gelmiş hem bi görüşmüş oluruz hem de filmin söylemi müsait sağa sola laf atarız demişler de filme başlamışlar gibi duruyor. şimdi filmin söylemleri ne kadar iyi oyuncu kadrosu işi ne kadar ciddiye almış bir bakalım.

    --- spoiler ---

    filmin ilk 20 dakikasına baktığınızda aslında bir kararsızlık görülüyor. çünkü filmin girişi aşırı ciddi ve jennifer lawrance'ın karakterinin söylediği rap şarkıdan, geçişlerde kullandıkları jazz partisyonlarına kadar bu ciddi havayı dağıtmaya çalışıyorlarmış gibi bir izlenim uyanıyor insanda. izleyici de haliyle absürt olayların yaşandığı bir durum komedisi bekliyor. ancak filmin gidişatı bu şekilde değil. film evet bazı absürt karakterlere ve diyaloglara sahip ancak eleştirisini daha ciddi bir zeminden yapmayı tercih ediyor. bu noktayı yakalayıp filme de bu gözle bakmaya başladığınızda o başlardaki tutarsızlık ortadan kalkıyor. yine de filmin izleyiciyi en azından başlarda yanlış yönlendirdiğini bunun da teknik bir kusur olduğunu söylemek mümkün.

    filme daha ciddi şekilde bakmaya başladığınızda ise gerçekten kütür kütür eleştiri olduğunu fark ediyorsunuz. her ne kadar araya ortalama insan eleştirisi eklense de bunun üzerine çok gitmiyorlar. çünkü işte bu tip insanları biz zaten biliyoruz ve film saçma sapan akımların peşine düşüp kendine zarar veren ya da aptal saptal instagram fenomenlerinden falan bahsetse insanlara üstten bakan kibirli bir yapıya sahip olacaktı. ayrıca bu tür insanları eleştirmek kolay çünkü herkes yapabiliyor. sanatta eleştiri yapacaksanız işin hakkını vermek için otorite figürlerine sallamanız gerekiyor ki ciddiye alınabilin. filmin yaptığı da tam olarak bu aslında.

    ancak eleştiri konusunda biraz geriye düştüklerini söylemek de mümkün. eskiden bir kitap yazılıyormuş ya da bir film çekiliyormuş ve insanlar bu yapıtlara yöneldiğinde farklı bir bakış açısı görebiliyormuş. sinemada yine dramalarda bu geçerli hala. özellikle bağımsız yapımları ya da sanat filmlerini izlediğinizde hayatla ilgili daha önce fark etmediğiniz bir detayı görmeniz olası. fakat büyük bütçeli yapımlar bu özelliklerini kaybetti gibi. çünkü bu filmlerde ne olacağına sinema endüstrisi kurulduğundan beri stüdyo yöneticilerinin katıldığı toplantılarda falan karar veriliyordu. şimdi de bu durum devam ediyor ve sürece dahil olan çok fazla insan var. haliyle bulduğunuz fikir çok farklı bir şeyse bu her yapılan görüşmede biraz daha törpüleniyor. 2000'lere kadar da bir şekilde idare ettiler ama artık internetin yaygınlaşmasıyla hollywood bu refleksini kaybetmiş oldu. çünkü sosyal medyada yapılan saçmalıklar ve insanların bilinçsizleşmesi konusunda bir film yapacaksınız ve örnek toplamaya başladınız diyelim. filmi yayınlamanız nereden baksanız 1 yıl. siz bunu yapana kadar reddit'te falan insanlar konuyu derinlemesine incelemiş yapılacak en süper esprileri yapmış, konuyu çoktan unutmuş olurlar. bu nedenle 12 ay gibi bir süreçte bile sizin söyleyeceğiniz her şey aşırı demode olacaktır.

    don't look up'ın başına gelen de biraz bu aslında. filmin ana eleştirisi bilinçsiz ve şovenist amerikan başkanı ve kar için dünyayı riske atan, insanlardan uzak duran ceo üzerinden ilerliyor. ancak internette trump hakkında yüzlerce binlerce şey söylendi zaten. bunların büyük bir çoğunluğu aşırı yüzeysel olsa da çok az yorumda insanın ufkunu açacak şeyler vardı.

    aynı şekilde bu ceo tiplemesi de sıkça eleştirildi ve mizah konusu yapıldı. jeff bezos'tan mark zuckerberg'e, elon musk'tan steve jobs'a kadar herkes eleştirildi, psikolojik tahlilleri yapıldı ve dalgası geçildi. şu an mesela amerika'da olsanız, bir teknoloji şirketi kursanız ve gerçekten de socially awkward bir insan olsanız yandınız. çünkü sizi bu isimleri taklit ediyor olmakla suçlayacaklar. gerçekte nasıl bir insan olduğunuz pek önemli olmayacak.

    ayrıca insanlar bu şirketlerin hükümetler üstünde güce sahip olduğunu biliyor artık. o eski hayranlık bitti ve bu şirketlerin sadık müşterilerine adeta bir tarikat üyesi gözüyle de bakılmaya başlandı zaten. bu nedenle filmin getirdiği medya, politika ve iş dünyası eleştirisi her ne kadar gerçekle tutarlı olsa da olaya yeni bir bakış açısı getiriyor mu derseniz hayır derim.

    bir de en başta konuşmuştuk. böyle yapımlarda oyuncular pek kendilerini zorlamıyor. bu nedenle filmde pek çok başarılı ve ödüllü oyuncu olsa da ortaya konan karakterler karikatür gibi. bir tek leo abi çok farklı yine. çünkü kendisi gördüğüm işini en ciddiye alan insan olabilir şu dünyada. yani bir filmde arkadan geçiyor olsa bile eminim yönetmene canlandıracağı karakterin mesleğini, ailesini falan sorar. ha diyeceksiniz ki amma abarttın daniel day lewis, joaquin phoenix falan işini ciddiye almıyor mu şimdi. onlar da alıyor tabi ki ama onlar zaten çok zorlu ve ciddi projelerde çalışıyorlar hep. leo ise herkes kendini saldığında bile karakterine çok emek veriyor. bu da takdire şayan bir özellik bence.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak don't look up başlarda bi ufak hata yapsa da zamanla bunu toparlıyor ve sonlara doğru aşırı ciddi ve dramatik bir hale bürünüyor. kendinizi o sonda yenen yemek masasında buluyorsunuz bir anda. ve acaba bir takım absürt anları atsalar da filmi komple ciddi yapsalar çok daha güzel olur muydu acaba diye düşünmeden edemiyorsunuz.

  • bir ingilizce öğretmeni olarak hakkındaki tartışmalara müdahil olmak istediğim sistemdir.

    sistem eleştirilerine geçmeden önce dil eğitimindeki durumumuz konusunda biraz bilgi vereyim. yabancı dil eğitiminde ülkemizin durumu tabi ki parlak değil ancak bunda bulunduğumuz dil ailesinin de payı büyük. "alman-fransız çocuklar şakır şakır ingilizce konuşuyorlar, bizde tık yok" demeden önce bizim ingilizce ile dahil olduğumuz dil ailesi konusunda ciddi farklar olduğunu hatırlatmakta fayda var. avrupa ülkeleri arasında cognate dediğimiz ortak kelime sayısı çok yüksek iken bizde o bu kadar fazla değil. bu da bizi avrupa ülkelerine kıyasla dezavantajlı kılıyor. ingiltere'den farklı dil ailelerine aidiyet göz önüne alındığında rakiplerimiz iran, rusya, çin gibi ülkeler kalıyor ve vakt-i zamanında okuduğum bir araştırmaya göre bu ülkelerin arasında durumumuz kötü değil.

    ama sonuç olarak 12 sene gibi uzun bir süreye bakınca ortada bir başarısızlık olduğu aşikar.
    sistemsizlikler ülkesi olan türkiye'mizin, uzak ara en kötü yönetilen kurumu olan milli eğitimin bünyesinde böyle bir sonuç çıkmasına şaşırmak bence abes.
    birkaç madde halinde durumu özetlemeye çalışayım.

    1. bir sene önce ingilizce eğitimi 2. sınıfa indirildi. ilk bakışta çok acayip bir gelişme gibi gelse de ortada şöyle bir durum var. eskiden 5., 6. sınıflarda dörder saat ingilizce eğitimi verilirken malum seçmeli derslere yer açmak için üç saate indirildiler. ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflarda hepi topu iki saat ingilizce dersi olduğu düşünülünce ingilizce eğitimi ikinci sınıfa kadar indirilse de öğrencilerin eğitim hayatında göreceği ingilizce dersi sayısı sadece 1 saat artmış oldu. yani meb ders sayısını arttırmadan arttırmış gibi yaptı.

    2. bir öğrenci 8. sınıftan mezun olduğunda şu zamanları etkin olarak kullanması bekleniyor.
    simple present, present continuous, will future, going to future, simple past, past continous, present perfect tense.ayrıca envai çeşit modal. in order to, so that/such that/incase vb. yapılar da cabası.ve bunları haftada 3-4 saat ile kazanmalarını bekliyorlar.

    bunun yerine öğrencilere sadece basit simple present,present continuous, will future ve simple past versek. bunlarla bol bol çeşitli cümleler kursalar, mektuplar yazsalar, bunları içeren videolara maruz kalsalar. bol kelime öğrenip bunlar hepi topu 4 zaman içerisinde ama bol bol kullansalar. (ki ben böyle yapıyorum ve öğrencilerim dil bilgisine boğulmamış oluyorlar.ayrıca haftada 4 saat ile perfect tense ne lan?) çok basit konuşmaları öğretsek ama harbi öğretsek. çoğu öğreteceğiz derken boğulmasak.

    3. öğretmenlere kızıyoruz ama öğretmenden beklenen o öğrencileri konuşturması değil ki. ben bir köy okulunda öğrencilerime ingilizlerin çektiği videoları izlettim, bol bol listening yaptım. bir gün öğrencilere sobalı köy okulunda whitney houstan'dan i will always love you şarkısını dinlettikten sonra okul müdürüm tarafından müfredatı takip etmem, dışına çıkmamam konusunda tenkit edildim. görev yaptığım bölgede başarısız öğretmen ilan edildim. bunun üzerine ben de dershane öğretmenine evrildim. ezber, test vb. yollara saptım, öğrencilerimin netleri arttı, gördüğüm saygı hayvani boyutlara ulaştı. yani beklenen test, sınav vb. iken öğrenci konuşturmaya vakit harcarsanız okul idaresi, müfettişler, milli eğitim müdürlükleri tepenize biner müfredatta geri kalındı diye.

    4. yine öğretmenlere kızıyoruz ama meb'in umrunda mı? şu anda sınıf öğretmenliğinden ingilizce branşına geçmiş, ingilizce'den bihaber sınıf öğretmenleri çoluğunuzun çocuğunuza ingilizce öğretmeye çalışacaklar.sayıları da 3 bin'in üzerinde. bir tanesi bana gelip "hocam ben tv programmslarını anlattım bugün" dedi. oradan anlayın artık.

    5.dil eğitiminin en kritik boyutu edinim. yani öğrenciyi dile maruz bırakmak. çok sıkışık müfredatlar dahilinde haftada 3-4 saat ile kime neyi edindirebilirsiniz ki?

    6.biraz klasik olacak ama meb kitapları konusunda şikayetimi de belirtmeden geçemeyeceğim. bin tane ingilizce dizi izlerim, hiçbirinde raslamadığım abuk konuşma kalıpları mevcut ama en sık rastlananları ara ki bulasın.
    bir tane dizi gösterin bana "fine thanks and you" geçen. çok mu zor selam kalıplarını çeşitlerini arttırmak. benim öğrencilerim "how are you?" dediğimde "we are great, what about you?" diye bağırırlar karşılık olarak. çok mu zor arkadaş müfredatı yaratıcı ve güncel hale getirmek. daha güncel, daha kaliteli yayınlar var ve bazı veliler de almaya hevesli ama bu sefer de karşımızda; (bkz: okullarda kaynak kitap kullanımının yasak olması)

    7. bu kadar kafanızı şişirmezdim ama akşam aldığım bir telefonun üzerine bu başlığa yazma gereği hissettim. geçen sene 8. sınıftan mezun edip iyi denebilecek bir anadolu lisesine daha yeni yerleşmiş bir öğrencim aradı beni. "hocam bugün ilk ingilizce dersimiz vardı. öğretmen "where do you live?" diye sordu, baktım kimseden ses çıkmıyor ben kalktım "i live in kahramanmaraş" dedim, öğretmen de beni"4 tane 9. sınıf grubunun içerisinde bir tek sen kalkıp cevap verdin" diye tebrik edip sizi sordu. çok teşekkür ederim, sayenizde beni çok sevdi" dedi. tabi gururum okşandı önce ama biraz düşününce halimizin nasıl bir rezillik olduğu yüzüme çarpıldı. en basit cümle be arkadaş. bundan aciziz. en basit cümleyi 9. sınıf öğrencisinden duyunca havalara uçacak kadar aciziz.
    bu kadar rezillikten ne öğrenciler ne öğretmenler tek başına sorumlu sayılamaz, tüm suç bu grupların üzerine yıkılamaz.

  • görünen o ki 20 tl'ye satılsaydı şüphelenilmeyecek sosistir.

    - efenim sosisi 3.50 liraya mal ettik. 4 lira etiket fiyatı olabilir.
    + 20 lira yapın onu siz.
    - ama efendim satış politikamıza aykırı.
    + ekşicileri şüphelendirmeyelim yok yere. 20 lira yapın dedim.

    halbuki sosis fiyatından bağımsız şekilde zararları olan bir gıda.

  • birini dışarda bi yere davet ettiğinde hesabı daveti yapan öder. eğer davet ettiği şahıs tek gelmemiş ise diğer hesapları da daveti yapan kişi öder. malesef böyle :(

  • eve kola alındığında, kardeşinle eşit bardaklarda eşit miktarda içmeye kasmayı bıraktığın andır.

  • "varoş mekanlarda eller havaya yapmak" kitabımızın 76. sayfasında bulunan rehberdir.

    öncelikle herkes kitabın ön sayfasını açıp baksın, çünkü en geç 2010 tarihli olmalı basım yılı kitabın.

    evet,

    ders1: ikilemeler, tekerlemeler, kulak aşinalığı olan yerel söylemler

    örn: baş ucumda portakal olsan ilaç olurdun bana(portakalı soydum baş ucuma koydum)

    ders2: esnaf ağzı hölölöyler, lololar, savuşturma tarzları

    örn: tartacak bir şeyim yok, sinek avlar bu halim(boş bakkal taşak tartar, sinekli bakkal ve müthiş uyum)

    ders3: baskılı söylemler, bağlaçlı-edatlı tekrarlar

    örn: döneceksen dön, boş kaldı bak defterim, seveceksen sev artık veresiye sevgilim(yine bakkal ağzı var burada)

    ders4: kalple ilgili şeyler söyle prim yapar hep

    örn: kalbim tezgah altı, bir tek seni istiyor, zamlar devam ederse o mahşeri bekliyor.

    şimdi bakalım neler çıktı;

    baş ucumda portakal olsan ilaç olurdun bana
    severdim yarım yarım, sıkardım ara sıra.
    kalbim çarpar oldu, hep turuncu turuncu,
    kimseler dokunamaz, pütürlüdür vücudu.
    tartacak bir şeyim yok, sinek avlar bu halim,
    yarım kilocuk da olsa, yine benimsin sevgilim.

  • anneanne kişisine iş yerinde yaşanan bir takım sorunlardan bahsetmektir. siz ne anlatırsanız anlatın, cevap kızım sıkı giyin olarak geri döner.

    -geçen hafta beyanneme süresini atlamışız...
    -aman kızım sıkı giyin.
    -patron maaşları geç öder muhtemelen...
    -o da sıkı giyinsin.

  • tayyip'in baştan beri marjinal diye nitelediği o grubu sonunda bulmuşlar, bize de deşifre etmek düştü.

    gerçekten bakmaya doyamıyorum. ilk bakışta uzaktan kundakta bebek sandığım sağdaki amca ile açılış yapılıyor. sola doğru ilerledikçe durum iyice ilginçlik kazanıyor. bayrağın arkasına saklanmaya çalışan ama bir yandan da polisleri kesen amcanın gözleri bir çocuğunkini andırıyor. onun arkasına saklanmış tedarikli genç olaylara hazır gelmiş. en soldaki amca ise tam tersi yahu benim ne işim var burada, neredeyiz biz der gibi bir halde, üzerinde yeleği çok tatlı gözüküyor.

    gerçekten mükemmeller, harikalar, ne diyeyim hepsini ayrı ayrı sevdim.

    http://galeri7.uludagsozluk.com/…-gurubu_463558.jpg

  • benim telefonum her zaman sessizde, we genelde whatsapp üzerinden haberleşiyorum. ayda 1-2 kere telefonla konuşurum. çok nadir telefonla aranırım. geçenlerde bir telefon çalma sesi geliyor ulen nerden geliyor kimin telefonu bu diye bakınırken farkettim kendi telefonummuş. kendi telefonumun zil sesini bile bilmiyorum. haliyle de değiştirmeye ihtiyacım yok.