hesabın var mı? giriş yap

  • bu bayramda yunanistan'ın tadını alan yerli turist daha da gitmez antalya'ya bodrum'a...
    ehliyetlerimiz yenilendi, çipli oldu, beynelmilel ehliyet icin turing kurumu'na para vermiyor (400lira civari).
    ee sigorta desen bir alıyor 3-6 aylık komple sezonu çıkarıyor, arabasıyla uzun yol yapmadan rahata, düzgün hizmete erişiyor.
    şezlonga para vermiyor, şemsiyeye para vermiyor, sipariş yenile diyen garson yok.
    üstüne 8 halka kalamara, 1 ahtapot kolu 2biraya 120 lira ödemek yerine 2 tam kalamarı ızgara yiyip 2 kol ahtapot, peynirli salataya 2 biraya 75lira verip huzura eriyor.
    üstelik kalamarın yağından panesinden midesi yanmıyor, zira ızgara yiyor.

    yunanlı turizmci hizmeti hep aynı tutuyor, gülümsüyor, ilgili davranıyor.
    bizimki müşteri kapacak diye yan esnafla kavga ediyor.

    allah selamet versin aga.
    herkes huzura kaçıyor.
    üç kuruş parasını ecnebiye bırakıyor sırf rahat ve huzurlu olsun diye.

    itfaiyenin su veren hortumu olayına bir itfaiyeci olarak girmeyi etik bulmuyorum.
    yanıyorsa söndürmek meslek icabı şart ama üzgünüm ben de komşuda olcam.

    edit: ehliyet bilgisi

  • müzisyenlerin yeni şeyler denemesini taktir edip, çoğunu da beğenmem.

    henüz 2 kez dinleyebildim, şimdilik taktir ediyorum. her işini diğer albümleriyle kıyaslayacağımız için işi hayli zor olsa da bir kaç parça dikkatimi özellikle çekti bile. albümü hazırlarken etkilendiği bir çok müzisyen olduğunu düşünüyorum, çok renkli bir dönemdeyiz. bir kaç tur daha dinleyelim bakalım, çok yaşa çiçek çocuk.

  • gün be gün inancımı yitirdiğim ber şey. belki ben yozlaşıyorum. hani derler ya özünde iyi bir insan ama çevresi kötü. belki de öyle bir şey ama bolan inancımın yittiğini gün be gün hissediyorum. öyle bir şey galiba benim için gerçek aşk. yaşanılanlar, bir erkeğin bittiği anlardan birisini yaşamak...

    vapura biniyorum. kendine yakınlaşabildiğin muazzam bir yer vapur. ama yalnız bineceksin, açığa çıkacaksın, denizi izleyeceksin. kendini göreceksin suda, kendini dinleyeceksin. öyle bir yer. kapılar açılınca hücüm ediyorum ben de, üstte iyi ber yer kapmak için. ama önümde iki çift var, tin tin tin yürüyorlar, yerde vermiyorlar.

    "hadi yürüsenize, kapcaklar kenarları" diye düşünüyorum, sinirleniyorum. zaten ben olur olmaz hemen sinirlenirim. ama bunlar halen tin tin tin yürüyorlar, yer de vermiyorlar. en sonunda yandan ufak bir aralıktan solluyorum onları, sinirimi de belli etmek için elimi yana doğru açıyorum, görsünler diye. görüyorlar belki de ama tepki vermiyorlar. hemen geçiyorum kapıdan dış kısma ve vapurun gidiş istikametinde bir kenar buluyorum ve oturuyorum. güneş gözlüklerimi takıyorum. güzel güzel manzaranın keyfini çıkarıyorum.

    az önce önümde tin tin tin yürüyen çift de geliyor karşıma oturuyor. "tersine oturdular, zevki çıkmaz ki öyle vapurun" diye düşünüyorum. yan yana oturuylar, bir birlerine iyice yanaşıyorlar.

    garson arsızı geliyor "çay, kola, fanta, gazoz" diye bağırıyor. kız susamış belli "bir tane su alsana" diyor çocuğa. çocuk hemen garsona dönmeden "bir su" diye bağırıyor. eliyle de koltuğa vurarak. anlam veremiyorum yaptığına. sonra su geliyor.

    çocukla kız elele tutuşuyorlar. ben onları izliyorum, ama gözümde güneş gözlüğü var, nasıl olsa görmezler diye düşünüyorum. kız sürekli yere bakıyor, gözleri de sürekli bir oraya bir buraya gidiyor. çocuk da sürekli çok yakından kıza bakmaya çalışıyor. bir şeyler söylüyor. onun da gözleri kıpır kıpır, bir oraya bir buraya gidiyor.

    sonra kucağındaki çantaya bakıyorum. gesf yazıyor. gesf. görme engelliler spor federasyonu. görmüyorlarmış birbirlerini. manzarayı da görmüyorlarmış. benim onları izlediğimi de zaten gözlük takmasam bile görmeyeceklermiş meğersem. gesf.

    kız bir mutlu bir mutlu. çocuk sürekli bir şeyler söylüyor kız sürekli gülüyor, sonra kız bir şeyler söylüyor, ikisi de çocuk gibi gülüyorlar. o kadar mutlular ki. birbirlerinin ellerinden tutuyorlar sıkı sıkı. çocuk kızın saçlarını okşuyor, bilmiyor belki de hangi renk olduğunu ama o kadar seviyor ki onu.

    kız o kadar mutlu ki, gülüşü beni bile ısıtıyor. bu sevgi diyorum kendi kendime, aşk bu. birbirlerini görmeden seven iki insan. birbirlerine bağlanmış iki insan.

    bir birlerinin gözünün içine bakamıyorlar. gözlerim doluyor azicik ama eminin ki birbirlerini herkesten daha iyi görüyorlar. ruhlarıyla görüyorlar birbirlerini. sevginin bir şey ifade etmediği, aşkın basit bir et parçasına dönüştüğü, kötülüklerle çepeçevre bir dünyada birbirlerinin içindeki o güzelliği görebilip aşık oluyorlar birbirlerine. ne yüce bir şey. gerçek aşk bu işte.

    farkettim de ben o çocuk kadar içten gülmemişim şimdiye kadar, kahkaha atmışım bol bol ama sevgiyle gülmemişim. ama gerçek aşk o kadar uzakta ki...

  • böyle saçma bir açıklama olabilir mi? açıklamaya bakın:

    ''bu sene 10 filmde sadece 3 filmde kadın izleyebildik. bu özellikle jürinin yarıdan fazlası kadın olan bir ekip için üzüntü verici oldu. umarım seneye 10 da 7 kadın filmi olur demek istiyorum.'' link

    bu kadar çelişkili ve mantıksız bir açıklama görmedim. eşitlikten dem vurup kadın jürinin kadınlara kayırma yapmasını bekleyip ve eşitlikten bahsedip seneye 5-5 e değil de 10 ödülün 7'si kadına gider demenin neresinde cinsiyet eşitliği var? artık usandık şu saçma sapan gereksiz cinsiyet duyarlarından oldu cinsiyet eşitliği olsun diye biz erkekler ezilelim altınız da ne kaldı eşitlikten yana o halde? resmen orada ödül alan 7 erkek oyuncunun emeklerini yok saymış. onlar kayrılarak bu ödülü aldı haketmedi demeye getiriyor. ne söylediğinin farkında değil artık bazı kadınlar. çok boktan bir popülizm var bu kadın konusunda amaç kadın erkek eşitliği değil amaç bu konudan ekmek çıkarmak. çoğu kimse kendisinin de ne dediğinin farkında değil.

  • sabah kalkınca aynaya bir bakarsın ki, saçlar hiçbir zaman olmadığı kadar süper bir formda. ama kahretsin ki o gün dışarıda hiç işin yok. dışarı çıkacak kimse de yok. bu durumda malesef üstte pijama, kafada süper saçlar, evde kendi kendine pineklersin. kimse de görmez o muhteşem formdaki saçları.

    (bkz: lanet olsun dostum)

  • 1. tekil şahıs olmakta sorun yoktu da, 1 çiftin yanındaki 3. tekil şahıs olmak yeterince kötü değilmiş gibi şimdi de 2 çiftin yanındaki 5. tekil mal olduk amk.
    ağlamıyorum gözüme yalnızlık kaçtı.

  • japonlar herkese saygılıdır.
    bir afgan'a da bir mozambikli'ye de aynı hayranlık ve hürmet ile yaklaşırlar.

    zamanında bize de aynı insani duygular ile yaklaşmışlar ve bizim abartılı mehmet scholl milliyetçiliğimizin kurbanı olmuş söylemdir.

  • r. p. mcmurphy’nin (mcm diyelim bundan sonra kendisine) hikayesiymiş gibi görünse de otoriter kurumlar ve bireyler arası ilişkileri anlatan bir güzel filmdir bu, sevdiğim bir filmdir ayrıca. saldırgan, tembel ve hedonist bir adamın deliler hastanesinde yaşadıkları anlatılıyor gibi görünmekte oysa adamımızı koydukları sadece bir deliler hastanesi değil zayıf, sosyal ve bireysel korkuları olan insanların tutulduğu bir baskı-otorite sistemi. hastalar deli değil sadece hassaslar, kuralların olmadığı şiddetin olduğu bir dünyada zarar göreceklerine kırılacaklarına inanan ve orada yaşamanın kendileri için en iyi olduğunu düşünen yaratıklar onlar. mcm’in onlara dışarının aslında o kadar da kötü olmadığını, özgürlüğün tadını göstermeye çalışması hep boşunadır çünkü onlar başkaları tarafından düzenlenen, herhangi bir şaşırtıcı ya da endişe verici olayın olmadığı hayatlarından memnundurlar, karşı gelmek değiştirmek yoktur onların lügatında. bazen sıkılırlar ama sonuçta ‘kendi iyilikleri için’ kuralları, kontrolü tercih ederler.

    peki bu hastane sadece bir deliler hastanesi değil de bizim dünyamızın ufak bir tiyatro sahnesine taşınmışı, bir microcosm, olabilir mi? neden olmasın; otoriter bir sistemin delileri değil miyiz biz de, kontrolcü ve baskıcı bir kısıtlama alanı değil mi toplum-toplumumuz. özgürlüklerimiz kısıtlansa da, isteklerimizi gerçekleştirme fırsatı bulamasak da varolan kuraların gerekliliğine ve bir ölçüde değişmezliğine inanıyoruz hepimiz. hastanenin insanlarından daha farklı değil bunu yaparkenki halimiz çünkü biz de kendimizi zayıf, güçsüz ve savunmasız görüyoruz, sınırların dışına çıktığımızda ne olacağımız belli değil, buna inanıyoruz en azından. kurallar ve kısıtlar sıkıyor, sinirlendiriyor ama sonuçta onlarla da yaşıyoruz gül gibi, çünkü ‘kendi iyiliğimiz için’ gerekli onlar.

    hastanenin anarşistlere takındığı tutum da toplumun genel durumundan farklı değil hani. mcmurphy kuralları akıllı mantıklı ve diplomatik bir yolla değiştirmeye sorgulamaya başlıyor belki ama otorite bekçisi hemşire bunların hiçbirine kale almıyor. bu hemşire varolan sistemin en iyisi olduğuna inanıyor ve ona halel gelmesine razı gelmiyor gönlü. hastaları tedavi etmektense aşağılamayı, onlara her durumda zayıflıklarını hatırlatmayı görev biliyor ve bundan zevk alan bu manyak çünkü onlar zayıflıklarını fark etmedikleri sürece sistem doğru işlemez. onlar deli, zayıf ve kontrol altında tutulabiliyor belki ama mcm değil, en azından en başta ve bir süre öyle olduğuna inanmaya devam ediyor. mcm. gücünün aklının ve kuralların absürdlüğünün farkında, ama sisteme karşı durması veya değiştirmeye çalışması boşuna çünkü diplomatik de olsa anarşik de otorite karşıtı olmak kaybettiriyor ona. kurumun anarşiste tutumu önemli burada çünkü tüm otoritelerin anarşistlere karşı tutumundan hiç de farklı değil. anarşist her zaman için otorite adına bir tehdit ve bu tehditten kurtulmanın en kolay yolu onu yok etmek ya da ötekiler gibi yapmak. hastane adamımızı dışarıya göndermektense ona lobotomy uygulayarak beynini dağlamayı ve beyinsiz bırakmayı tercih ediyor. şimdi ne kuralları aptalca bulacak ya da onlara karşı koyacak ne de diğerlerine doğruyu göstermeye çalışacak bir anarşist var, otoritenin ideal çocuğu oldu o.