hesabın var mı? giriş yap

  • bu gece hbo’da finali yayınlandı. 4. ve son bölümü.

    yavaş başladı, hızlı bitti bu mini seri.

    --- spoiler ---

    buradaki yorumlar ve eleştiriler finalle birlikte biraz daha kökleniyor. hakikaten de katarina ve büyüklüğünden çok -tarihten silinmeye çalışılan- potemkin ve katarina aşkı anlatılmış dizide. madem o kadar potemkin anlatacaktınız; bari ingiliz diline geçmiş potemkin village sözü nereden gelir, ona bari değinseydiniz.

    genel oyuncu seçimlerindeki sorunlar var, bir kişi hariç. katarina’nın oğlu paul’u oynayan joseph quinn müthiş iş çıkarmış.
    bir ezik ancak bu kadar güzel canlandırılırdı.

    bunun ötesinde türkleri güzel harcamışlar dört bölümde. yerler biriz. adamlar resmen kırım’a yürüyerek giriyor. türkiye deplasmanının kolay geçmeye başladığı yıllar. bizim takımın başında 3. mustafa var. o daha eski kafalı. katarina tabii ki deli petro (peter the great) dönemindeki askeri modernleşmenin ekmeğini yiyor.
    bizde de bu üst üste mağlubiyetlerden sonra 3. selim gelecek. o da reformist. orduyu falan yenilemeye çalışacak. ama düşüş başlamış bir kere. bu modernleşme süreci ancak imparatorluğun çöküşünü bir 100 sene daha erteleyecek.

    --- spoiler ---

  • felixis'in biraz daha kurcalamasi halinde bir kac saate kalmaz ilkokul diplomasini yirtar kendisi. güleyim mi aglayayim mi sasirdim valla.

  • özellikle son iki aydır gözlemlediğim ve mobil veriyi açıp 2 video izlemekten korkar hale geldiğim sıkıntıdır.

    bu durumu yalnızca ben farketmiş olamam.

    10 gb internet paketi olan arkadaşlarım da teyid ettiler. ayın ortasına gelmeden paketin üçte ikisinin bittiğini söylüyorlar.

    eskiden bu tip bir sıkıntı olmadığını da belirttiler.

    iss’ler kasalarını dolduracak yeni bir yöntem bulmuşlar galiba, btk’ya şikayet etsek bir çözüm olur mu bilemedim.

    not: neden mobil internet sınırsız değil onu da anlamadım, hani türkiye’de internet kotasız, sınırsız falan olmuştu, mobil internetin de sınırsız olması gerekmiyor mu yani ?

    edit: arkadaşlar spotify, youtube, instagram yeni icat edilmedi, ben diyorum ki son 2 aydır bu pislik sözkonusu. hala daha bu ugulamaların interneti çok tükettiğinden bahseden suçu kullanıcıya atmaya çalışan suserler görüp şaşırıyorum. ya şirket temsilcisi bunlar ya da sıyırmışlar.

  • film çıkalı 13 yıl olmuş, yıllardır gerek afişinin hoşuma gitmemesi, fight cluba haksızlık yapıldığını düşünmem sebebiyle antipati beslediğim, izlemeye değer bulmadığım filmdi. dün izledim; ve bugün de...
    hissettiğim ama sözlerle bile anlatmaya çalışsam anlatamayacağım bir çok şeyi bu şaheserde öyle bir anlatmışlar ki, ağlıyordum.
    belki 1999 da 19 yaşında bu filmi izlememek bu yaşımda izlemek çok isabetli bir şeydi. 19 yaşında bu hisleri yaşatmazdı.
    o yaşta fight club'ı izlemek 30+ da da bu filmi izlemek lazım.
    gerçekten filmi anlatacak söz bulamıyorum. hayatın raw image i.
    fight club'ı geride bırakıp o kadar oscar almasını şimdi anlıyorum. ilk 20 filmim içerisinde fight clubtan daha üst bir sıraya yerleşti.
    keşke seneye öleceğimi bilsem de ben de lester gibi içimden geldiği gibi yaşayabilsem.

  • "kadınlar kendilerini güçsüz olana bir idol, güçlü olana bir eşya gibi sunarlar."

    cesare pavese

  • şu an buradalar, iki tane ilkokul 3 bebesi. pek şatırlar. bi vasıtayla "ödevlerine yardımcı olur musunuz?" ricasıyla gönderilmişler.

    - ne istiyorsunuz bakalım siz şimdi.
    - örtmen dedi ki; güneş sistemiyle ilgili resim.
    - tamam çıkaralım.
    - bilgi.
    - yazdırırız şimdi.
    - bi de şiir.
    - (tüm büro) ahahahhaaa, güneş sistemiyle ilgili şiir olur mu çocuum ya?
    - (çok ciddi) örtmen istedi, vardır.

    yoksa yazıcaz mecbur bi dörtlük en azıdan. misal "plüton'un acısı"

  • son zamanlarda izlediğim en ilham verici şeydi. başları iyi sonları kötü diyenlere bakmayın vasat diyebileceğiniz sadece 2 bölüm var ki onlar da aslında vasat değil, sadece üstü kapalı anlatım tercih edilmiş bölümler. netflix her ne kadar ''kapitalist'' bir şirket olsa da david fincher, tim miller gibi insanlara sanat yapabilecek alanlar açması alkışlanası. fincher'in de zaten bu yönde açıklamaları var, filmlerde artık sanatsal bi kaygı taşımanın zor olduğu, dizilerin bu boşluğu dolduracağına yönelik.

    bölüm bölüm değerlendirme yapacak olursak;

    --- spoiler ---

    birinci bölüm gerçekten suratınızda patlayarak açılıyor. böyle uzun serilerde ilk bölümden seyirciyi yakalamak çok zor iş. en iyi bölüm mü? bence değil ama seriye dair en merak uyandıran bölüm diyebiliriz.

    ikinci bölüm ile on birinci bölüm'ün temel mesajı aslında insanların nasıl evrildiğine dair. el kullanımının öneminin ve kritikliğinin altı çiziliyor. bunu, ikinci bölümde insanların en çok sevdiği hayvanlardan biri olan kedilere bir baş parmak vererek insanların kendi sonlarını hazırladıklarını belirterek yapıyorlar. bir şeyleri tutma hareketinin evrimdeki yerinin önemine değiniyorlar. insan yapımı robotların bölüm başından beri insanlarla dalga geçmesinin bedelini, bölüm sonunda kedicikler ödetiyor. kedi sevmekten yok olan bir dünyanın tasviri süper değil mi? düşmanınızın en büyük arzusu ve silahı kendini sevdirmesi. burada tabii olarak interneti kedilerin ele geçirmesi göndermesi de var.

    üçüncü bölüm, teknik olarak inanılmaz iyi bir bölüm her yerinden emek akıyor. motion capture teknolojisinden yararlanarak çekilen en iyi bölüm (motion capture yokmuş inanilmaz). stilizasyonu mükemmel.

    dördüncü bölümde amerikanın kolonileştirilmesine bi gönderme var, bu bölüm bence teknik olarak biraz arızalı, fps sorunları var. bir kaç sahnenin kare kare oynadığını hissediyorsunuz. god bless america bölümü diyebiliriz.

    beşinci bölümün çizimleri mükemmel hikaye olarak pek parlak olmasa da çizimleri ve kompozisyonu yetiyor.

    altıncı bölüm benim favorim. insanoğlunun hırsları, evrendeki yalnızlığı, tedirginliği bir yoğurtla bu kadar mı mükemmel anlatılır beş dakikalık bir sürede, şahane.

    yedinci bölüm bence, hikaye açısından en vurucu olan bölümlerden bir tanesi, teknik olarak en kusurlu bölüm aynı zamanda . simülasyon olan kadının suratı mükemmele yakınken, diğer karakterlerin suratı hiç iyi değil. özellikle erkeğin ağız ve göz çevresindeki mikro mimiklerin neredeyse hiçbiri yok. ancak insanın yalnız kaldığını fark ettiği anın şokunu o kadar güzel taşımış ki karnınıza tekmeyi vurup geçiyor.

    sekizinci bölüm bu serinin en çok okuma yapılabilecek ve benim en sevdiğim bölüm oldu. çindeki boxer ayaklanmasından, endüstiriyelleşmenin insanların ve doğanın ruhunu öldürmesine kadar uzanan, kendinizden farklı olanı dışlamanızın sizin de başkalarının farklısı olduğu gerçeğini değiştirmediğine varan mükemmel bir hikaye anlatımı var. steampunk çizimler, yaratılan atmosfer şahane.

    dokuzuncu bölüm izleyenler tarafından da pek tutulmayan bir bölüm olmuş imdb puanlarına bakınca, öncesindeki hikayenin ağırlığının altında biraz ezilmiş bence. bu hikayade karakterin kendisinin de söylediği gibi yaşadığınız yer fikirlerinizi değiştirmekten öte biçiminizi bile değiştirebiliyor. küçük bir köpek yavrusu atıklar içinde büyüdüğü zaman kocaman bir canavar oluyor. dünyaya yaptığımız eziyetler uzaya savrulmuyor, hepsinin bir sonucu olacak ve kirlettiğimiz evrenin şeklini alacağız diyor aslında.

    onuncu bölüm, evrendeki en güçlü predatör olan insanın kendisinden fiziksel olarak daha üstün bir yırtıcıyla karşılaştığında takınacağı tavrın ne olacağını düşündürtüyor. insanların bu anlamsız savaşına, hamaset edebiyatıyla başka bir türü bile dahil edebileceğini, propagandanın gücünün ne kadar evrensel olduğunun altını çizmiş. doğada özgürce yaşamak için dünyaya gelmiş çok güçlü bir predatör bile insan aklının kötülüğü ve organizeliği karşısında çaresiz kaldığı, shapeshifter olmasına rağmen ölü bedeninin yine dışlanmamak için insan formuna büründüğünün okuması da yapılabilir. kendini, ülkelerin birbiriyle olan savaşlarının manasızlığı içinde bulan anti militarist bir askeri konu alıyor özetle.

    on birinci bölüm, ikinci bölümle aynı matematikte. insanın orijin hikayesini anlatıyor. bir uzay üstünde uydu tamir etmekte olan bir astronotun uzay boşluğunun içinde sürüklenmekte olan minnacık bir parça ile hayatının tehlikeye düşmesi durumu aslında üstü çok kapalı bir şekilde insanın rassal bir şekilde dünyada var olduğunu anlatıyor. boşlukta sürüklenen o minicik parça insanoğlu ve ne kadar manidar, bir başka canlıya zarar veriyor. astronotun üstün iletişim imkanlarına rağmen, teknolojiye rağmen çaresiz kalıp, insanlığı ileriye taşıyan, zekasını geliştiren yegane organı, elleriyle hayatını kurtarması aşırı klas bir metafor olmuş.

    on ikinci bölüm, dünyanın hiçbir zaman şahane bir yer olmadığını alatıyor. pazarlamacılar, yani günümüz kapitalist düzenin avcıları geçmiş çağlardaki başka bir avcıya yakalanıyor. evrende her zaman bir av ve avcı vardı denilmek isteniyor. coca cola şişesi metaforu yine çok klasdı. ayrıca hikayenin durağanlığından galiba, seslere çok odaklandığımdan da olabilir foleyleri bana biraz kötü geldi.

    on üçüncü bölüm, bu bölümün yakın çekimleri live action bence, başrolde oynayan hanım ablamız handmaid's tale'de de oynuyor bu kadar birebir olması ürkütücü. bence burada biraz tinsel bir gönderme var, makineden bağımsız insanların ruh vermek istediği şeye ruh verebilmesi ya da ona ruh katabilmesi anlatılıyor. 2200 yılında robot insan ayrımının olmaması gerektiğini anlatan sjw filmi gibi, o zamanlarda böyle bir ayrım olursa ödülsüz dönmezdi kesin bu kısa film.

    on dördüncü bölüm, bu bölümü ben biraz tutucu buldum, tüm bölümlerin ilerici uslubuna karşılık. çok ağır konservatif mesajlar var bu bölümde, modern sanatlara da ufaktan bir gönderme yapılıyor gibi geldi bana. ''dünyanın neresine gidersen git illaki evim ve anamın dolması'' gibi bi hava uyandırdı bende. plot twist olarak çok enteresan gibi dursa da, gönderdiği mesajlar bana çok pozitif yansımadı. zima dediğimiz karakterin zenci olarak modellenmesi, zencilerin köle olması ve kölelikten kurtulduktan sonra dünyayı şekillendirebilecek insanlar olması* ama sonunda yine temizliğe geri dönmesi... aşırı wasp bi uslup olmuş bence. aslında amacı bunun tam tersini vermek, kaş yaparken göz çıkarmışlar. insanlığın; sadeliğin ve kendini rahatlatan şeylerin peşinde koşmasını ödevlemiş ki insan değil bu insanlaşmış bir robot, ''dünyanın sonunda bir bok yok evladım ben çok gezdim çok çizdim huzuru bulamadım en iyisi namaza dönün, gidin günah çıkarın'' diyor dolaylı yoldan bu film bize.

    on beşinci bölüm, bu bölüm ağzımda blade runner 2049 için çekilen animasyon filmlerin tadını bıraktı. böyle bir, iki bölüm daha olsaymış daha güzel olurmuş. bu bölümün olayı bence, seyirciyi ait olmadığı bir sınıfın tarafını tutmaya itmek. çaylak olan sayborgun gözlerinin masmavi ve kocaman olması, küçük bir fare türü canlıyı ezmemek için operasyonu tehlikeye atan başka bir sayborg, robot olmasına hatta sözleşmesinde yazmasına rağmen ölümden korkmak falan. bu sayborgların karşısında ise etten ve kemikten oluşan, öldümü gerçekten ölecek olan insanlar var. sadece siyah bir kamyon ile hırsızlık yapan sayborgların tarafına geçiyoruz, manipüle ediliyoruz yani.

    on altıncı bölüm, mary elizabeth winstead'ın doğal ve kilo almış hali bile ne kadar ortalama üstü dedirtiyor insana öncelikle. bu bölümde çoğu mib filminin sonunda yapılan gönderme yapılıyor aslında. ya biz başka varlıkların yaşadığı bir evrendeki yerdeki toz tanesiysek babında. zamanın göreceliliği ve tarihin tekerrür etmesi göndermeleri güzeldi. yani fikir olarak dünya tarihinin bir buzdolabının dondurucusundan anlatmak harika bir fikir. carl saganın'da altını çizdiği, insanlığın var oluşu evrenin oluşumuna bakınca göz kırpma süresi kadar olmasını iyi vermişler. bir gece bekleyip tekrar paleolitik döneme dönmesi falan çok iyiydi bu bağlamda.

    on yedinci bölüm, bu bölüm anlatmak istediğini dolandırmadan anlatmış, hitlerin başına ne gelirse gelsin yine bir savaş ve mücadele olacak ve yine o beğenmediğiniz kara düzen yenilecek. çünkü tarih her zaman kazananı haklı görüre getirmeye çalışmış bence.

    on sekizinci bölüm, muhteşem bir final, bi önceki bölümde de siyasi olarak hollywood film sektörünün doğal düşmanlarından birini ele almıştı, soğuk savaş dönemine laf sokmassa zaten olmazdı. dijital çizim olarak beni en çok tatmin eden bölüm bu oldu. hırslarına yenik düşmüş insanların dünyayı sürüklediği ve sürükleyeceği şeyleri gösteriyor. devletlerin, hükümetlerin, özellikle rusların kendi pozisyonlarını koruyabilmek için her şeyi örtbas edebileceğini, sscb'nin ne kadar insanlık dışı bir yapı olduğunu anlatmış bence. bölünerek bölgeyi tarayan askerlerin sovyetlerin içinde yaşayan topluluklar olduğunu varsayıyorum. ancak hangi milletten olursa olsun şerefli ve onurlu askerleri alkışlamamız gerektiğini de ödevliyor bize kendi çocuğunu gönderip cephede kalan askerle. ha bir de bazı sorunları çok deşmeyin daha da büyeyebilir diyor. finali de er ryan'ı kurtarmaktaki gibi uçak bombardımanıyla bitiyor ve izleyiciye beklediği katharsis yaşatılıyor. savaş filmi türünün aksine fazla duygu katmadan, çok monoton* ve düz bir bolum aslında.

    --- spoiler ---

    biraz uzun oldu, kısaca netflix'de izlediğim roma'dan sonra en iyi şeydi. muhakkak zaman ayırılıp izlenilmesi gereken bir eserler bütünü.

    edit: imla ve ufak eklemeler.

  • an ıtıbarıyle kızılayın başlattığı kampanya.

    deprem anında devletın yardım etmesı lazımken mılletten sms ıle para ıstemek rezıllıktır.

    elazığ ıçın 100 mılyon tl toplanmıştı . ne oldu o paralara objektıf bır şekılde açıklayın ondan sonra milletten bağış isteyin.

  • 11 eylülde ikiz kulelerden kurtulan türkler hikayelerinde rastlanan durum. efendim millet sırayla inerken, soldan koşarak kurtulmuş zeki türkler. bütün amerikalılar senin gibi "zeki" olsa ne olacaktı, kaos çıkıp herkes ölecekti. nitekim burada hepimiz birbirimizden zeki olduğumuz için kendi bokumuzda boğuluyoruz.

  • savunmasını okuduğumda hunharca güldüğüm bir adet halk şoförünün yaptığı tacizdir.

    --- savunma ---

    ''o gün otobüs kalabalıktı''
    --- savunma ---

    hangi gün boş ki amk?

  • öyle bir ülke düşünün ki adalet anlayışı; karşı tarafın ayağından asılmak olsun. yoksa kimsenin hak hukuk falan tınladığı yok. mesela şu mantık var "yahu ben çalınca hapse giriyorum ama onlar çalınca bir şey olmuyor". baştaki insanların hırsızlığını bile kendi yapamadığı için eleştiriyor yani. kendisi de çalabilse o zaman o insanların yaptığını görmezden gelecek. %50 gibi yani. kendileri de fırsat buldukları zaman çalmaktan çekinmedikleri için bazılarının hırsızlığını "çalıyor ama çalışıyor" diye savunuyor.

    evet bu örnekler ters ve konu ile pek alakasız gibi ama aynı durum olumlu şeyler için de geçerli. bir takım insana uygulanan pozitif ayrımcılık sırf kendisine uygulanmadığı için "bu nasıl adalet ben işe giderken onlar yatmasın evde" şeklinde feryat ediliyor. evet haklısın ortada bir haksızlık var ama bu haksızlık o insanların evde yatması değil senin bu olumsuz hava şartlarında işine zorla çağrılıyor olman. yani örneği ters veriyorsun. şu şekilde söylesen anlarım; "ben de insanım ve insanca muamele görüp insan gibi çalışma şartları istiyorum. nasıl ki öğretmenler olumsuz hava şartlarında evde yatıyorsa ben de bu olumsuz havada canım pahasına dışarı çıkmayı istemiyorum. adalet istiyorum ve insanca muamele görmek istiyorum."

    ama çıkıp "herkes benim gibi hayvan muamelesi görürse adalet sağlanır" diyorsan bu işte bir terslik vardır.

    not: öğretmenim. şu an okuldayım(teneffüs) evim çalıştığım okuldan tam 70 km uzaklıkta. toplu ulaşım gibi bir şansım yok ve arabamla gidip geliyorum. ayda 650 tl yakıyor. bakım ve diğer masraflar hariç. saygılar.

    not 2: tüplü

  • bir burger king klasiği;

    -küçük boy patates
    +50 kuruş farkla orta olsun mu?
    -iyi orta olsun
    +75 kuruş farkla büyük olsun mu?
    -100bin daha veriyim dükkani aliyim (amk)