• epiküros da denen yunan filozof m.ö. 341 - 270 yılları arasında yaşamış.epiküros efendi aristippos'un hazcı ahlakını geliştirip içine biraz da demokritos'un atom öğretisini kataraktan kendi öğretisinini kurmuş, söylenişi çok komük, epikürosçuluk. atina'ya yerleşmiş bi süre sonra sonra orda bi bahçe almış öğrencileriyle birlikte yaşamış. hatta epikurosçuların bu bahçede bir araya geldiği söylenir. (bkz: pilav günü) bundan kelli bu arkadaşlara "bahçe filozofları" da denirmiş. bahçenin girişinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela olduğunu söylüyolar; "ey yabancı! burada mutlu olacaksın. burada haz en üstün iyiliktir."

    bilinen lafı da "ölüm bizi ilgilendirmez, biz var olduğumuz sürece, ölüm yoktur; ölüm olunca da, biz artık yokuz."

    "gizli yaşa!" der epiküros, kendi felsefesini "dört ilaç" adını verdiği şu dört noktada özetler-miş:

    tanrılardan korkmamız gerekmez.
    ölümden kaygı duymamız gerekmez.
    iyiyi elde etmek kolaydır.
    korkunç olana katlanmak kolaydır.
  • insanlara bir ilke olarak herşeyden önce mutluluğu ve mutlu olmayı öğütleyen yunanlı filozof.

    epiküros, varlık görüşünde demokritos ve leukippos tarafından geliştirilmiş olan atomcu öğretiyi benimsemiştir. lakin atom ve boşlukla uğraşmaktan ziyede nasıl mutlu olabileceği konusunda kafa patlatmıştır daha çok. ona göre mutluluğun kaynağı insandadır. lüks bir hayat insanı mutlu etmeye yetmez çünkü, insan ancak sevdiği kimselerin yanında gerçek mutluluğu yakalayabilir... diğer filozoflar gibi düşünceleri sadece teoriyle de sınırlı kalmıştır. bu yönü onu diğer tüm filozoflardan ayırıyor.

    mutluluğa ulaşmak için türlü yollara başvurmuştur. bir rivayete göre; çok sevdiği, iyi anlaştığı kimselerden meydana gelen bir çevrede sadece kuru ekmek yiyerek yaşamayı denemiş. yalnızca bayram günlerinde kuru ekmeğin yanına biraz peynir katık ediyormuş ve bu yöntem kendisi için oldukça babaşarılı sonuçlar vermiş. sürekli sevdiği insanlarla bir arada olmak kendisini pek mutlu etmiş. bu durum uzunca bir süre devam etmiş ama dostlarının, "epkür sağlığına dikkat etmelisin, böyle kuru ekmelkle nereye kadar canım... sende eşşeğin kullağına su kaçırıyorsun ama kardeşim olmazki öyle." gibi yoğun ısrarları üzerine sağlığını korumak için daha çok besin almaya başlamış.

    öte yandan felsefi görüşlerinden dolayı yüzyıllar boyunca stoacıların haksız saldırılarına ve ağır hakretlerine uğramıştır. stoacılar, epikür felsefesinin bir hayvanınkinden farksız olduğunu söylemişler, epikür hakkında bir takım ağza alınmayacak çirkin yalanlar uydurarak sözde kendi erdemlerinin yüceliğini kanıtlamaya kalkışmışlardır. ama biz onların nemenem kişiler olduğunu biliyoruz... hiç buşuna yırtınmasınlar.
  • mutluluğun parayla pulla, malla mülkle alakası olmadığını savunan düşünür.

    ona göre mutluluğu yakalama*nın 3 basit yolu vardır;

    1. arkadaşlar: bu konunun fazlasıyla ciddi olduğunu düşünür. öyle ki; her daim birlikte olabilmek için, sevdiği arkadaşlarını yanına taşınmaları için ikna etmiştir. yalnızlığın karamsarlığa sürüklenmede büyük payının olduğunu belirtmiştir. arkadaşların arasında olmanın mutluluğa yakın olma anlamına geldiğini vurgulamıştır.

    2. özgür olmak: hayatın bitmeyecek meşgalelerinden, politikadan, çekişmelerden, hırslardan uzakta, herhangi bir müdür, patron vs olmadan, kendine yeter bir şekilde yaşamayı özgürlük olarak tanımlamıştır. hayatı boyunca ekmek, peynir, zeytin, şarap ve sudan başka bir yiyecek içeceğe ihtiyaç duymadan, şehir dışında, sessiz, huzurlu bir mevkide arkadaşlarıyla birlikte yaşamıştır.

    3. yaşamı irdelemek: zaman zaman insanların yaşamlarının gidişatını, sorunlarını, çözemediklerini, sıkıntı veren durumları ve nedenlerini düşünmek için zaman ayırması gerektiğini ve bunların sonucunda o nedenleri ortadan kaldırmak için değişikliklere gitmesi gerektiğini vurgulamıştır.
  • epikuros'a atfedilen kuriai doksai yani temel doktrinler (40 adet) onun görüşlerine dair en eski kaynaklarımızdan birini oluşturuyor, bir kısmını çevirdim:

    http://jimithekewl.blogspot.com/…doktrinlerden.html
  • epikuros'a "karl marx'ın en sevdiği filozof" diyemiyorum. marx'ın epikuros üzerine 1839'da başladığı çalışmalarının 1840'da hefte zur epikureischen philosophie adıyla neticelenmesinin ardından, bu çalışmalarını kaynak edinerek yüklendiği "differenz der demokritischen und epikureischen naturphilosophie im allgemeinen" (demokritos ile epikuros'un doğa felsefelerindeki ayrım) başlıklı doktora tezi, bize marx'ın özellikle de dine karşı bilimin temelini atan doğa bilimleri konusunda farklı olasılıkların/hatta kimi zaman karşıt olasılıkların mümkünatı düşüncesinden ötürü, epikurosçu düşünce sisteminden memnun olmadığını gösterir. gerçekten de epikuros'a etfedilen metinlerden neredeyse hiçbirinde epikuros'un belirli, kesin bir doğa bilimi araştırma yöntemi gütmediği gösterilir. peki, epikuros'un bu yöntemsizliğinin kaynağında ne var, ona bakalım.

    ilkin şunu bilmek gerekiyor: epikuros'un atom sisteminin neredeyse belkemiğini oluşturan demokritosçu atom düşüncesi bir zorunluluğa dayanır ; buna göre demokritos'ta yazıgının zorunluluğu, epikuros'ta ise zorunluluktan kaçınabilirlik vardır (cicero, de fato 10; de natura deorum 1.25; eusebios, praepar. evang. 23 d-24 a = i.8.7 mr.). demokritos her şeyi zorunluluğa bağlar (aristoteles, de gener. an. v.8 [789b 2-3]); her şey zorunlulukla olur, demokritos'un zorunluluk adını verdiği fırtına bütün nesnelerin oluşunun nedenidir (diogenes laertios 9.45). hâl böyle olunca demokritos, parmenides'in zorunlu yazgı düşüncesiyle birleşir; yani bu zorunluluk tanrısal öngörü ve evren de dahil olmak üzere her şeyin yaratıcısı olur (plutarkhos, de placit. philosoph. i. p.252 [= 1.25 p.884 e]). sözün özü demokritos'ta bilinçlilik esastır. buna karşılık epikuros'ta zorunluluk diye bir şey yoktur; kimi şeyler talihe, kimi şeyler de bizim istencimize bağlıdır. zorunluluk durumunda her şey bellidir; oysa talih sürekli değişir. hatta epikuros'a göre tanrılar üzerine anlatılan hikâyeleri inanmak bile, doğa bilimcilerinin eimarmene dedikleri kaçınılmaz yazgıya köle olmaktan iyidir. zira ilki merhamet umudunu içinde barındırsa bile, ikincisi tam anlamıyla acımasız bir zorunluluğa mahkumdur. bunun yanında talih de çoğunluğun inandığı gibi bir tanrı olarak kabul edilemez (diogenes laertios 10.133; k. marx, demokritos ile epikouros'un doğa felsefelerindeki ayırım, sf.32, çev. saffet babür, ayraç yay., ankara 2001). o hâlde epikurosçu düşünce sisteminde, her şeyde olduğu gibi doğa yasalarında da birbirine zıt olan her görüş olasılık dahilindedir; şu da olabilir, bu da. öteki de mümkündür, beriki de. bu da epikuros'un idealinin bir bilim ortamı için herhangi bir kuram geliştirememiş oluşunu açıkça ortaya koymuş olur: zorunlu bir durum olmadığına göre, zorunlu veyahut zorunluluğa dayanan bir yasa belirleyebilmek de mümkün değildir.

    işin daha tuhaf olan yanı ise epikuros ile onun örnek aldığı demokritos arasındaki bu ayrımın (karl marx'ın pek de derin olmayan, sığ tezi nezdinde) epikurosçu ideal ile stoacı ideal çarpışması söz konusu olduğunda daha farklı bir anlam içermesidir. zira determinist ve kutsalcı stoa düşüncesi gereğince bir zorunluluk vardır; onda talih de, tanrılar da, evrenin kutsal aklı da bir zorunluluğun ürünüdür. oysa epikuros düşüncesinde herhangi bir kesinlik veyahut zorunluluk bulunmadığından kutsallık da yoktur. böyle olunca, epikurosçuluk da, deyim yerindeyse, bir boşvermişliğin felsefesi haline gelmiştir. peki, nasıl bir boşvermişlik? karl marx tezinde cicero'nun bir eserinde/diyalogunda epikurosçu velleius'un şu "özgürlük" tutkusunu anımsatıyor:

    "cahil kocakarılar gibi her şeyin yazgıya bağlı olduğunu düşünen bir felsefeyi nasıl değerlendirmeli?... epikuros tarafından kurtarıldık ve özgürlüğe kavuşturulduk." (cicero, de natura deorum 1.20 [55,56]) zorunluluğa dayanmamış olmaya dayanan boşvermişliğin düşündürdüğü bir özgürlük durumuyla karşı karşıyayız. yine cicero'da şöyle geçiyor: "epikuros diyalektikçilere karşı aynı şeyi yapar. diyalektikçilerden 'evet'i ya da hayır'lı ayrık önermelerden yalnızca birinin doğru olduğunu öğrendiği için 'epikuros'un yarın yaşaması ya da yaşamaması' yollu bir önerme öne sürüldüğünde, ikisinden birinin zorunlu olmasından sakınırdı. bu yüzden bunun 'ya o ya da öteki' olmasının zorunlu olmasına karşı çıkardı." (cicero, de natura deorum cap. 25 [75], çev. saffet babür, k. marx, a.g.e., sf.49) anlaşılıyor ki, epikuros doğa bilimlerinde bir kuramın başka bir kurama üstün gelmesi düşüncesini de zorunluluğa bağladığından, kesin bir kuram ortaya koyamıyor.

    karl marx tezinde epikuros'un tek tek fiziksel olguların açıklanmasında sınırsız bir umarsızlıkla yol alışını şu şekilde açıklıyor:

    "talih ancak olanak değeri olan bir gerçekliktir. ama soyut olanak gerçeğin tam karşıtıdır. beriki anlama yetisi gibi, keskin sınırlar içine kapatılmıştır, ilki hayal gibi sınırsızdır. gerçek olanak, nesnesinin zorunluluğunu ve gerçekliğini temellendirmeye çalışır; soyut olanak açıklanan nesneyle değil, açıklayan özneyle ilgilidir. nesne sadece olanaklı, düşünülebilir olmalıdır. soyut olarak olanaklı şey, düşünülebilen şey, düşünen özneyi engellemez, onu sınırlamaz, tökezletecek bir taş değildir. bu olanağın gerçekte olup olmaması önemli değildir, çünkü burada bağıntı nesne olarak nesneye ilişkin değildir." (k. marx, a.g.e., sf.34)

    epikuros özellikle de astronomi konusunda ortaya konan görüşlerin hiçbirine karşı çıkmaz. hepsi doğru olabilir, zira hepsi olanaklıdır (plutarkhos, de placit. philosoph. ii. p.26 [= ii.13 p.888 f]; stobaios, eclog. phys. i [25]. p.54). epikuros bundan ötürü akılla kanıtlanmış olana bile karşı çıkar; buna bağlı olarak gerçek olanağa dayanan tek yönlü açıklama tarzını reddeder (k. marx, a.g.e., sf.35). soyut nitelikteki her olanaklı şeyi olanaklı olarak bırakmak, açıkça yalnızca düşünene ilişkin rastlantının varlığa ilişkin rastlantı olarak anlaşılmasıdır (k. marx, a.g.e., sf.35). böyle olunca ona özgü açıklama biçimi, kendisi için kendi başına doğa bilgisini değil, sadece kendilik bilincinin ataraksia'sını (sarsılmazlığını) amaçlamış olur (k. marx, a.g.e., sf.35). bütün bunlardan hareketle karl marx, epikuros'la demokritos'u şöyle karşılaştırır:

    "biri kuşkucu (demokritos), öteki inakçı (epikuros); biri duyusal dünyayı öznel görünüş olarak alıyor, öteki nesnel ortaya çıkış. duyusal dünyayı öznel görünüş olarak anlayan deneysel doğa biliminin, pozitiv bilimin içine dalıyor ve deney yapan, her yerde öğrenen, uzaklarda gezinen kişinin huzursuzluğunu ortaya koyuyor. görünen dünyayı gerçeklik olarak anlayan ötekisi ise deneye metelik vermiyor. kendi içinde doyum bulan düşünürün dinginliği, ex principio interno (içsel ilkeden kaynaklanan) bilgisini yaratan bağımsızlık onda bütünleşiyor. ama çelişki gittikçe artıyor: duyulur doğayı öznel görünüş diye anlayan kuşkucu ve deneyci kişi, duyulur doğayı zorunluluk anlayışına bağlı olarak inceliyor ve nesnenin gerçek var oluşunu açıklamaya, kavramaya çalışıyor. oysa görünüşü gerçek olarak gören felsefeci ve inakçı kişi her yerde sadece rastlantı görüyor ve açıklama biçimi daha çok doğadaki tüm nesnel gerçekliği ortadan kaldırmaya yarıyor. öyle görünüyor ki, bu karşıtlıklarda belli bir terslik yatıyor." (k. marx, a.g.e., sf.36)

    sadede geleyim. bahçe'sinden çıkmayan ve bir haz felsefesi oluşturan epikuros'un düşünce sisteminden hareketle karl marx'ın artık üzerine düşünmenin değil onu değiştirmenin gerektiği bir dünyada olanaklı varsayımların hepsinin gerçek olabileceğine dayanan boşvermişlik ancak dinsel ve mitsel dogmaların gerektirdiği argümanların karşıtlarını da olanaklı kıldığından övgüye değer kabul edilebilir. zaten lenin'in de felsefe defterleri'nde epikuros'la ilgili olarak özellikle vurguladığı da buydu. zira hegel diyordu ki "dünyanın son amacı, yaratıcının bilgeliği... epikuros'ta (bu) yoktur; her şey atomların rastlantısal, dışsal birleşmesi ve şekillenmesiyle belirlenen olaylardır." (lenin, felsefe defterleri i, sf.69, çev. uluğ nutku, maya yay. istanbul 1975) idealizmin, bir yönüyle demokritos'un zorunluluğuna bağlanması demek de epikuros'un yüzyıllar içinde edindiği imajdaki güdüklüğün bir açıklaması olabilir.
  • roma'daki takipçisi lucretius, meşhur de rerum natura'sında hâliyle yere göğe sığdıramaz üstadı epikouros'u; teyit edelim mi?

    http://jimithekewl.blogspot.com/…-natura-33-13.html
  • bir röportajında ihsan oktay anar, fikirlerinden en fazla etkilendiği filozof olarak bahsetmiş epikür'den. (belki yeni kitabında ebu kuras olarak karşımıza çıkar kim bilir) üstadın, hayatın amacının zevk almak olduğu görüşüne katılmakla birlikte, filozofun bahsettiği hedonizm tınıları taşıyan yaklaşımın tam olarak duyarlılığı, farkındalığı ve umudu bitiren bir yaklaşım olduğuna katılmıyorum.

    insanlar da epikür'ün bahsettiği yaşam tarzları noktasında ikiye ayrılıyor aslında. kimileri sağlık adına kendilerini kola, dondurma, kırmızı et, sigara, şeker, çay, yağ, tuz vs. gibi zevklerden mahrum bırakıyorlar. düzenli olarak spor yaptıkları, yatma kalkma zamanlarının belli olduğu bir rutinin içine girerek ömürlerine fazladan birkaç yıl katmak istiyorlar belki de.

    bazen de yolda kırmızı suratlı, hoş sohbet amcalar görüyorum. her akşam rakının, mangalın dibine vuran, güzel kadınlarla evli olan; emeklilik fonu, borsa, yatırım enstrümanlarına sarfedecekleri enerjiyi, dostlarıyla parasının son demine kadar eğlenceye adayan, sesleri kalınlaşmış, konuştuklarında insanı gülümseten amcalar.

    işin şu kısmı da var. her gün yeşil çayla midesini yıkayan, brokoli haşlayan erkek ve kadınlar, aslında ömürlerine ömür katmaktan çok, yaşlanmalarını geciktirmek ve güzelleşmek için efor sarfediyorlardır muhtemelen. alkol, sigara, mangal, gece hayatı, düzensiz seks birçok hastalığa davetiye çıkarıyor. birçok insan ömürlerinin son baharında kolesterol, kalp sorunlarıi kanser gibi hastalıklarla cebelleşmek istemiyor. lakin hedonizmden kaynaklanan sağlık sorunları ne boyuttadır bilmiyorum, bir bilenin risk analizi yapıp hangi yoldan gitmenin daha verimli olacağını bize anlatması gerekiyor..

    bana göre bünyesine güvenen insanların, erken yaşta hayatın zevklerinden feragat edip ileriye yatırım yapmak için hem kendisine hem de çevredeki insanlara eziyet etmesine gerek yok. epikür'e göre gençlik genç gibi yaşanır, hayatın zevklerinden faydalanılır; yaşlılık da yaşlı gibi yaşanmalı. geriye dönüp baktığında yapmadığınız için pişmanlık duyacağınız şeyler bırakmadığınız bir dinginlik dönemi. belki de bu sebepten o kadar kolay söylemiş ölümden korkmanın aptallık olduğu argümanını çünkü hayatta yapmayı düşünüp de henüz yapamadığınız şeyler olması da ölümden korkmak için yeter bir sebeptir.

    işin özeti bu feylesof dedemiz de hayatı şöyle özetliyor. dostlarınızla birlikte, hiç kimsenin boyunduruğu olmadan, gürültü ve cam kırıklarının olduğu yerden hemen uzaklaşıp beladan uzak durarak mutlu mesut yaşayın gidin. hayatınızda ve çevrenizde yanlış giden bir şeyler varsa da müdahale edip yine hayatı zevk alınacak noktalara evirin. değişime vurgu yaparak da fikirlerinin duyarsızlığa yol açtığı alegorisine son noktayı koyuyor.

    öyle ya da böyle amca özü anlamış ve doğru söylemiş bence. genç yaşta kendimizi hapsetmeye gerek yok. mutlu ölmek en güzeli..
  • epikouros nevî şahsına münhasır bir kişilik olarak felsefe tarihinde yerini almış olmanın yanında; aynı felsefe tarihinin çoğu kere yanlış bir şekilde tanıdığı ve tanıttığı kişi olarak da bilinmiştir. epikouros öte-dünyada diğer filozoflarla sohbet ederken, her yüzyıldan çoğu müridinin ahını her an kulağında duyduğunu dile getirecektir. o derece yanlış anlaşılmıştır. (yolun bundan sonrasına katırlarla yani latinceyle devam edip, transliterasyon özürlü epikouros yerine epicurus ismini kullanacağım) epicurus haz üzerinde görüşlerinden ötürü çok fazla yargılanmış ve deyim yerindeyse yerin dibine sokulmuştur. epicurusçu düşüncenin temelini "ye, iç, yat, dostlarınla takıl, hiçbir şeye karışma, keyfini düşün" gibi, örtülü bir hayvanlaştırmaya dönüştürmüşlerdir; oysa epicurus başından itibaren bizzat hayvanları örnek alıp hazzı sadece ve sadece çileden ve gam yükünden uzakta yaşamanın prensibi olarak düşünmüştür. ötesi yoktur. bu yapı keyfe dayalı değildir; sadece çileden uzak olma felsefesi olma niteliğini taşır. bu da epicurusçu düşüncenin mecburî gördüğü bir neticedir. bu kapsamda haz, epicurusçu felsefe için hem bir hareketlenme, hem de bir varış noktasıdır.

    insanın yapılandığı haz onun yaradılışında vardır; ancak bu salt ona özgü değildir. hayvanlarda da böyledir: bu düşünceye göre her canlı, doğduğu andan itibaren acıdan sakınır, yararını gözetir (cicero, de finibus bonorum et malorum 1.30). o halde canlılar için doğuştan itibaren acıya götüren her şey kötü, mutluluğa götüren her şey iyidir. buradan bedensel anlamda bir sınır-tanımaz özgürlük düşüncesi çıkmaz. felsefe tarihçisi r. w. sharpley'in de bildirdiği gibi, epikuros'a göre yaşamın amacı hazdır ve mutlu yaşam en çok haz ve en az acıdan oluşan yaşamdır. ve bundan 'bedensel serbestlik' anlaşılmaz. epikuros'a göre hazzın sınırı hem bedensel acının hem de zihinsel kaygıların ortadan kalktığı yerdir (r. w. sharpley, "epikurosçular: nasıl mutlu olurum?", çev. b. oğuz, felsefelogos, s.19, 2002/3, sf.15). ben burada bu sınırlı haz öğretisinin anlaşılabilmesi için kıyas yapmak zorunda olduğumu düşünüyorum. böylece öğreti daha iyi anlaşılacaktır. epicurusçu düşüncenin gerektirdiği bu haz beklentisi, stoa felsefesinde yoktur. hatta aksine stoa felsefesi, tıpkı hıristiyanlığa da miras bıraktığı gibi çilenin, acının, kedere katlanmanın felsefesi olmuştur. hatta stoacı seneca, naturales quaestiones'inin ii. kitabının meşhur 59. bölümünde kederi durdurmanın imkânsızlığından dem vururken, mümkün olanın ona katlanmayı bilmek olduğunu söyler. o halde insan, stoa felsefesine göre onu mutlu kılan şeyler için yaşamaz, aksine olan biteni (aynı eserde yıldırımlar, depremler, seller gibi doğa felaketlerine katlanmanın erdemi uzun uzun anlatılır) olduğu gibi kabullenmenin erdemiyle yüce bir canlı haline gelir. oysa epicurusçu öğretiye göre insanın kedere ve doğal olarak doğa felaketlerine katlanması söz konusu değildir. bu anlatımdan hareketle birbirine zıt olan bu iki anlayışı karşılaştırırsak, şunu görürüz: epicurus felsefesi bir nevi "kaçış"ın, stoa felsefesi ise "cesaretle göğüs germe"nin felsefesidir.

    insan ne'den kaçar veya ne'ye karşı cesurca direnir? tabi ki yaşama telâşının gerekli kıldığı kendi gam yüküne. insanın doğmuş olması bizzatihi trajedinin kendisidir. yunan düşününde trajedi, uyumsuzluğun ve ışıksızlığın varlığı bile değildir, bizzat idrakidir. insan ışıksız olabilir, ama onun farkında olmadığı anda trajik bir varlık değildir; onu idrak ettiği andan itibaren durumundaki çaresizliğin farkına varır ve sonunda bir nevi tanrıların olympos'taki yemek şöleninde maskaraya dönüşür. bunun çok daha somut karşılığı, insanın ölmek için doğmuş olmasıdır. öleceğini bilerek yaşayan insanın, kendine yaşama sebepleri bulması ve yaşadığı her anı anlamlı kılması gerekir; aksi halde yaşamına son verip ışıksızlığı terk ederek kaynağı ve sonu bilinmeyen bir ölüm ışığına teslim olur (özgürlüğün ölüm olduğu anlatılabilmeli entirimde bunu anlatmaya çalışmıştım). ibrahimî dinlerde neden ışıksızlık yoktur? çünkü yol bellidir; şu yola saparsan şu, bu yola saparsan bu sonucun seni beklediğine inanarak ona göre bir yaşama nedenin olur. oysa euripides'in bacchae'ındaki dionysos ile pentheus'un durumunu düşününüz; hangisi en yalın anlamıyla 'kötü'dür? hangisi en yalın anlamıyla iyinin iyisidir? (#16649149) yine yunan tragedyasında hem annesinin katili hem de babasının öcünü almış olan orestes'i düşününüz; bu talihsiz delikanlı babasının öcünü aldığı için iyi midir, yoksa annesini öldürdüğü için kötü müdür? ya babası agamemnon? kızını tanrılara kurban etmeye yeltendiği için iyi midir, kötü müdür? yoksa karısı ve onun aşığı tarafından katledildiği için talihsiz midir? buradaki ışıksızlığa, çözümsüzlüğe eğilim, yunan zihnine ekseriyetle iki türlü çözüm imkânı sunmuştur: acıdan kaçmanın felsefesi ve acıya cesurca göğüs germenin felsefesi. bunlar size tanıdık geldi mi?

    epicurus'un ölümü ve tanrılarla ilgili anlatılan hikâyeleri küçümsemesinin nedeni de zihnî kaygılardan kaçınmanın birer neticesidir. ışıksız ve çözümsüz kalmış yunan zihni önünde bir filozof epicurus: ve bu filozof, ataraxia'yı ön plâna alma gereğini duymuştur. onun çözümsüzlüğü giderme yolu buradan geçer. "dingin olmaya bak" dedirtir. bir kere doğmuşsan, ölmeyi de sakin bir şekilde karşılayabilmelisin. geçmişte bir zaman var olmadığımız düşüncesi bizi kaygılandırmıyorsa, neden bu gerçeğin gelecekteki dengi bizi kaygılandırsın? bizden önce kaygı diye bir şey yoktu, bizimle birlikte kaygı doğduğuna göre bu bizim zihnî rahatsızlığımızın bir neticesi olabilir mi? o halde kaygılarımızı gidermeye bakalım; kaygılarımız bizim zayıf noktalarımızdır; olayların iç-yüzünü (örneğin zeus'un yıldırımları ok şeklinde fırlatmadığını) bilirsek, korkularımızın da üstesinden geliriz. yaşarken ne kadar az kaygılı biri olursak, ölüm anı gelip çattığında o an bunu ciddiye almadığımızdan, yaşamımızı olması gerektiği gibi dinginlik içinde geçirmiş oluruz. işte epicurusçu düşüncede hazzın sınırı budur.

    ancak zorunluluk ile özgürlüğün ortak niteliğinde kabaca incelemeye çalıştığım gibi, epicurus'un ve ondan evvelki democritus ile hocası leucippus'un atomların tesadüfî çarpışmalarına dayanan rastgele bir evren düşüncesinin zarurî neticesidir bu haz öğretisi. nasıl öyle olmasın ki, rakip disiplin olan stoa felsefesi mens universi'nin (evrenin zihni) bir şemsiye gibi kuşattığı bir insan yaşamı öngörüyordu; bunda tesadüfîliğe yer yoktu. her şey yerli yerindeydi ve anlamlıydı. her şey "gerek"tiği gibiydi; bu yüzden yaklaşım deterministti. buna karşılık epicurus her şeyi rastgeleliğe bağladığından her şeyin "gerek"tiği gibi olmasını gerekli görmedi. o halde bu "gerekli" olmayan "ışıksız" yaşamı en iyi şekilde yaşamak; yeni doğmuş bir hayvan yavrusunun tutumunda da olduğu gibi, acı veren her şeyden kaçınmayı "gerekli" kılmıştı. evren zorunlu olarak rastgeleliğe dayanmış bir evrendi; evrendeki her şey clinamen denilen sapmanın eseriydi; yani benim şu an bu satırları yazarken sarf ettiğim enerji de bir rastgeleliğin ürünü olmalıydı, ki ancak böyle "gerekirci"liğin önüne geçilebilirdi.

    insan acıyı ortadan kaldıramadığına göre, rakip disiplin onunla cesurca yüzleşmeyi kabullenmişti. tanrı varsa niye bu kadar acı var söyleminde de geçtiği gibi, o halde iyi insanların başına kötü şeylerin gelmesi de başlı başına kötü değildi stoa felsefesine göre. oysa buna karşılık epicurus tanrıları insanların işlerine karışmayan güçler olarak algıladığından, insanların başına gelen her acı da ya onların kaçınmayı bilmemesinden ya da tesadüfîliğin neticesi olmasından kaynaklanıyordu. o halde insan yaşamının böylesine ışıksız ortamında ulvî amaçlar yüklenmektense, elden geldiğince acıdan sakınmak en yüce erdem olmalıydı. zaten epicurusçu düşünce, taraftarlarının politik ve sosyal yaşamdan da soyutlanmasını gerektirdi. epicurus'un bahçe yaşamı, bu soyutlanışın sembolüydü. yine stoacıların "evreni yöneten, eninde sonunda bizim de kendisine döneceğimiz tanrısal akıl" diye bir şey de yoktu. epicurus'un anladığına göre, doğanın gösterdiği tek gerçek vardı: olabildiğince dinginlik, yedikçe acıkırcasına dinginlik.

    bu da bir nevi isa gibi çarmıhı yüklenmektense, yaşamı en sorunsuz bir şekilde tüketmek anlamını taşıyordu. filozofa göre insan bir nevi bu tercihe savrulmuş olmalıdır. doğmayı bizzat kendisi istememiş olan bir insanın, cesurca anlamlar yükleyebilme yükünü üstlenmesi tümüyle saçmalıktı, tümüyle. cesurcaymış, en cesurları bile ölüyor. stoacı seneca, naturales quaestiones 2.59'da ne güzel diyor oysa:

    "vives, si fulmen effugeris? petet te gladius, petet lapis, petet febris"
    "yıldırımdan kaçınca, yaşayabileceksin ha? kılıca yakalanırsın, taşa yakalanırsın, hummaya yakalanırsın."
  • "ekmek yiyerek, su içerek bedenin hazlarına veriyorum kendimi ve pahalı hazları sadece kendileri açısından değil, sonuçları olan sıkıntılardan ötürü küçümsüyorum"
    (epikuros' un bir mektubundan alıntı)
hesabın var mı? giriş yap