• eduardo galeano nun latin amerika'da usa sömürgeciliğinden britinya sömürgeciliğine kadar bütün detaylarını ajitatif bir dil kullanmadan bilimsel verileriyle ortaya koyduğu kitap. bugün dünyanın sayılı şirketlerinden olan shell, bp örneklerinde olduğu gibi geçmişlerinin karanlık yüzlerini gösteren vazgeçilmez kitaplardan.
  • sistemin tek kelimeyle mükemmel anlatıldığı eduardo galeano kitabı.

    sömürünün, açlığın, sefaletin , işsizliğin sebeplerinin , köleliğin doğuşunun , insanların seçimi dışında nasıl tek düze bir hayata dayatılıp karın tokluğuna ölümlerine kadar çalıştığının , nasıl seçeneksiz bir hayat yaşadıklarının kitabı.

    bu sistemi kuranların , önce insanları sonrada kitleleri ve ülkeleri nasıl çaresiz bıraktıklarını, nasıl sömürdüklerini tek bir basımda özetleyen harika kitap.

    ve tabi ezilen ve sömürülen büyük çoğunluğun yanında , bunun kaymağını yeme lüksüne sahip olan emperyal ülkeler.

    merak edenler için tam anlamıyla yol gösterici, insanı eduardo galeano hastası yapacak derecede başarılı ve çarpıcı , tüm bunları yaparken de sadeliği ve olayların tabiri caizse kabak gibi ortada olduğu basit bir anlatım . zaman zaman sinir bozması da cabası anlatılanlardan sonra.

    en kötüsüde türkiye den hiç bahsetmemesine rahmen latin amerika'da dönen dolaplar, ve emperyalizmin koca kıtayı elinin avucuna almaya başladığından, tam anlamı ile köle haline geldiği döneme kadar anlatılan her hikaye, günümüz türkiye'sinden parça parça kareleri aklınıza getirecektir.

    her verilen bilgiden, açıklanan her rapordan sonra aklınızda "aaa ama türkiye'de .." diye başlayan cümleler aklınızda patlayacak, çaresizliğinize yanacaksınızdır.

    --- spoiler ---

    kitapta birçok cümle var ki kapitalizmin geldiği noktada ucuz iş gücü ve ham madde kaynağı, yeraltı zenginliklerinin yoğun olduğu coğrafyaların nasıl emperyal devletlerce sömürüldüğü, ve tüm bunları yaparken de işin en kötüsü zengin ülkeler bunları tüketirken, latin amerika'nın bütün bunları üretirken kazandığından çok daha fazlasını kazanıyor olmaları.

    en vurucu bölümlerden biri olarak ta ;

    "toğrağın zenginliği insanın yoksulluğunu doğuruyor " bölümü.

    sömürecekleri ülkelerin gelirini tek bir ürüne bağımlı kılan güçlü devletlerin , bunu başardıktan sonra o ülkeleri nasıl diğer ürünler için maymuna çevirdikleri ayrıca satın alacakları ender kaynaklar üzerinde de hakkı olmamasına rahmen nasıl karar mercekleri haline gelmeleri örnekleri gerçekten çok can yakan bölümler.

    fidel castro 'nun bu duruma dikkat çekmek istediği sözü herşeyi anlatmakta;

    "küba hammadde üreten bir fabrika olmaya devam ediyor. şeker ihraç edip, şekerleme ithal ediyor!! "

    kitaptaki başka bir bölümdeki örnek gibi , örneğin kakao üretiminin ileri gelenlerinden ekvadaor'un durumu . ürettiğinin çoğunu emperyal devletlere ihraç eden ekvator bunun sonucunda güçlü devletlere bir armağan veriyor. sebebi ise çikolata fiyatları emperyal devletlerde gittikçe artarken ,kendi sattıkları kakao fiyatları göreceli olarak sürekli bir düşüş gösteriyor.

    ya da başka bir örnek olarak raporlara dayanan bilgilere göre avrupa ülkelerinin kahveden elde ettiği gelirin ,üretici ülkelerin elde ettiğinden fazla olması .

    ucuz ve sömürülen iş gücü sayesinde örneğin brezilya'dan ve venezüella'dan aldığı demirin abd'nin kendi topraklarından çıkarılan demirden daha ucuza denk gelmesi ..

    bu örneklerin tam tersi olarak ise latin amerika'da üretilen otomobillerin, aynı şirketlerin merkezlerinin bulunduğu ülkelerde üretilen otomobillerden çok daha pahalıya satılması.

    buna benzer daha sayısız örnek.

    sömürülen , aç kalan , hatta günün yarısını sadece karnına koyabileceği bir dilim ekmek için çalışmak zorunda kalan işçi köleler, açlıkta ölenler.

    daha ucuz işgücü için köle pazarları.

    bu çarka çomak sokmak isteyen iktidardaki vatan sever siyasetçilerin ve şirketleri ulusallaştırma çabasına giren insanların nasıl emperyal devletlerce gerek suikast, gerek askeri darbeler veyahut çeşitli hilelerle yollarından alıkoyulmaları.

    kaynağa sahip olmalarına rahmen gittikçe fakirleşen kaynak sahibi ülkeler ve insanları, buna karşın gittikçe zenginleşen sistemin yöneticileri..

    kitabını bir züğürt tesellisi tarzında şu şekilde bitiriyor galeano;

    "insanların tarihinde her yıkıcı hareket, karşılığını er ya da geç yaratıcı bir harekette bulur"

    --- spoiler ---

    içinde bir kelime bile " türkiye" geçmeden , özelleştirmelerin , satılan devlet şirketleri ve fabrikalarının, özel sermayenin ülkeye girişlerinin sonuçlarının, bankalar , krediler vs. yalanlarının, ekonomik değerlerle oynanıp insanların nasıl uyutulduğunun ülkemizdeki özetini okumak isteyenlerin zaman kaybetmeden okuması gereken bir kitap
  • latin amerikaya uygulanan vahşetle alakalı parça parça bilgilerimizi düzenleyen harika eser.

    ayrıca girişindeki koruyucu cuntanın başkaldırı bildirisinden alınan söz çok etkileyici:
    `aptallığa oldukça benzeyen bir suskunluk içindeydik`
  • hugo chavez'in obama'ya hediye etmesi nedeniyle tekrar gündeme gelmiş eser. amazon.com'da çok satanlar listesine girmiş birdenbire. ne acayip mahluklarız yahu.

    http://www.ntvmsnbc.com/id/24958503/
  • "uluslararası işbölümü sonucunda bazı ülkeler kazanırken bazı ülkeler de kaybeder oluyor:hep kazananlarla hep kaybedenler.bizim bugun latin amerika diye adlandırılan toprağımız,kendini hep kaybetmeye adamış durumda.rönesans avrupalılarının dişlerini boğazımıza geçirmek üzere okyanus'a atıldıkları uzak çağlardan beri böyle bu" diyor galeano bu kitabında ve latin amerika'nın nasıl planlı bir şekilde "arka bahçe" haline getirildiğini adım adım anlatıyor.latin amerika hakkındaki en kapsamlı çalışmalardan biri olan bu kitap,konuyla ilgilenen herkesin okuması gereken,okuduktan sonra uzun bir süre düşündüren çok başarılı bir çalışma.
  • latin amerika’nın kesik damarları’nı okurken, aklımın bir köşesinde hep türkiye vardı. gözümün önüne türkiye’den çeşitli manzaralar geldi: yasaklanan grevler, sendikaların ve partilerin feshedilmeleri, tutuklamalar, şiddet, işçi ücretlerinin düşürülmeleri…

    türkiye’nin, yabancı bir devlete imtiyazlar tanıyan ilk ikili anlaşması abd ile 1 nisan 1939’da yapılmıştır. daha 2. dünya savaşı resmen başlamamış, alman postalları polonya topraklarına ayak basmamıştı. mustafa kemal atatürk henüz ölmüştü.

    “türkiye, sürekli olarak denetim altında tutulmak istendi ve bu 1919-1938 arası hariç başarıldı” diyen metin aydoğan sonuna dek haklıydı. izleyen dönemde, ingiltere, fransa ve almanya’dan alınan borçlarla hazinenin üzerindeki yük daha da arttı. oysa çok değil kısa bir süre önce, anka misali küllerinden genç bir cumhuriyet doğmuştu, üstelik yokluklar içerisinde...

    23 nisan 1920'de açılan meclisteki milletvekilleri, gaz lambasıyla aydınlanan, sac sobayla ısınan, civar okullardan getirilen tahta sıralarla donatılmış, gaz tenekelerinin masa olarak kullanıldığı mecliste çalışmış, 100 lira maaş almışlardı. bir kısmı öğretmen okulunda yatmış, bir bölümü hanlarda kalmışlar, sabah, öğle ve akşam tabldottan yemek yemişlerdi. 20 ocak 1921 yılında çıkarılan yasayla, egemenliği kayıtsız şartsız millete veren hükmü benimsediler.

    edward erickson, size ölmeyi emrediyorum kitabının son paragrafında şöyle yazar:

    “düşmanlarının daima olduklarından zayıf değerlendirdiği türkler, savaşın acı sonuna dek savaşmayı sürdürdü. türkiye’nin düşmanları, mondros mütarekesi'nden sonra bu ülkeyi ebediyen yok etmeye kalkışacaklardı. ne var ki, türk ordusunun değerleri takdir edilmeyen liderleri ve askerleri, bir kez daha külleri arasından yükselecek ve düşmanlarını yenecekti.”

    cumhuriyetin ilk on beş yıllık döneminin sonunda, arada yaşanan 1929 dünya ekonomik buhranına rağmen önemli bir gelişme söz konusuydu. 1938 yılı itibarıyla dış ticaret dengesi -3,9 seviyesine inmiş ve ihracatın ithalatı karşılama oranı %96,7’ye ulaşmıştı. en çok dikkati çeken nokta, iktisaden devamlı bir yükseliş seyrinin varlığıydı.

    1945 ve 1946 yılındaki ilk borçlanma anlaşması yeni bir döneme işaret ediyordu. 1947’deki 10 milyon dolarlık kredi anlaşması, o an hemen hemen hiç dış borcu olmayan bir ülke için son derece garipti diye devam eder aydoğan.

    1948’in temmuz ayında türkiye marshall planı’na alındı ve kalkınmada amerikan görüşlerinin egemen olacağı bir dönem başlatıldı. bu arada 2. dünya savaşından da galip çıkan abd’nin önünde dünya hegemonyası için pek bir engel kalmamıştı artık. 1949’da kurulan nato’ya, türkiye 1952’de üye oldu. (bkz: kore savaşı)

    aslında, başlangıçta demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kulağa son derece hoş gelen kavramlar etrafında yola çıkıp, eski ingiliz, fransız ve ispanyol hâkimiyetlerine karşı koyarak ortaya çıkmış bu devletin (abd), zamanla tek hedefi tahakküm ve çıkar artırımı olan bir ülkeye dönüşümünü oldukça hazin bir öykü olarak nitelendirmekte sakınca yoktur. galeano’nun kitapta filozof william james’ten alıntıladığı gibi: “ülke, sonsuza dek sürecek bağımsızlık bildirgesini bir hamlede kustu.”

    sağduyu, akıl çağı ve ortak aklın yazarı, founding fathers üyesi thomas paine, bugün yaşananları görse acaba neler hissederdi? bu, john perkins’in de vaktiyle aklını kurcalayan bir soruydu. perkins’in bir ekonomik tetikçinin itirafları kitabından pasajlar geldi aklıma bu kitabı okurken. ımf, dünya bankası ve onların kredileri, düşürülen hükümetler, suikastler… neticede, real politik galibiyetini ilan ediyordu bir kez daha, haykırıyordu acımasızca…

    ve yine türkiye’yi düşündüm. günümüze biraz daha yaklaştım. sözüm ona islami referansla hareket eden birileri çıktı karşıma bu kez. ağızlarından çıkan ışıltılı kelimelerinin ardında yatan saklı gerçek kendini gizleyemiyordu, her şey berrak, her şey çok netti. öylesine açıktı ki, modernliği olmayan bir kapitalizm insanın yüzüne doğru vuruyordu.

    doğrudan yabancı sermaye yatırımları, kimsenin kara kaşına kara gözüne gelmiyor. galeano kitapta bunu çok net vurguluyor. çok uluslu şirketlere uygulanan gümrük tarifeleri, vergi muafiyetleri, ulusal/iç pazarların azgelişmişliğiyle çakıştığı anda, verimlilik ibresi onlara doğru kayıyor. kalkınma yerine ülkenin eline geçense, koca bir yoksunluk, yoksulluk ve bunun tabii getirisi memnuniyetsizlik hissi ve gelecekten ümitsiz yığınlar oluyor…

    galeano, “emreden borcu verendir.” diye yazıyor latin amerika’nın kesik damarları’nda. aslında biz bunu daha önce duymuştuk, yüzyıllar önce buna benzer bir şey söylenmişti. tek fark, artık pek hatırlayan yoktu: “borç alan, emir alır.”

    yazının blog versiyonu için gezivita

    kaynaklar:

    metin aydoğan, bitmeyen oyun türkiye’yi bekleyen tehlikeler, umay yayınları, izmir, 1999
    eduardo galeano, latin amerika’nın kesik damarları, sel yayıncılık, istanbul, 2015
    edward erickson, size ölmeyi emrediyorum! birinci dünya savaşında osmanlı ordusu, kitap yayınevi, istanbul, 2011
    sami güven, 1950’li yıllarda türk ekonomisi üzerinde amerikan kalkınma reçeteleri, ezgi kitabevi yayınları, bursa, 1998
    ünal gündoğan, amerikan yüzyılı amerika birleşik devletleri’nin yükselişi ve 11 eylül 2001, adres yayınları, ankara, 2008
    birden fazla yazar, atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi 1, anadolu üniversitesi yayınları, eskişehir, 2012
    birden fazla yazar, atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi 2, anadolu üniversitesi yayınları, ankara, 2013

    ve bu kitabı okuyup beğenenler için ilgili okumalar:

    (bkz: bir ekonomik tetikçinin itirafları)
    (bkz: les damnes de la terre)
    (bkz: bartolome de las casas)
  • "uluslararası işbölümü sonucunda bazı ülkeler kazanırken bazı ülkelerde kaybediyor. hep kazananlar hep kaybedenler." gibi bir giriş cümlesiyle başlayan eduardo galeano'nun, özünde latin amerika'yı genel olarak da bütün dünyadaki sömürü sisteminin işleyiş mantığını sağlam verilerle anlattığı ufuk açıcı kitap. kitaptan birkaç alıntı:

    "gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirmenin sihirli bir formülü yok. bir şeyi değiştirmek içinse önce ne olduğunu öğrenmek gerekiyor. latin amerika'daki sorun bu. onu göremiyoruz, kendimize körüz çünkü kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırılmışız."

    "diktatörler, işkenceciler, cellatlar: posta ve banka gibi terörün de memurları vardır ve terör gerekli olduğu için uygulanır; bir sapıklar ortaklığı değildir. general pinochet, goya'nın siyah resimler'inde çıkma bir figür, klinik bir vaka ya da muz cumhuriyetlerinin vahşi geleneklerinin bir temsilcisi gibi görünebilir. ama şu ya da bu diktatörün tarihi tatlandıran klinik ya da folklorik yanları tarihin kendisi değildir. birinci dünya savaşı'nın, bir kolu ötekinden kısa olan kaiser 2. wilhelm'in kompleksleri yüzünden çıktığını ileri sürmeye kim bugün cesaret edebilir? berthol brecht, 1940 sonunda çalışma defterine şu satırları yazmıştı: demokratik ülkelerde ekonominin şiddet özelliği fark edilmez, otoriter ülkelerde fark edilmeyen, şiddetin ekonomik özelliğidir."

    "arjantin'de kitapları kararla yasaklamak gerekmiyor artık. * yeni ceza yasası eskiden olduğu gibi bozguncu olarak nitelenen kitap yazarları ve yayıncıların peşine düşüyor. ama ayrıca, kuşku uyandırabilecek bir yazıyı kimse basmasın diye, basımcı, dağıtımcı ve kitapçıda suçlu kabul ediliyor. bütün bunlar yetmiyormuş gibi okur da suçlu sayılıyor. yani kitap tüketicileri, uyuşturucu madde tüketicileriyle aynı kefeye konmuş oluyor."

    "kimse kimseye hesap vermiyor, kimse kimseye açıklama yapmıyor. her suç, suçlunun yakınları için korkulu bir belirsizlik, diğer herkes içinde bir uyarı oluyor. devlet terörü, halkı korkudan felce uğratmayı amaçlıyor."

    "ocak 1978'de yapılan referandumda pinochet diktatörlüğüne "evet" oyu şili bayrağının altına bir çarpı işareti çizerek, hayır oyu ise siyah bir dikdörtgenin altına çarpı işareti çizerek veriliyordu.

    sistem kendini vatan yerine koymayı amaçlıyor. resmi propaganda gece gündüz yurttaşlara sistemin vatan demek olduğunu haykırıyor. sistemin düşmanı vatan haini oluyor."
  • eduardo galeano'nun brezilya'daki bir kitap fuarinda yeterince ekonomi ve siyaset bilmiyorken yazdigini soyledigi ve "ben olsam tekrar okumazdim!" dedigi kitap. 1940 dogumlu oldugunu bildigimiz yazarin kitabi 1971'de yayinlamis, buradan anliyoruz ki kitabi yazdiginda 31 adet yil geride birakmis su fani dunyada.

    kaynak

    ayrica yukaridaki entylerin birinde metnin orjinalinin ingilizce oldugu soylenmis, hayir efendim orjinal metin abinin de kendi dili olan ispanyolcadir.
  • bazı insanlar vardır. yüzüne baktığında yılların yorgunluğu üzerindedir ama kırışık barındırmaz. sorarsın yaşını 30’ların başında çıkar. latin amerika da 500 yıllık acılarını bedeninde taşıyan ama ruhu 30’larında bir deli fişek. eduardo galeano kitabı çok genç yaşta ve çok kısa sürede yazmış. latin amerika olmuş o da. verandasındaki sallanan sandalyesinde ölümü bekleyecek kadar çok yaşadığını sanarken damarlarında halen afro latin kültürün isyandan doğan kıpır kıpır müziği ve rengarenk sanatı dolaşıyor.

    kalemine yansıyan; şekerle tektipleşen ticaret, yitip giden cennetten düşme topraklar, külleri kalan imparatorluklar, kahve ve kakaoya bağlı düğün ve cenazeler, afrikalılar, köleler, zulümler...

    şu karmaşada bağımsızlık ancak tek tük çıkan üstün zeka ve becerilerle mümkün oluyor. simon bolivar, jose de san martin, jose marti, heykelsiz fidel, ikonik che, akıbeti belirsiz camillo ve başarısız olarak bize aksetmeyen niceleri büyük amerika ve ispanya imparatorluklarının resmi kökleşme çabalarına dinamit koysa da sonuç pek değişmiyor. o yaralar o bedende taşınacak fakat yaşama umudu isyanla karışarak rengarenk kültürü oluşturacak.

    acılı tarihi 500 yılı devirirken insanlık değişse de 30’larındaki latin amerika, ayaklara karasular indiren yorgunluğunu bir yerlerde romunu içerek atıyor. içindeki ateşi de canlı tutuyor.

    tanım: viva demenin kitabıdır. çünkü o bereketli topraklarda kim, neyi, neden yapıyorsa çok yaşamak için yapıyor.
  • bu kitapta yer alan sömürü ve talanı ne yazık ki ülkemizde halen görüyoruz. sene 2019 olmasına rağmen hala 16.yy'da latin amerika'daki altın ve gümüş sömürüsünün aynısı ülkemizde devam ediyor.

    (bkz: kaz dağları siyanürlü altın madeni direnişi)
    (bkz: kaz dağlarını yok eden firmaya 865 milyon teşvik)
    (bkz: kazdağlarıhepimizin)
    (bkz: alamos gold inc)
    (bkz: doğu biga madencilik)
hesabın var mı? giriş yap