• yirminci yüzyıl marksist filozofları içinde okunması en güç olanı olarak kabul edilen althusser, fikirlerinden ziyade bir cinnet anında delice aşık olduğu karısı helene'i yatak odalarında boğarak öldürmüş olmasıyla gündeme gelmiş skandal bir insandır (bir süre hapiste yatmış, daha sonra cinayet sırasında bilincini yitirmiş olduğuna dair verilen rapor da gözönüne alınarak dava hakkında takipsizlik kararı verilmiştir).
    cezayir doğumludur, ikinci dünya savaşı'nda almanlara esir düşmüş, ciddi psikolojik sorunları olan, mütemadiyen depresyona girip çıkan, hayatı psikanalizle geçmiş bir insandır. derrida'nın, foucault'nun hocasıdır aynı zamanda.
    althusser'i (ve işlediği cinayeti) kendi ağzından dinlemek isteyenler, otobiyografi severler, can yayınları'ndan çıkmış "gelecek uzun sürer"de (l'avenir dure longtemps) aradıklarını bulabilirler.
  • "gerçek olarak var olmadigim için, yasamda ben yapmacik bir varliktan, bir hiçten ibaretim; sevmeye ve sevilmeye, ancak beni sevmelerini istedigim ve bastan çikarmak suretiyle sevmeye kalkistigim kimselerden ödünç aldigim yapmaciklar ve sahtelikler yoluyla ulasabilen bir ölüydüm." der bu, "gelecek uzun sürer"deki hezeyanlarindan birinde..
  • althusser bir fransızdı.

    saffet murat tura’nın birikim’de yazdığı üzere (aralık 1990, s:26) lacan ve foucault gibi yüzyılın son çeyreğinde sözünü söyleyen ve umut kaynağı olan üç fransızdan biriydi. aynı yazara göre aralarında en az “saygı gören” yine althusser’di. sebebi ise malûm: diğerleri gibi "heyecanlı bir söylemle putları deviriyormuş gibi" görünmüyor; bu yüzden önemsenmiyordu. bir de eninde sonunda bir marksistti.

    althusser’in türkiye serüveni de eksik malzemeyle çıkılmış seyahat gibiydi; şimdi telafi oldu galiba. çünkü “opus magnum”u olan “ideoloji ve devletin ideolojik aygıtları” adlı kitabı 1978 yılında çevrilmiş fakat “marks için” ve “kapital’i okumak” ise galiba 2000’li yılları beklemişti.

    althusser’e geçmeden evvel gramsci’nin türkiye macerasına bakmalı: hapishane defterleri dilimize çevrilmişti. özellikle eleştirel düşüncenin kimi zaman yokladığı iletişim fakültelerinde ve sosyoloji bölümlerinde bilhassa çağdaş sosyoloji kuramları pasajında, gramsci’nin hegemonya kavramı halen tartışılır haldedir. gramsci’nin yetkinlikle fark ettiği şey, devletin baskı aygıtı olmasından önce bazı sivil toplum kurumlarını da kapsamasıydı. yani devlet kilise, eğitim ve hukuk gibi kurumları kendi hegemonya alanına almıştı. bu sayede rızayı, kabulü yeniden üretiyordu. foucault’un iktidar tanımında zaafa düşmek istemeyen devlet aklını anlamıştı gramsci. şöyle diyordu foucault: “tek işlevi bastırmak olsaydı iktidar kırılgan bir şey olurdu”. zaten bu düşünürün de bütün külliyatı aşağı yukarı iktidarın ve devletin bu refleksiyle ilgiliydi. gramsci üstelik marks ve althusser’den farklı olarak değindiği başka öğeler de vardı. direnç ve istikrarsızlık hegemonyaya karşı toplumda sürekli karşılaşılan tepki biçimleriydi.

    “gramsci’ye göre hegemonya zorunludur ve sıkı biçimde işlemek zorundadır, çünkü başat ideoloji ilerletmeye çalıştığı toplumsal düzene insanların rızasını kazanmak için üstesinden gelmek zorunda olduğu dirençlerle sürekli olarak karşılaşır. bu dirençler kırılabilirler ama tam olarak yok edilemezler. bu yüzden hegemonyanın zaferi ve kazandığı rıza istikrarsızdır; yer yer kesintiye uğrar. mücadeleyi sürekli kılar.
    ideoloji kuramları, her türlü iletişimin ve tüm anlamların toplumsal-siyasî bir boyutu olduğunu ve bunların toplumsal bağlamlar dışında anlaşılamayacağını vurgular. bu ideolojik işleyiş her zaman statükoyu kayırır çünkü iktidarı elinde tutanlar yalnızca malların değil fikir ve anlamların da üretimini ve dağıtımını kontrol ederler.

    kısaca özetlemek gerekirse, marks ideolojiyi, yönetici azınlığın fikirlerini kitlelere zorla kabul ettirmesi olarak gördü. ancak althusser’in bir pratik olarak ideoloji kuramı, ne hayatımızın her alanına erişmesi açısından ne de tarihsel olarak, ideolojiye hiçbir sınır tanımaz. gramsci’nin hegemonya kuramı ya da mücadele olarak ideoloji, dirence çok daha büyük bir vurgu yapar. her ne kadar ikincil sınıfların başat ideolojiye rıza gösterecekleri konusunda althusser’den farklı düşünmüyorsa da gramsci’nin kuramı ikincil sınıfların maddî toplumsal koşullarının başat ideolojisiyle çeliştiği ve bu yüzden başat ideolojiye direnç gösterdiği konusunda ısrarlıdır.”

    john fiske’den yapılan bu uzun alıntı şöyle devam etmektedir:

    “gramsci’nin tahakküm yapılarıyla ilgili açıklaması althusser’inki kadar inandırıcıdır; ideolojinin üstesinden gelmek zorunda olduğu, ancak asla yok edemeyeceği dirençlere daha büyük vurgu yaptığı için de daha doyurucudur, çünkü toplumsal deneyimlerimizin içinde yer alan çelişkileri göz önüne alır. toplumsal değişimi gramsci’nin kuramı olası, marks’ın kuramı kaçınılmaz ve althusser’in kuramı olanaksız görür.”

    john fiske “iletişim çalışmalarına giriş” kitabında bu iki düşünürün görülerini bu şekilde özetliyor. peki bu iki ismin akademik veya değil türkiye’de sol düşünce içindeki macerası nedir? hangisi daha çok önemseniyor. yoksa ikisi de yerli teoriye uzak avrupalı adamlar mı? kuşkusuz türkiye de, bütün kurumlarıyla ve anayasal çerçevesiyle devlet aygıtının toplumu tıknefes bıraktığı, bu yüzden aydınlarının böylesi kaynaklardan bir toplumsal çıkış aradığı ülke durumunda uzun zamandır. özellikle özgürlükçü sol olarak bilinen ve avrupalı kaynaklara fazlasıyla önem veren gelenek bilhassa althusser’in hem takipçisi hem de çevirmeni-yayıncısı olarak da temayüz etmiş durumda. özellikle murat belge’nin althusser’in kitabına henüz 1978 yılında düştüğü önsöz, althusser’in türkiye’de bir bakıma reçete olduğunu göstermekte; zaten önsöz de prospektüs niyetine kaleme alınmış gibi. burada müstehzi bir eda yok elbette. neticede ortada avrupalı bir düşünürün, sol bir aydının köklü bir ideoloji-aygıtla hesaplaşması var. türkiye solu da bu evrensel gidişattan bağımsız olmayacaktır. yine belge’nin önsözüne dönecek olursak burada belge, ancak profesyonel olarak sosyalizm formasyonuna sahip olanların ya da bu düşünceyle organik bağı olanların açımlayabileceğini düşündüğüm ama önemini hissedildiğim şeyler söylerken sonlara doğru daha basit bir düzeyde iki saptamada bulunmaktadır.

    bunlardan birincisi, ideoloji üretiminde önemli payı olan, sendikalardan aileye kadar birçok kurumu, “devletin” ideolojik aygıtları olarak görmeye başladığımızda, devletin toplumun içinde ve somut ve dolayısıyla sınırlı bir kurum olmaktan çıkıp toplumun bütününe yayılması durumudur. ikincisi ise ekonomik şematizmin aşılmasına, ve ideoloji üzerine somut, bilgiye dayalı yeni çalışmalar yapmış olmasıdır.
  • etienne balibar onun için yazdığı bir makalede "marksizmin sorunlarını bulup ortaya çıkarmakta ne kadar yetenekliyse, bu sorunlara çözümler bulma konusunda o kadar başarısız oldu" der, mealen..
  • althusser'in marksizme müdahalesini sadece yapısalcılık bağlamından okumak yetersizdir. o daha çok cağdaş siyaset bağlamından ve bilimler tarihinde yapılan çalışmaların` : bachelard ve canguilhem` ışığında okunmalıdır. bilimler tarihine egemen olmuş pozitivizmi eleştiren bir epistemoloji içinden konuşur. her türlü tarihin aynı gelişmeci şema içindeki hegelci sentezine karşı bachelard'ın, bilim tarihinin genellikle diğer insan tarihi türlerine atfedilen adım adım ilerleyen evrimci formun içinde olmadığını ve de çağının tarihiyle birebir tekabüliyet ve temsil içinde olmadığına dair düşüncesi, althusser’i etkiledi ve bu tarihsel epistemolojiyi benimsemesine yolaçtı.

    bachelard’ın deyimiyle "çağdaş bilim, devrimci keşifleri sayesinde kendini bir geçmişin tasfiyesi olarak tayin edebilir. burada, tüm yakın tarihi tarih-öncesi seviyesine geri gönderen keşifler teşhir edilir." yani bachelard, bilimin daha ziyade ani kesilmeler, süreksizlikler, ve ilkelerin baştan başa yeniden düzenlenmesiyle işlediğini söylüyordu. bir başka deyişle bilimin tarihle olan ilişkisi olumsuzdu.
    bu tarihin tasfiyesi miydi? bir nebze evet. .amma ve lakin daha çok tarihin tasfiyesinden ziyade yeni bir tarihsel tahlile yapılan kuvvetli vurgu önemliydi. (ama esas darbe, neredeyse bilimin seneden seneye pürüzsüzce ve kaçınılmaz bir biçimde açılarak ilerlediğini söyleyen pozitivist bilim tarihçilerine idi.) yeni tarihsel tahlil ampirik tarih üzerine değil, yeni bir bilimi eskisinden ayırt eden, kavramların bilişsel veya epistemolojik konumları üzerinde yükselmeliydi. buna bachelard, epistemolojik kopma dedi. ve bu kopmaların nasıl vukubulduğunu teorileştirmektense örnek vermek bachelard’ın daha çok kullandığı yol oldu. epistemolojik kopuş nosyonu, farklı bir bilimsellik ve ideoloji çerçevesi sundu, tarihler arasında bağlantı kurma teşebbüsünün faydasız olduğu bir tarih biçimi de işin cabasıydı.
    olan da sartre’den lukacs’a kadar ki bütünleyici teorilere oldu.

    althusser’in tarihten vaçgeçme eğiliminin nedeni yukarda zikredilenlerdi. tam da bu noktada kendisi marksizmi, hakikatin bir biçimi olarak tesis etmeye yöneldi. üstelik bunu tarihin diyalektiğiyle değil, marks’ın devasa teorik devriminin bilimselliğinin gösterimi yoluyla epistemolojik olarak doğrulayarak bir bilim olarak ispatlamaya çalıştı. bu sartre’nin marksizmin hakikatini felsefi olarak inşa etmeye yönelik girişimine de bir cevaptı. çünkü ona göre eğer marksizm bir bilimse, marksizmin tarihinin de bilimler için geliştirilmiş olan tarih türüne uyması gerekiyordu. burası althusser’in en fazla karşılaştığı güçlüklerin başlangıcı oldu. zira canguilhem göre: " bilimler tarihi, bilimi çalışma nesnesi alsa da bir bilim değildi. ve dolayısıyla değerden bağımsız, ideolojik olmayı iddia edemeyeceği" uyarısına kulak asmamıştı. sonuçta olan, althusser marksizmi gayrimarksist bir felsefe ile birleştirmesiydi.

    böylece althusser aklında freud’un öznenin bilinçte merkezlenmediği düşüncesi ile marks’ı yeniden okumaya başladı. sartre’nin savunduğu üniter tarihi inşa eden insan öznesine eleştirisini, tarihi, öznesi olmayan bir süreç olduğu düşüncesi izledi. althusser için tarih ve öznenin ikisi de aynı derecede merkezsizleştiği bir kavramlardı artık.
    tarih kavramının marks da bile sorunlu bir kavram olduğunu belirtti. azımsanmayacak sayıda marksistden en çok eleştiri aldığı yerde burasıydı. sonra onun için can alıcı meselelerden birisi olan "marks’ın teorik sorunsalı tarafından vazedilen tarih kavramının içeriği ne olmalıdır?" sorusuna kafa yordu. soru şu yönteme götürdü: "hem hegel hem marks tarihsel zamanı toplumsal bütünlük açısından tanımlarlar: onların toplumsal bütünlük kavramlarının farklılaştığı gösterilebildiği ölçüde aynı şekilde tarihsel zaman kavramların da farklılaştığı gösterilecektir."

    sanırım althusser’in bütün amacı marksizmin özünü yeniden kurmaktı. verdiği cevaplardan daha ziyade, sorulara neden olan sorunların iyice görülmesini sağlaması daha önemliydi diye düşünüyorum.
    hülasa-i kelam althusser yazdıklarıyla marksizmin, teorinin, tarihin, tarihselciliğin lamelifini oynattı, yaşadıklarıyla ise de acıyı bilen eski ustalardan oldu.
  • tanrı’ya inanmadığı halde dua eden onca insanı görerek dua etmeye başlayan ve dua etmesiyle de tanrı’ya inanmaya başlayan adamın hikayesini anlatır bize althusser.
  • ikinci dünya savaşı sırasında esir düştüğü nazi kampında kendini özgür hissettiğini, çünkü orada annesinin olmadığını söyleyen düşünür. gelecek uzun sürer adlı otobiyografisinde bunları okuduğumu hatırlıyorum.

    kapsayıcı annelik duygusunun, toplumun içinde bulunduğu psikolojik bozukluğun sebeplerinden biri olduğunu düşündüğüm için bu satırlar aklıma kazınmıştı.
  • totolog. 'son kerte' gibi belirsiz bir ölçü koymuş ve 'alt yapı, üst yapıyı son kertede belirler' demiştir. alt yapı üst yapıyı belirler dese determinizme, üst yapı alt yapıyı belirler dese voluntarizme düşecekken son kerte diyerek mevzudan sıyrılmıştır. kendisine sadece tebriklerimi sunabildiğim buluşçu insan.
  • eski bir arkadaşın arabasının arka koltuğunda, althusser fikriyatı seviciliği yapıyorken, oldukça magazinci bir cimcimelikle, "karısını öldürmüş bir adamın fikriyatından ne hayır gelir ki?" gibi bir önermeyle karşılaştığımı hatırlıyorum.o cimcimeyi oracıkta boğup öldürmeninalthussere bir gönderme olabiliceğini düşünmüştüm.ama şimdi görüyorum ki, en az althusser kadar fikri ve ilmi çalışmalar yapmadan birini boğazlamanın meşruluğunu bilemeyeceğim.

    birini boğazlamanın meşruluğu.. lümpenlikte son halka, karısına devletin savcısı laf atınca tabancasını çıkarıp vuran adam.. o ne yapmış, fikriyat mikriyat dinlememiş..

    burada erkek olmakla alakalı saplantılı bir durum var ve bunun açıklamasını ancak bir erkek başka bir erkeğe yapabilir.onu da göz iletişimi ile kurar zaten..

    "zaten" der, ve siz de anlarsınız.ben anlamış gibi yapmanın althusser çerçevesinde daha hermeneutike bir şey olduğunu düşünüyorum.

    erkeklik bâki.maskülen felsefe..
  • birçok filozof ve düsünürde izlerine rastlanabilecek, herseyin kendi kafasinda olup bittigi, sorunlara kafanin içinde çözümü bulmak gerektigi ve bu çözümün pratige geçmese de olacagi seklinde, düsünceye asiri önem verme ve pratigi küçümseme hadisesine, gelecek uzun sürer adli otobiyografisinde yer alan, 2.dünya savasi sirasinda esir tutuldugu kamptan kaçmak için plan yapip bunu uygulamaya koymamasinin nedenini anlattigi su satirlar delalet eder: "tasarimi iyice olgunlastirdim, ama hiç uygulamaya koymaya kalkmadim; çözümü bulmus olmaktan duydugum gurur yetiyordu; kendimi kanitladigima göre eyleme geçmeye gerek yoktu."
hesabın var mı? giriş yap