• ekşi sözlük'ten anladığım kadarıyla,

    erkeklerinin küçük pipili, erken boşalan, kıllı ve öküz;
    kızlarının ise geniş kalça ve basenlere sahip olmasına rağmen küçük göğüslü, kısa boylu, kıllı ve tempra modunda olduğu toplum.

    meğer ne iğrenç bi milletmişiz lan biz, kapatalım ülkeyi komple güney amerika'ya yerleşelim o zaman.
  • virgul kullandiklarinda cok seker oluyorlar.
  • johannes kepler, harmonices mundi adlı kitabının "doğal olarak ahenkli ve uygun melodinin ne olduğu" başlıklı on üçüncü bölümüne türklerden söz ederek başlar. ama türkler fazla havaya girmesin; pek iyi bahsetmez. hatta aslında türklerden söz etmeyeceğini söylemek için yazdığı bir bölümdür bu. ilk tümce aşağı yukarı şöyle: "türkler ve macarların savaş göstergesi olarak karşılarındakini korkutmak için söyledikleri, insan doğasından çok kaba hayvanların çirkin sesini taklit eden o cırlak şarkılardan hiç söz etmeyeceğiz." e tabi bu bölüm "ahenkli" olan melodiyle ilgili. bu garip seslerin tarihi konusunda da şöyle bir teorisi vardır, buna ilk neden olan beceriksiz bir enstrüman yapımcısıdır. lakin moda işte yayılmış öyle.

    sonra bir de prag'da gördüğü türk elçisinin çok iyi eğitimli olduğuna işaret eder. her günün belirli saatlerinde düzenli olarak ibadeti vardır ve "kafasını ara sıra yere vurarak" yaptığı bu ibadeti sırasında o kadar korkunç, "insan doğasına o kadar aykırı" sesleri öyle kolayca çıkartır ki, bunu yapabilmek için çok uzun süre eğitim almış olduğu aşikardır! sonra bu "garip seslerin" notalrını da vermeye çalışmış.

    kepler'in gezegenlerin hareketlerine ilişkin kitabında bu müzik faslı ne arar derseniz, bütün kitap bunlarla dolu çünkü (bkz: johannes kepler/@simplicio)
  • dünya üzerindeki tek başarısı asmak kesmek değildir.

    (bkz: turfan karezleri)

    şurdan bakılabilir.

    (bkz: cahiller entry girmesin kampanyası)
  • aslında gözlemlemekten de sıkıldım, yazmaya zaten üşenirim ama hiperaktif bir günümdeyim, bunu da yazayım.

    hiç itiraz istemiyorum bakın, tartışmasız bir şey söyleyeceğim, toplanın yamacıma: türkler hayatlarının her anını gözleniyor, seyrediliyor gibi yaşarlar. gözlenmeseler de bu böyledir. sosyalleşmenin ilk halkası denetimdir, haberdar olmadır, kontrol etmedir, yargılamadır. o yüzden herkesin her şeyi umursadığı, üstüne vazife olmayan her konuda bir fikri, bir yargısı olduğu bir dünya tasarımına gözlerini açar ve içselleştirirler bunu. dünyanın neresine giderlerse gitsinler bunu aşamazlar, bir türk ne kadar eğitimli vs olursa olsun kasıntıdır, herkesin onu izlediğini sanır. kendiyle ilgilenmez, ilgilenemez, bir şeyi gerçekten kendisi için yapamaz, zehirlenmiştir. durum kötüdür. çözümü var mı, bilmiyorum.
  • haklarında bilgi almak isteyenler için eminönü'ndeki baklava izdihamı yanıltıcı olacaktır çünkü en az yarısı türk değil. yani bize hiç benzemiyorlar. bilemiyorum.
  • “dede korkut hikâyelerinden anlaşıldığına göre, oğuzların cenaze ve yas törenleri, biraz islâmlaşmış olmakla beraber hunlar ve gök türklerin cenaze ve yas törenlerinden farksız olmuştur. ölünün bindiği atının kuyruğunu keserler, bu atı boğazlayıp aşını verirler, bağıra bağıra ağlarlar, yüzlerini yırtarlar, saçlarını yolarlardı. oğuz kahramanının ‘aşımı veriniz’ sözü de bunlardan biridir. eski türkler ölülerine ‘aş verme’yi en önemli vazife saymışlardar. ilk çağlarda aş doğrudan doğruya ölüye verilir, yani mezarına konulur veya dökülürdü. manevî kültür geliştikten sonra bu tören ‘sevabını ölünün ruhuna bağışlamak’ üzere fakirlere yemek, helva vermek şeklini almıştır.

    bu âdet doğulu müslüman türklerde ‘atau’ ve ‘tögüm~döküm’ terimleriyle ifade edilmiştir.” demektedir.47 f. sümer, bunun çok eski bir türk geleneği olduğunu, gök türkler çağında ölünün atlarının kendisi ile birlikte gömüldüğünün veya kesildiğinin bilindiği gibi, x. yy.’daki oğuzlarda da ölenin atlarının kesilip etinin yendiğine, bugün de türkiye’de ölen bir kimsenin arkasından umumiyetle helva pişirilip dağıtıldığına işaret eder. xı. dede korkut hikâyesinde (salur kazan tutsak olup oğlı uruz çıkarduğı boy) ölülere aş (yemek) verildiğinden de bahsediliyor. f. sümer, “üçok, bozok arasındaki kardeş kavgasını anlatan sonuncu destanda, ölmek üzere bulunan beyrek, atının kuyruğunun kesilmesini söylemiş ve yoldaşları da bunu yerine getirmişlerdir. bu da pek eski bir türk geleneği idi.

    altay kazılarında bulunan atların kuyrukları 25 santim kadar kesikti. anadolu’daki gelenek böyle idi. yani kuyruğun ancak bir kısmı kesiliyordu. osmanlı hânedanının pek eski türk geleneklerini yaşattığı anlaşılıyor. işte hunlar devrinden gelen, ölenin atının kuyruğunun kesilmesi geleneği de bunlardan biri idi. yavuz selim’in ağabeyisi ahmed beğ’in oğlu süleyman beğ genç yaşında 919 (1513) yılında mısır’da taûndan vefat etmişti. yakışıklı bir genç olan süleyman beğ’in cenaze töreni anadolu türklerinin geleneğine göre yapıldı. yani merhum şehzadenin tabutunun önünde kuyrukları kesilmiş, eğerleri ters çevrilmiş olan atları götürülmüş, kırılmış olan yayları ile sarığı da tabutunun üzerine konmuştu.” malumatını verir.

    bütün bu inanışlar göstermektedir ki kişinin günlük hayatında önemli olan at, ölüm sonrasında da oldukça önemlidir. atın ölen kişiyle birlikte gömülmesi ya da derisinin sırıklara geçirilip mezara dikilmesi, ölen kişinin cennete gideceği inancından kaynaklanmıştır. şamanistlerde kurban sunulmadan âyin ve tören kesinlikle yapılmazdı. her âyin için kanlı veya kansız kurban gerekirdi. bunların en önemlisi at kurbanıdır. bundan sonra koyun gelirdi. e. danık, her ne şekilde söylenirse söylensin anadolu ve tunceli’de de görülen koç şeklinde mezartaşlarının, mezarlardaki koyun ve koç heykellerinin, at şeklindeki mezartaşlarının yani mezar kültünün ve koç, koyun, at şeklindeki mezartaşı geleneğinin, orta asya ve şamanist geleneklerinin devamı olduğu, görülen bu tip mezartaşlarının akkoyunlu ve karakoyunlu dönemi’nin kalıntıları ve uzantısı olduğunun bir gerçek olduğu görüşündedir.

    kaynak: abdulkadir inan, “altayyenisey şamanlığında eski unsurlar” makaleler ve incelemeler, ttk yay, ankara, 1987, s. 341
  • m.ö. anadolu’da türk varlığını işaret eden bulgular bugün teker teker gün ışığına çıkmaya devam ediyor.geçenlerde paylaştığımız denizli civarında bulunan kaya yazılarından sonra,ortaya çıkan m.ö. kalma kil tabletler türklerin anadoluya 1071'den binlerce yıl önce geldiklerini ortaya koymaktadır.

    değerli bilim adamı prof. dr. a. haluk çay’ın bu konuda verdiği her satırı belgeli bilgi şudur:

    “m.ö. 2350-2150 yılları arasında mezopotamya’da büyük bir devlet kurmuş olan akad hükümdarlarından naram sin’e ait “mücadelenin kralı” anlamında “şartamhari metni” olarak bilinen yazılı kaynak anadolu’daki türk varlığı bakımından oldukça önemli bilgileri ihtiva etmektedir. bu belgenin üç kopyası olup, ilki mezopotamya’da babilde, ikinci mısırda tel el-amama’da, üçüncüsü ise anadolu’da hattuşaş (boğazköy)’da ortaya çıkarılmıştır. hattuşaş arşivinde “kbo-iii, 13¨ sıra numarası ile tespit edilmiş olan bu yazılı belge hitit (m.ö. 1750-1200) çivi yazısıyla, akadça orijinalinden kopya edilerek taşa kazınmıştır. h.g. goethebock tarafından deşifre edilen bu belge, anadolu hakkında ilk tarihi bilgileri vermesi bakımından çok kıymetlidir. bu tarihi belgede, akad kralı naram-sin’e karşı 17 anadolu kralının güçlerini birleştirerek harekete geçtikleri ancak, yenik düştükleri anlatılmaktadır. bizim için önemli olan husus bu 17 anadolu kralından birisinin turki kralı ilşu-nail adındaki hükümdar olmasıdır. (bu belgenin 15. satırında yer alan bu kayıt, çok açık bir şekilde anadolu’da m.ö.’ki yıllarda asya menşeli türk topluluklarının yurt tutmuş olduklarını göstermektedir.)

    diğer yandan fırat nehri kıyısında mari bölgesinde (tel-le-hariri) ortaya birtakım tabletler çıkarılmış, bunların m.ö. 4000-2000 yıllarındaki sümer ve babil nüfuzunun bölgede hakim olduğu dönemden kaldıkları tespit edilmiştir. ortaya çıkan bu tabletlerden 13 tanesinde “turukku” adlı bir kavimden bahsedilmektedir. bu tabletlerin türkçe tercümeleri sadi bayram tarafından yayınlanmıştır.

    sümer, elam, kaide, guti, urartu vb. toplulukların asya menşeli olmaları hakikati yanında bir de karşımıza türk adının değişik söylenişleri turki ve turukku isimleri çıkmaktadır.

    anadolu’nun bir diğer sakinleri de huniler ile urartular idi. m.ö. 2000'lerde van gölünden kızılırmak ve yeşilırmak’ın karadeniz’e döküldüğü yerlere kadar uzanan saha hurrilerin hakimiyetinde idi. daha sonra m.ö. 13. yüzyıllarda van gölü çevresinde urartu hakimiyeti görülecektir. hurriler ile urartular’ın dilinin sami ve hint avrupa dilleriyle herhangi bir yakınlığı yoktur. yapılan incelemelerden hurri ve urartu dillerinin fonoloji, sentax ve gramer bakımından asya menşeli oldukları ispat edilmiştir.”.

    tarihin tanığı arkeoloji biliminin sunduğu bu çok açık ve kapsamlı deliller anadolu’daki türk varlığının m.ö. 4000 yılına kadar uzandığını düşündürmektedir.

    daha da ilginç olan kürtlerin ataları arasında gösterilmek istenen hurri ve urartu’ların da karşılaştırabilir özelliklerinin sadece türk bölgesiyle ilişkilendirilebilmesidir. zeki eyuboğlu da anadolu uygarlığı isimli eserinde hurri diline genişçe yer verir ve bu dilin “türkçeye yaklaşan” özelliklerini vurgular.

    tarihtarih.com sayfasından alınmış bilgilerdir.
  • türkler savaşçı bir millettir dersiniz ve herkes sizi alkışlar. sonra türkler barışçı bir millettir dersiniz ve yine alkışlanırsınız. çünkü en nihayetinde türkler alkışçı bir millettir
  • "bir yerde türkler varsa orada kediler de vardır."

    dominar rygel 16.
hesabın var mı? giriş yap