• benim için iki andır.
    uyanıp gözünü açtığın an; yeni güne "o"nsuz başlayacağın için..
    yatağına uzanıp gözünü kapadığın an; "o" olmadan bir günün daha bittiğini ve yanında "o"nun olmadığını gördüğün için..
  • " 'arkadaşlarla tekirdağ a yazlığa gitçez biz' gibisinden bir yalanı keşfetmem dönüş yolunda gayet komiğime gidiyor. düşünüyorumda sonu görülemeyen bir ilişki için bunca sürü sepet riski göze almam, sanırım onu ne kadar çok sevdiğimin göstergesi. aylar sonra o ayrılış sahnesindeki sıkıca kenetlenmiş sarılışın son sarılış olduğunu bilsem, bir daha bir daha çekerdim içime onu. nefesim yapmışken saçlarını, bilseydim son kez soluduğumu, bırakmazdım. bırakamazdım.

    bilinmiyor, hayatın size neler sunacağı, bilinmiyor."

    sabahın çok erken saatleri. bilmediğim bir şehir, adı ankara. deseler ki can, 'denizi olmayan bir şehirde yaşayabilir misin?' diye, cevabım kesinlikle hayır olurdu. ama işte böyle bir şehirde ilk sabahımı geçiriyorum. tren yolculuğu da pek keyifli geçmiyor, sıkılıyorum ama yazdığım bir kaç yazı düşündüğüm, kurguladığım hayaller beni sabahın yollarına getiriyor. güvenpark tayım, bilmediğim bir şehirde, serçeleri seyrediyorum. kahvaltımı çay ve simitle yapmayalı epey zaman olmuş diye düşünürken, artık uyanmıştır diye filizlenen düşüncelerimi bir mesaja dönüştürüyorum. saat sabahın 9 u, ankara beni tüm griliğiyle karşılıyor.

    buluşma saatimiz konuştuğumuz üzere 10 du. ama sevgili beklenen, o saatte 'yeni uyandım' mesajını yolluyor bana. gülümsüyorum. biliyorum çünkü böyle olacağını, diyorum ki içimden, biraz sonra ne giyeceğini de sorar bana. tahminim tutuyor ve onu da bana soruyor. beni o parkın ortasında şen gülüşlerime kavuşturan bu kızı seviyorum ben. o an aklım oluyor, yazılarım oluyor. şehir griliğini sunmuşken bana, tüm renklerimle karşısında duruyorum onun. çocuk olasım geliyor, önümde eğlenen veletlere karışmak istiyorum. zor tutuyorum kendimi..

    saat 12ye yaklaşıyor ve sevgili beklenen henüz gelmemiş bulunmakta. artık yazmaktan sıkılıyorum, etraftaki insanları izlemeyi de bırakıyorum. uykusuz geçen gecenin bünyeme uyguladığı baskı nedeniyle gözlerim kapandı kapanacak. böyle bi vaziyetteyken, telefonum çalıyor ve şen sesiyle bana 'nerdesin' diyor. tarif ediyoruz yerlerimizi. ilk ben görüyorum onu, beyazlar giymiş, melek sıfatının yer yüzüne konuşlanmış hali sanki. az önce uyumak üzere olan ben silkiniyorum, adımlarımı yavaş yavaş ona yönlendiriyorum. farkediyor beni. çabuk adımlarla yaklaşıyor ve parkın ortasındaki merdivenlerde sanki yüzyıllar süren hasreti dindirme harekatının ilk adımı olan sarılışı gerçekleştiriyoruz. hayat duruyor. kalbim; hissetmiyorum. heyecandan başım dönüyor. şu an bile anlatırken gözlerimi kapatıp o anın heyecanını yaşayabildiğime göre gerçekten etkilendiğim bir sahne olmuş. ve sanırım o an sorsalar 'deniz olmayan bi şehirde yaşayabilir misin' diye, kesinlikle 'yaşarım abiii!' olur cevabım. öyle de satıcı bi bünyeyim.

    ...

    hayatımın en güzel günlerinden biri bitmek üzere. akşam saat 11de dönüş trenine bineceğim. ama beklenen erken ayrılmak zorunda yanımdan. şartlar öyle gerektiriyor. saatimiz ise henüz 7, ne yapacaksın bana diyor onca saat. böyle böyle konuşurken bir filme gitmek için bir bilet alıyoruz bana. vakit geçirmem için. ayrılma sahnesi yaklaşıyor, yüreğime bi acı çöreklenmiş bulunmakta.

    öyle güzel anlar geçirdik ki, neredeyse her anı detayıyla beraber aklımda kazılı olan o anları anlata anlata bitiremem. yanyana yürüyoruz caddelerde, omuzlarımız değiyor bazen birbirine. elimden tutuyor karşıdan karşıya geçerken. şakalaşıyoruz, oturup aystii içiyoruz, gülüşüyoruz, güzel gözlerini seyrediyorum, alışveriş yapıyoruz, yemek yiyoruz. sürü sepet şey yapıyoruz o gün. ama bitiyor işte, zaman bizden hızlı. yetişemiyoruz ona..

    onu metro durağına bırakıyorum, aklı bende bırakıp gideceği için. öğütler veriyor, şöyle yap böyle yap diye. sadece izliyorum. tutuyorum ellerini, çekiyorum onu kendime. sarılıyorum sıkıca. kenetleniyoruz, soluyorum onu doyasıya. doluyor gözlerim, boğazım düğümleniyor. yüzüne baktırmadan dönüp gidiyor sonra. bense geri geri atıyorum adımlarımı. her arkaya attığım adımda arkasından bakarken, bir damla göz yaşı bırakıyorum zemine. oturup ağlayasım geliyor. 'yaşanmaz artık bu şehirde' diyorum, 'zaten denizi de yok' diye avutuyorum kendimi. gayet iyi bir döneğim galiba.

    filmime gidiyorum. eğlenceli bir film sözde ama eğlenemiyorum, aklım orada değil. bir mesaj atıyorum ona, herşey için teşekkür ediyorum. 'seni çok seviyorum biliyorsun değil mi', diyen bir mesaj çekiyor. şarjım bitiyor o an. cevap veremiyorum. ben de diyorum içimden, beni duyduğundan adım gibi emin olarak..
  • “en neşeli elbiselerini giymiş en huzurlu gülüşlerini takmıştı o gün yüzene. sabahın hatta gecenin en erken saatlerinden beri artarak devam etmekte olan heyecanı o an artık had safhaya ulaşmış, heyecandan yerinde duramaz hale gelmişti. yolculuk esnasında vapurda rüzgarın neşe saçan serinliğini ciğerlerine doldurmuş, tüm çocuk bakışlarıyla etrafındakilere tebessüm ettirecek kadar canlı hareketler sergilemişti. geç kalırım, bu şehrin trafiğine güven olmaz diyerekten erkenden yola çıkmış, nihayetinde yarım saat erkenden buluşma noktasına varmıştı. yeniden var oluşunun yaşattırdığı heyecandı bunların toplamı.

    her şey yenileniyor, hayat tüm maviliğini akıtıyordu yavaş yavaş. sonunun nereye ulaştığını görmediği bir yola ilk adımlarını çoktan atmıştı. korkmuyordu.”

    ‘ulan! geldin işte erkenden dolan dur şimdi deli dana gibi’ diye diye kendimi azarlıyordum artık. şu kalabalığın içinde kalalı yaklaşık 20 dakika olmuştu ve artık ayaklarım ağrımaya başlamıştı dolanmaktan. içimdeki heyecana mani olamamıştım ve geç kalırım korkusuyla erkenden yola çıkmıştım kadıköy den. vapurda her zamanki gibi güvertedeydim ve insanları seyretmeye doyamayan ben, tespitçikler yapmaya çalışıyordum yine. yaptığım tespitlerde sanki çok iyi bir hafızaya sahipmişim gibi aklıma yazılırdı ve orada kalırdı. nitekim yine öyle olmuştu. şu an hiç bir şey yok o ana dair aklımda. ama mutluydum, bu hatırlanabilecek güzel şeylerden sayılabilir sanırım.

    işte o kalabalığın ve telaşlarının sebebini halen çözemediğim telaşlı insanlar içindeyim yine. aceleleri var sürekli ve kaçıyorlar sanki birilerinden. bense onların içinde kalmış ufak, masum bir çocuk yüzü gibi sakin hareketlerle yürüyordum. hatta oyun oynuyordum hayata ironi yaparak. adımlarımı birleştiriyordum, kaldırım çizgisi üzerinde yürüyordum yavaş yavaş. önümden ve arkadan, her yanımdan insanlar geçerken ben bir akrobatın titizliğiyle o çizginin üzerinde özenle yürüyordum. saydım, bir uçtan bir uca 87 adım. isteyen 45 numara ayakkabı giyip, taksim meydanındaki mc donalds önünde bu deneyi gerçekleştirebilir.

    işte böyle bir çocuktum o an..

    bir mesaj daha geldi ve nerdesin diye soruyordu beklenen. gördüm onu. en paspal halimle geliyorum demişti ama benim gözlerim kamaşıyordu. abartmıyordum, o mu? diye kendime sora sora yaklaşırken telefonunu kulağına götürdü ve bir çağrı attı bana. gerçekten oydu. ve muazzam güzeldi. derin nefesler alarak yaklaştım, artık normal yürümeliyim diye düşünüp adımlarımı düzelttim. fark etti beni. gülümsedi ve ilk buluşmanın vermiş olduğu birazcık resmi halde yanaklarımızı değdirerek öpüştük. (öpüşmek mi oluyor bu? kararsızım) saat tam 7ye 2 vardı. yürümeye başlamışken bir an durdum derin bir nefes aldım, farketmedi. onun gerçekten yanımda olduğumu anladıktan sonra tekrar yürümeye başladık, yetiştim ona.

    dağılmış hissediyordum kendimi. heyecan vardı ama belli etmemek için cebelleşiyordum. sakin ve sessizdim bu sebeple, ama tedirginliğimi anlamıştı sanırım. yarım saat boyunca konuşamayacaktım heyecandan, düzgün cümlem olmayacaktı bu süre zarfında. o konuşuyordu bense hayran hayran dinliyordum. ‘çok mu konuşuyorum’ diye sordu bana, o yarım saat içinde kurduğum tek düzenli cümle olan ‘daha kötülerini de görmüştüm’ döküldü dudaklarımdan. istiklal de hayat durdu o an sanki benim için. kurabildiğim tek düzenli cümle resmen hakaretti. toparlamak için ne kadar uğraştığımı anlatmıyorum. ama o anın tadı başkaydı, halen başkadır. bana diktiği güzel gözlerini ve muzur bakışını sanırım ömrümce unutamayacağım.

    açtım ve açtı. bir ramazan akşamıydı ve iftar vakti yakın olduğu için fazla alternatif üret(e)meden girdik bir yere. siparişleri ben veremedim tabi konuşamamaktan, huzursuzluğumu anladı ve o söyledi istediklerimizi. garsonun o gülümseyişi de bi garipti. daha sonra gidip hesap soracaktım, unutmuşum, bak şimdi canlandı. neyse deyip geçiyorum o anlara yeniden. yavaş yavaş çözülmeye başlayan dilim kurtarıcım oldu yeniden. dilbazdım yani öyle bilirim kendimi, ama tam kendimde değildim o an. çünkü karşımda bulunan güzeller şahı güzeller şahı sıfatını gerçekten hak ediyordu. konuşa konuşa açıldım nihayetinde. pizzalarımızı yedik, muhabbete başka bi mekanda devam etmek üzere mekandan ayrıldık.

    boyu benden kısaydı, çıplak olan omuzları kollarıma değiyordu. yan yana yürüyorduk istiklal de ve ben mutluydum. o da şendi ve bakışları gerçekten insanı mutlu edebiliyordu. çokça bakıldığından içinde kaybolunabilecek gözleri vardı(kaybolduğumdan biliyorum), bakışları insanı etkiliyordu. etkileniyordum ve bunu gizlemiyordum.

    bazen ettiğim dualar kabul olur, o gün vaktin ağır işlemesi için dua etmiştim. saatime baktığımda 9 olduğunu görmem ve konuşulmuş bir sürü konuyu arkamda görmemiz beni çok mutlu etmiş onu ise şaşırtmıştı. oturduğumuz yerde ben her zaman yaptığım gibi aystii şeftali içtim. o ise limonlu soda söyledi. burada bahsetmeye kalksam sayfalarca yazıya sebebiyet olabilecek şeylerden konuştuk orada. hayatlarımızı döktük birbirimizin önüne. kaybedilmiş zamanlarımızdan, sevinçlerimizden ve geleceğe yönelik planlarımızdan bahsettik. onun planı yoktu gerçi, planlı olan bendim daha çok. o değişik bi yapıya sahip olduğunu hissettirirdi. daha önceki konuşmalarımızda bunu fark ederdim, o an da öyle oldu.

    oturduğumuz mekanın kapanmasıyla beraber kalkmak aklımıza geldi. ben ayrılmak istemiyordum ve artık çenem iyice açılmıştı (düşmüştü demek istemiyorum!). sıkılmıyorduk hissediyordum bunu, biraz daha beraber vakit geçirmek istedim, kabul etti. başka bir yere oturduk, saat 10u çoktan geçmişti. burada da güzel sohbetler döndü, tatlı gülümseyişlerine şahit oldum. çokça konuşulan şey ikili ilişkilerdi, ortak noktalarımızı arıyorduk. vardı aslında bir sürü, ama ne beni ne de onu tatmin etmemişti sanırım. olsun, yine de ben etkilenmiştim. çok hem de. ve bunu belli etmekten çekinmiyordum. gösteriyordum ilgimi.

    günün yorgunluğu yavaş yavaş belli etmeye başlamıştı artık kendisini. ikimizde bitkindik biraz. güzel gözleri kısılmıştı, kalktık. onu dolmuş durağına kadar bıraktım. dolmuşa binerken birbirimize bu güzel akşam için teşekkür edip yine en baştaki gibi öpüştük. giderken arkasında bıraktığı kokusunu içime çektim. yavaş ve istemsiz adımlarla kendi otobüs durağıma doğru yürümek için hareket ettim. orada ayrılık acısını hissetmedim. çünkü ayrılmıyorduk, bir şeyler başlayabilir diye umutlanıyorduk. umutlanmıştık..

    dün gece tamamen bitti bu serüven. geriye özgüveni kaybetmiş bir ben kaldı artık. o zaman hissettim ayrılık acısını. akşam işten eve dönerken gece tükürdüğüm ağlamıcam lan! kelimesini yaladım. ucundan yakaladım göz yaşlarımı ve biraz olsun rahatlattım ruhumu.

    geriye, tuzbuz olmuş camdan bir kalp kaldı.

    doktora gitmeliyim artık sanırım.
  • genelde sabah saatleri.
    yaşadığım önemli değişimler, iyi ya da kötü, sabah saatlerinde kendini hissettiriyor daha çok. savunma mekanizmamın duruma el koymasına fırsat kalmamasından olsa gerek. hangi gezegende olduğundan bile habersiz bir masumiyet ve bilinçsizlik haliyle güne uyanıyorsun. ilk bir kaç saniye hatta bazen bir kaç dakika ne olduğunu anlayana kadar sakin geçiyor. yerçekimsiz ortamda olmak gibi sanki. sonra "aaaa sevgilim beni terketmişti" , "çocuk doğurmuştum lan ben 3 gün önce" , "hastanede refakatim ulan ben" ya da "başka memleketlerde tatildeyim laaaaannn haayyytt" gibisinden bir şok dalgası gerip vuruyor insanı. bir sure sonra bilinç yerine gelince herşey normale, yani yaşamak için olması gerektiği hale dönüşüor mecburen. mesela "bırak şimdi, çocuk aç, yemek hazırla" ya da "arggghhh terkedilmiştim ama aramamalıyım onu. bilmemkimi bir arayayım da bilmemnereye gidip kafa dağıtayım. çok da umurumdaydı. yakında arar zaten beni biliyorum" gibisinden günü kurtaran çözümler kıyafet gibi giyilebiliyor. mecburiyetten. devam etmek gerektiğinden hep.
    iyilerinden olsa hep keşke tabi.
  • ayrılığın ilk gününde, ilk gecesinde veya ondan sonra gelen birbirinin aynı günler ve gecelerde (evet gece içim yanıyor diye uyanıp kafana tekila diktiğin geceler de dahil) değil kırk yılın başı yüzünün güldüğü, iyi birşey olduğu bir gün hissedilir asıl acı.

    o yanında yoktur ve onca zaman sana acı çektiren o değilmiş gibi mutluluğunu paylaşmak istediğin tek insan yine o'dur.
  • ayrilirsin. sonra, uzun zamandir sonucunu bekledigin bir olayin lehine sonuclandigini ogrenirsin... ilk 'o'nu aramak, ilk 'o'nunla paylasmak istersin. elin telefona gider. ara tusuna basamazsin bile... o anda anlarsin ayriligin ne aci oldugunu.
  • onun mezarından çıktım. kendi şehrime döndüm... o günlerde evimde kalamadım.. bir otel odasında günümü geçirmeye başladım. arkadaşlarım, annem biz de kal dediler. yok dedim... gece geç vakitte geldim odaya, direkt kafamı gömüp yastığa uyudum... 1 gün 2 gün 3 gün 7 gün... sonra dedim kaçamazsın... gideceksin nasıl olsa aldım sırt çantamı, evime geri döndüm... kapıda bir kaç fatura vardı.. içeriye girdim... sırt çantamı kenara bıraktım... oturma odasına gittim... onun en son oturduğu kanepeye oturdum. yere eğdim başımı... daha acınası bir halde olmamıştım biliyorum. daha güçsüz daha kırgın daha yıkılmış... hala o evde yaşıyorum. gidemedim....
  • "ol"madigini aklina bicak gibi saplayan bir "sey" belirir kut diye karsinda.. bi sarki, bi ani, bi hikaye.. ve hic de olmayacaktir bundan sonra.. orda zaman durur, aklin bi basindan gider ya.. o an..
  • alkolün etkisinin geçtiği andır.
  • sabah uyandığında hissettin mi hiç, güneş pırıl pırıl tepende parlarken mesela... arkadaşlarınla kahkahalar attığın bir muhabbetin ortasında ya da?

    hep bir hüzün ortamı lazımdır değil mi? hava puslu ya da karanlık olacak, fonda hüzünlü bir şarkı, elinde bir kadeh olmalı... en fazla 2 kişi olmalı yanında hüznüne eşlik eden, 3 ve fazlası goygoy ortama bağlayabilir mesela... bu durumda en çok çarpıyorsa ayrılık, bu zamanlarda yazıyorsan en dokunaklı yazı ve şiirlerini sen ayrılık acısı çekmiyorsun, ayrılığı gecelerinin geçmesi için meze yapıyorsun...

    sabah gözünü açtığında gözünden yaş düşmüyor mesela yanındaki yastığa bakarken... birlikte geçirilen zamanlara dair seninle ilgili olmayan bir anı anlatıldığında gözlerin dolmuyor "biz de o zaman böyleydik..." diye... gün içinde ne yaptığını merak etmiyorsun mesela, hep geceleri aklına geldiğinden... gündüz görmek de istemiyorsun onu... muhabbet ona dönmeden onunla ilgili sıradan bir özellik ya da anıyı adını anarak anlatmıyorsun eminim ki...

    dedim ya sen acı çekmiyorsun, acı gecelere özel değildir, yayıldıysa vücuduna her an hissettirir kendini... o yüzdendir ki mücadeleye değer bulmuyorsun, meze için mücadele edilmez çünkü, bu biter başkası gelir elbet...
hesabın var mı? giriş yap