hesabın var mı? giriş yap

  • niye cümle içinde duraklattığını buldum. ilk bakışta "nokta mı lan o?" deyip bir duruyorsun seni afallatıyor öyle duraklatıyor. sonra "haa kuyruğu varmış" deyip devam ediyorsun.

  • 'ey tokalaştıktan sonra "yanaktan da öpeyim mi acep" stresi yaşatan az samimi olduğumuz insanlar, ömrümüzü yediniz.'

  • içinde un ve şeker olan her şeyi hayatımdan fırlatıp attıktan sonra elde ettiğim başarıdır.

    bu kararımın öncesinde, bitmek tükenmek bilmeyen bir kilo mücadelem ve bu mücadeleme rağmen kurtulamadığım bir göbeğim vardı.

    göbek derken, normal bir göbekten değil, belimin etrafını 360 derece sarmış olan bir otomobil lastiğinden bahsediyorum..

    ve bu hiçbir işe yaramayan kilo mücadelemde sabahları, yulaf ezmesi ile süt veya 3 haşlanmış yumurta ile iki dilim kepekli ekmek yiyordum..

    öğlenleri, ev yemeği türünden bir yemek ya da etli veya tavuklu bir salata ile iki dilim kepek ekmeği yiyordum..

    akşamları ise yine öğlen yemeğindeki gibi bir yemek ve yine iki dilim epek ekmeği yiyordum fakat, kendimi sürekli aç hissediyordum.

    dolayısıyla, bir taraftan bu yemek düzeni ile zayıflama savaşı verirken, diğer taraftan da sürekli birşey yeme isteğime hakim olmaya çalışıyordum ama çoğunlukla olamıyordum.

    düşünün, sabah sekizde üç haşlanmış yumurta ile iki dilim kepek ekmeği yemişsin, saat 11.00 olduğunda tsunami gibi bir açlık hissi geliyor üstüne üstüne ve sonra, öğleni zor ederek saat 12.00 gibi öğle yemeğini yiyorsun ama bu defa da yemek sonrasında feci bir tatlı isteği başlıyor..

    direniyorsun, yemiyorsun, ama sonunda yiyorsun.

    yemekle de bitmiyordu yaşadığım sıkıntılar çünkü, her yemekten sonra üzerime çöken uyku isteği yüzünden, yaşayan bir ölü gibi hissediyordum kendimi.

    sonunda öyle bir hale geliyor ki insan, yemişim diyetini diyor ve sabahları poğaça, açma, börek, öğlen ve akşamları ise doyana kadar yemek devri başlıyor.

    yedikçe şişiyorsun, şiştikçe yiyorsun ve her gün biraz daha çirkinleştiğini gördüğün halde, hiçbir şey yapamıyorsun.

    tam olarak böyle bir durumdayken, sordum kendi kendime, beni en çok krize sokan şeyler ne diye..

    bu sorunun cevabını, yıllardır biliyordum aslında ama, cevap işime gelmediği için, sormuyordum kendi kendime.

    sonunda sordum ve cevabı da kabul ettim.

    sorunun cevabı, şeker ve undu.

    bu iki beladan kurtulamazsam, bedenimi sarmış olan yağlardan kurtulmanın hiçbir yolu yok dedim kendi kendime çünkü, her ikisinin içine neler ekleniyorsa, uyuşturucu gibi müptelası olmuştum, şeklerli ve unlu olan her şeyin.

    bu kararımın sonrasında, yemek düzenimi sil baştan değiştirdim.

    sabahları iki büyük kapya biberi dilim dilim kesiyorum, bunun içine de 4 adet küçük salatalık doğruyorum ve bunlarla birlikte, iki dilim beyaz peynir yiyorum,
    üstelik en sevdiğim türü olan yağlı ezine türünden.

    tabii ki, ekmeksiz olarak.

    veya, tereyağı ile 3 yumurtalı bir omlet yapıyorum ve mevsim yeşillikleri eşliğinde yiyorum, baş düşmanım olarak kabul ettiğim ekmeği, aklıma bile getirmeden.

    öğlenleri ise et, balık, tavuk veya hindi yiyorum, yanında domatessiz (hormonlu ve şeklerli olması nedeniyle) zeytinyağı, limonu, sirkesi, maydanozu bol olan bir yeşil salata ile, yine ekmeksiz olarak.

    akşamları da yine, öğlen menümdeki seçeneklerden birini tercih ediyorum, ekmeği hiç düşünmeden.

    sonuç ?

    öğün aralarında yaşadığım acıkma krizleri bitti, acıkma krizlerinin arkasından gelen tatlı krizleri gitti, tatlı yedikten sonra gelen uyku isteği, göz kapaklarımı terk etti.

    çünkü, unlu ürünler şeker isteğini, şekerli ürünler acıkma isteğini, bu ikisi de uyku isteğini tetikliyor.

    dolayısıyla, un ve şeker adlı endüstriyel zehirlerden kurtulduğunuzda, bedeniniz de sağlıksız, çirkin görüntüsünden kurtuluyor.

    ve bu kurtuluşla birlikte, bir türlü veremediğiniz kilolar gidiyor çünkü, bedeniniz kendisi için gerekli olan besinleri aldığında, başka birşey istemiyor, sizi deli etmiyor.

    sonrasında ise, başlıyor bedeninizdeki yağlar yanmaya..

    bir bakıyorsunuz, 55 günde 117 kilodan 97 kiloya düşmüşsünüz..

    üstelik, spor yapmadan, günlük hayatınıza aynen devam ederek..

    şimdiki hedefim, 85 kiloya inmek ve o kiloda kalmak.

    önce 90 kiloya ineceğim ve sonra spora giderek, son 5 kiloyu da spor eşliğinde vereceğim.

    sonrasında ise, un ve şeker adlı iki hayat düşmanını bir daha aklıma bile getirmeyeceğim çünkü, bu ikisinin var olduğu bedenlerde, sağlık ve güzellik olmaz, olsa da kalıcı olmaz, olmuyor.

    yaşadım, biliyorum.

    olmuyor, olmaz, olamaz.

    edit :

    bu entry tarihinden 21 gün sonrası (bugün) itibarıyla, 85 kiloya inebilme hedefime adım adım ilerliyorum.

    ve bu süreçte, şaşırtıcı olaylar olmaya devam ediyor.

    mesela, on beş dakika yürüsem basınçtan patlayacakmış hissi veren ayaklarım halen aynı ama yürüdüğüm mesafeler aynı değil.

    aynı değil de ne kadar derseniz vereceğim örneği izmirliler bilir, pasaport iskelesinden inciraltı'ndaki arabalı vapur iskelesine kadar hızlı tempo olarak gidiyorum ve dönüyorum ki, bu yürüme, 3 saat civarı sürüyor.

    bu mesafeyi istanbul diline çevirirsek, kadıköy'den fenerbahçe'ye kadar gidiş geliş gibi düşünün.

    devam edelim..

    mesela, kollarımın üzerindeki kahverengi geniş lekeler..

    herkes yaşlılıktan diyordu sanki 70 yaşındaymışım gibi ama yaşım aynı, lekelerin hepsi gitti.

    mesela, cildimdeki kuruluğun gitmesi ki bu, yüzümde inanılmaz boyuttaydı.

    mesela, bacaklarımda olan şişlik ki bu ödemden başka birşey değildi, onlar da komple gitti.

    mesela, tatlıya ve unlu mamüllere karşı olan olağanüstü ilgim..

    bakın azaldı demiyorum, komple bitti.

    bu arada;

    paylaştığım bu süreç sonrasında çok sayıda yazar arkadaştan mesaj aldım, vaktimin elverdiğince tek tek cevapladım, aynı başarıyı kendilerinin de elde edebileceğini söyledim ve buna, kesinlikle inanıyorum.

    bir de paylaştığım bu süreçle ilgili yazılan entrylerin bazılarına cevaplarım olacak..

    yalandır diyenler var..

    güldüm geçtim..

    çok sağlıksız, çok zararlı diyen var..

    hayatımda hiç olmadığım kadar dinç ve güçlü hissediyorum kendimi.

    inanılmaz diyenler var..

    evet ama inanılmaz olanları da hep inananlar başarır ve bu herkes için geçerli, bana özel değil.

    bu ketojenik diyet, haberi yok diyenler var..

    ben diyet yapmıyorum, yeme içme alışkanlıklarımı sonsuza kadar değiştirerek, içinde un ve şeker olan herşeyi hayatımdan çıkarttım.

    siz bunu isterseniz ketojenik diyet olarak adlandırın, isterseniz daha yaratıcı adlar bulun fakat işin gerçeği bu.

    un ve şeker, sağlığın baş düşmanıdır ve bu düşmanların bedeninize girmesini engellediğinizde, bunların neden olduğu yıkıcı savaşlar da sona eriyor bedeninizde ki ben bunu, bizzat kendi bedenimde gözlemliyorum.

    şişmanları aşağılıyor diyenler var..

    vallahi kimse kusura bakmasın ama bir insan için iki şey çok kötüdür. 1- pişmanlık 2- şişmanlık

    bende birincisi hiç olmadı ama ikincisi yüzünden hayatım her yönden hiç olmadığı kadar zorlaştı.

    yani düşünün..

    benim şu an itibarıyla verdiğim kilo 25 ve bu iki adet dolu aygaz tüpü artı, bir kilo demek.

    madem öyle, bir kilo ağırlığı boynunuza asın, sağ ve sol elinize de birer dolu aygaz tüpü alın ve öyle gezin gece gündüz, ne diyeyim..

    ve buna rağmen şişmanlık iyi birşey diyen varsa, ben de allah akıl fikir versin diyorum.

    bu arada birkaç detay vermek istiyorum, yediklerimle ilgili olarak..

    salatam sadece ıceberg ve maydanozdan oluşuyor ve bir orta boy iceberg marulun içinde iki demet maydanoz doğruyorum çünkü, maydanoz vücuttaki ödemi atmaya yardımcı olması, "tok tutması" ve diğer birçok faydası nedeniyle, hayatınızda daima var olması gereken bir mucize.

    salatamın içine domates koymamanın nedeni, yediklerimizin domates değil, domates görünümlü kimyasal toplar olması ve içinde şeker de bulunması.

    salatamın zeytinyağı ile birlikte olmazsa olmazları ise, hem limon, hem sirke.

    her salataya bir limon ve yarım kahve fincanı kadar sirke ekliyorum.

    çok önemli bir diğer detay da günde asgari 3 litre su içiyorum ki bu, hayat sigortam resmen.

    bu miktarın 1.5 litresini "sade" olarak eve geldiğimde yatana kadar, 1.5 litresini ise "içine bir limon sıkarak" gün boyunca içiyorum.

    sabahları aç karnına bir nescafe içiyorum, bağırsak çalışmasını gerçekten hızlandırıyor.

    kahvaltı sonrasında ise bir fincan yeşil çay içiyorum, bu da metabolizmayı koşturuyor.

    evet, diyeceklerim şimdilik bu kadar..

    gelişmelerle ilgili olarak, ileride tekrar bilgi vereceğim.

  • "umarim hic mutlu olmazsin, tekrar aski hic bulamazsin, cocuklarin falan da olmaz" (ıstanbul, 2010)

    ne zaman yine biriyle mutlu olur gibi olsam bu sozu hatirliyorum. sonra isler boka sarinca yine bu sozu hatirliyorum. sen ne pis bir ahmissin

  • ilginç mi ilginç, takdir edilesi mi edilesi uygulama. zaten kaç tane özel araba var ülkede ayrı mesele. otostop çektiğinizde almadıysa özel araç veriyorsunuz plakayı ceza geliyor.

  • mizofoniyi sesten nefret etmek olarak tanımlayabiliriz.mizofoni, diğer insanların oluşturduğu günlük seslere, hayvan seslerine, klavye ve kalem tıklatması gibi tekrarlayan seslere orantısız şekilde duygusal tepki vermek olarak tanımlanmaktadır. bir diğer ifade ile günlük hayatımızda bizim farkına dahi varamadığımız bazı sesler diğer kişiler üzerinde ciddi şekilde rahatsızlık oluşturabilir ve bunun sonucunda hiç umulmadık tepkiler meydana gelebilir.

    seslerden kaynaklı rahatsızlık hali ilk olarak 1997 yılında odyolog marsha johnson tarafından seçici ses hassasiyeti sendromu veya 4s olarak tanımlanmıştır. johnson bu durumdaki insanların, bilişsel olarak onları duyduklarının farkında bile olmadan seslere verilen tepkiyi deneyimlemeye başladıklarını dile getirmiş ve “olumsuz tepkilerin tsunamisi” diyerek açıklamıştır.

    mizofoni terimi ise ilk olarak 2001 yılında jastreboff tarafından ortaya atılmıştır. başlangıçta mizofoni, desibel seviyesinden bağımsız bir şekilde belirli seslere yanıt olarak duygusal sıkıntı ile birlikte artan sempatik sinir sistemi uyarımı şeklinde düşünülmüştür.

    en yaygın tetikleyiciler; çiğnemek, yutmak, boğaz sesleri, ağız şapırdatmak gibi diğer insanların ağzından gelen seslerdir. diğer tetikleyiciler ise şunları içerebilir:
    burun çekmek
    yazı sesleri
    hışırdayan kağıtlar
    saatlerin tıklaması
    araba kapılarının çarpması
    kuşların, cırcır böceklerinin, diğer hayvanların sesleri ve aslında ses unsuru olan diğer her şey bu listeye dahil edilebilir.

    mizofoninin neden tetiklendiği hala yapılan araştırmalarda tam olarak netleştirilemese de yine de bir takım koşullara sahip olan kişilerde bu bozukluğun daha yüksek oranda ortaya çıktığı görülmektedir:
    -obsesif kompulsif bozukluk
    -anksiyete bozukluğu
    -tourette sendromu
    -tinnitus

    tabi bunların yanı sıra mizofoninin genetik olabileceğini gösteren çalışmalar da mevcuttur. hatta ve hatta uzmanlar, yıllarca mizofoniye sahip insanlara anksiyete, fobiler ve diğer bozukluklar gibi yanlış teşhis konulduğun üzerinde durmaktadır. yine de misophonia, aşağıdakiler de dahil olmak üzere kendine has özellikleri olan bir bozukluktur ve bundan dolayı daha derinlemesine araştırılması gerekmektedir:

    -genellikle ergenlikten önce başlamakta ve ilk belirtilerin en sık 9-12 yaşları arasında görüldüğü gözlenmektedir.
    -kadınlarda görülme sıklığının daha fazla olduğu gözlenmiştir.
    -ilk tetikleme sesi tipik olarak bir ebeveyn veya aile üyesinden gelen sözlü bir sestir ve zamanla yeni tetikleyicileri ortaya çıkardığı gözlenmiştir.

    mizofonili kişi duyduğu sese karşı; kızgınlık, kaçınma, sıkıntı, iğrenme, sözlü veya fiziksel saldırganlık şekline belirtiler gösterebilir. bu tetikleyicilere verdiği tepkiye genellikle “otonom” denir.

    belirtilerin vücudumuzdaki yansıması ise;
    -adrenalin ve norepinefrin hormonları salgılanır.
    -kalp atış hızı ve solunum hızı artar.
    -kaslar gerilir.
    -kan damarları daralır.
    -gözbebekleri genişler.
    -uyanıklık ve farkındalık artışı yaşanır.
    bu saydıklarımızın beyin aktivitesi üzerindeki etkileri ise yapılan bu çalışmada görülmektedir.

    mizofoninin tedavisi için netleştirilmiş bir yöntem hala mevcut değildir. yukarıda belirtilen hastalıklarda kullanılan ilaçların yanında terapi yöntemleri ile iyileştirme sağlanmaya çalışılsa da bir takım çalışmaların sonucunda iyileşmelerin tamamen olmadığı gözlenmektedir.

    faydalı olabilecek bazı tedavi yöntemleri:
    -bilişsel davranışçı terapi (cbt): bu yaklaşım, insanların tipik olarak bir yanıtı tetikleyen seslerle bazı olumsuz düşünceleri ve çağrışımları değiştirmesine yardımcı olabilir.
    -ilaçlar: mizofoniyi tedavi etmek için onaylanmış bir ilaç bulunmamakla birlikte anksiyete veya depresyon gibi birlikte ortaya çıkan durumları tedavi etmek için ilaçlar reçete edilebilir.
    -tinnitus yeniden eğitim terapisi (trt): bu yaklaşım, dikkati dağıtan sesler üretmek için bir cihaz takmayı, insanlara sesleri görmezden gelmeyi öğretmek için terapiyi ve otomatik stres tepkisini en aza indirmek için gevşeme tekniklerini içerir.

    son olarak türkiye'deki mizofoni yaygınlığı ile ilgili çalışmayı buradan inceleyebilirsiniz.

  • ögretmen sinifta madenleri ve ne kadar degerli olduklarini anlatiyormus. dersin bitiminde çocuklara sormus:
    - "çocuklar! kim hangi madene sahip olmak ister?"
    önce david cevap vermis:
    - "platin, ögretmenim. onunla kendime bir porsche alirdim."
    ardindan mike cevaplamis:
    - "altin, ögretmenim. altinlarimla kendime sonmodel bir cadillac alirdim."
    en son küçük joe yanitlamis:
    -"silikon, ögretmenim. ablamda iki tane var, kapinin önündeki arabalari hayal bile edemezsiniz!..."

  • benim anladığım "siz nesiniz ki, sizin kaybınız ne olsun, pis fakirler" diyememiş de, bunu demiş. normal.
    akp'li sonuçta.
    ..
    evet, ben de ekşideki hayatsız köpeklere soruyorum; kimsiniz olm siz?
    kaç kuruşluk adamlarsınız lan?
    cevap verin, yarınsız hayvanlar!!