hesabın var mı? giriş yap

  • küba'nın siyasi tarihi hakkında şimdiye kadar yapılmış en ayrıntılı belgesel serisi olabilir.

    bu belgesel sayesinde küba'nın tarihi nasıl şekillendi, amerika'nın küba'da niçin bir askeri üssü var, batista nasıl palazlandı, fidel castro nasıl parladı, küba devrimi nasıl gerçekleşti, che guevara'nın yolu küba'ya nasıl düştü, soğuk savaş yıllarında küba'nın fonksiyonu neydi gibi daha pek çok sorunun cevabı alınabilir. eleştirel ve objektif sayılabilecek bir bakış açısıyla küba tarihinin 500 yılı günümüze kadar kademe kademe anlatılıyor.

    seri 8 bölümden oluşuyor ve her bölüm yaklaşık 1 saat civarında. yani tüm seriyi izlemek için biraz zaman ayırmak gerekiyor.

  • muhafazakar bir ailenin çocuğuyum. akrabalarımın rahat %80'i ak partili. babam yıllarca asgari ücretle günde 12 saat geceli gündüzlü çalışmış bir ak partili. sn. recep tayyip erdoğanı gönülden seviyor ve aleyhine tek laf dahi ettirmiyor. bense şu anda 20 yaşındayım. desteklediğim ve beni bütünüyle temsil ettiğini düşündüğüm bir parti yok. siyasetle fazla ilgilenmiyorum. babam chp genel başkanı sn. kemal kılıçdaroğlunu hiç sevmiyor, alevilere karşı bir ön yargısı var ve ülkenin çok iyi durumda olduğunu söylüyor.
    bu sabah işim gereği erken kalktım ve dışarı çıktım. adalet yürüyüşü o sırada geçiş yapıyordu. vaktim vardı izlemeye başladım. komşumuz geldi selam sabah sonrasında kendince fikrini belirtip gitti "bir tane doğru adam yok". komşumuz da aynı gelir düzeyine sahip normal bir muhafazakar.
    akşam yemeğinde lafı açıldı. babamla biraz münakaşa yaşadım. başta dediğim gibi partiyle vs. alakam yok ama bu ülkede ana muhalefetin 68 yaşındaki genel başkanı ankaradan istanbula arkasında binlerle yürüyorsa hele bir de bu insanların tek talepleri ve sloganları hak, hukuk, adaletse ayrıca ellerinde türk bayrağı varsa kimse yukarda aktardığım komşumun lafı gibi bir ithamda bulunamaz bulunmamalı. babamı ve babamın düşüncesindeki insanları bu yürüyüşün hangi noktası rahatsız ediyor bilemiyorum. babama da aynı şeyi sordum ama maalesef babam sadece siyasette değil her konuda her zaman haklıdır ve asla başkalarının lafını dinlemez. bu yüzden bağırmaya sen bi bok bilmiyorsun demeye başladı. ben de tamam baba sen haklısın diyip konuyu kapattım. ne yapacaksın babam işte sonuç olarak.

    demem o ki. değil ankaradan istanbula, ankaradan marsa kadar da yürüseniz babamın ve komşumuzun yürüyüşçülere olan bakış açısı değişmez. ama ne zaman daha önceden insanların tepki gösterdiği ve babamın kayıtsız kaldığı bir durum gelir kendisinin canını yakar işte o zaman görün bakın bakalım babam nasıl yerinden fırlayıp ah yandım anam diyor.
    uzun lafın kısası ben chpli değilim, akpli değilim, mhpli değilim, hdpli hiç değilim. ben sadece bu ülkede huzur ve barış içerisinde yaşamak isteyen bir türk genciyim. ve yarın da bu mitinge katılacağım. babama inat.

    çocuklar inanın inanın çocuklar, güzel günler göreceğiz güneşli günler
    motorları maviliklere süreceğiz, güzel günler göreceğiz güneşli günler

    edit: gittim. inanılmaz bir kalabalık vardı. ucu bucağı belli olmayan bir insan topluluğu alana hakimdi. herkesin ellerinde türk bayrakları, atatürk posterleri ve adalet yazıları vardı.onun dışında bir tane bile siyasi parti sembolü görmedim. insanlar umut doluydu ve herkesin yüzü gülüyordu.

  • çifte kavrulmuş bisküviyi çaya bana bana yemek.
    macaron falan halt etmiş. yok böyle bir tat! tabi bisküviyi çayın içinde fazla tutunca düşen parça bünyede derin üzüntü yaratsa da sıkıntı değil. seviyoruz.

  • iki çok çarpıcı cümle içeren konuşmanın yer aldığı video:

    "aslında bayağı kontrollü gidiliyordu ama umre işi mahvetti."

    "söylendiği gibi yüzlerde değil artık, binleri buldu vakalar."

    hepimize geçmiş olsun.

  • aynı cesareti kongrelerde de görmek isteriz. "arka ayak" diyerek hakaret ediyor bir de. vatandaşın yerinde olsam hakaret davası açarım.

    bacak bacak üstüne atmak yasak mı? kaymakamsın diye vatandaşa hakaret etme hakkını nereden alıyorsun?

    buyur kendi ilçende yapılan bir toplantı: görsel

    hadi bassana burayı da.

  • burak yilmaz has been playing in galatasaray for 3 years and doing great job in the team. he is the hero of the team. many times, he saved his team most of the games by scoring in impossible position. he is also one of the favourite team-mate of sneijder. sneijer says always " playing with burak is a great opportunity for me to improve my scoring skills. this guy has unlimited power, he is everywhere on the pitch during 90minutes.his ball control is unbelievable. " we, galatasaray fans, are so luckly to have a scorer like him. ıf he goes to uk, it will be a big lose for galatasaray.

    (bkz: beyler caktirmiyoruz)

  • su iki grup istatistik arasındaki ilişkiyi yorumlayınız:

    1) twitter takipçi sayıları:

    leonard nimoy (live long and prosper kardeşim) = 1.2 milyon
    hakan hepcan denen ne idüğü belirsiz = 750 bin (michio kakunun iki katı)
    cem yılmaz = 8.7 milyon (neil degrasse tysonın 2.5 katı)

    2) global endüstri harcamaları

    film: 100 milyar dolar civarı
    tüm "eğlence" endüstrisi: 2 trilyon dolar ( film, kitap, gazete, dergi, müzik, internet reklamcılığı, radyo, bilgisayar oyunları)

    nasa bütçesi: 18 milyar dolar.
    dunyanin en buyuk biyomedikal arastirma kurulusu nih butcesi: 30 milyar dolar.
    oecd ulkeleri icinde gmsh'sina oranla en buyuk sivil ar-ge payina sahip israilin yatirimi: 40 milyar dolar.

    ***

    insanoglunun eline daha fazla zaman ve kaynak verince, bunları harcadıgı seyler belli. hükümet zoru olmasa, daha da kötü olacak.

    o yüzden "sensin salak ashadhasdh" atışmalarını izleyen, izlemekle kalmayıp taraf tutan, "ayar" oldugunda takımı gol atmışcasına sevinen, çizgiyi gecmeyen topları "tarihi ayar" diye bloglara yazan dijital yerlilerin, michio kaku gibilerini taş plaktan dahi dinleyecek dijital göçmenlerden katbekat fazla olmasına şasıramıyorum.

    çare skynet!

    ***

    edit: burdaki isimler ve twitter örneği birer sembol tabii, mesela bu entryi yazdiktan sonra terry pratchettin (kesssssin okumanız lazım) öldüğünü öğrendim, onu da yazabilirdim, illa ilim bilim olmasına gerek yok.

    milletler ve endüstriler ölçeğinde de, bireyler ölçeğinde de esktra kaynakların çoğunu boş işlere harcıyoruz, ben de dahil. spock gibi düşünmek veya mütemadiyen verimli olmak derdinde değilim, ama zeki bir canlı türünün ar-ge harcama oranı %2-3 ise, onun da yarısı birbirini daha çabuk öldürebilmenin yollarını bulmaya gidiyorsa, ona hala zeki bir tür demek mümkün değil. tatava yapmadan bir an önce skynet'i bitirelim, o da bizi bitirsin.

  • 10 negatif kişilik özelliği ve 10 kitap tavsiyesi

    değer verdiğiniz bir arkadaşınızın* hiç tasvip etmediğiniz bir özelliği olabilir ve siz ona bu özelliğini değiştirmesi* için ne kadar dil dökerseniz dökün sözleriniz onun bir kulağından girip ötekinden çıkabilir ama bilmenizi isterim ki bazı kitaplar size bu konuda destek verebilir.

    aşağıya karaladığım listede 10 negatif kişilik özelliğini ve o özelliklere sahip kişilere hediye edilebilecek kitapları sıraladım.

    1) siyasi bir lidere tapan / itaatsizlik üzerine* (erich fromm)
    şimdiye kadar tarihin büyük bir bölümünde, bir azınlık çoğunluğa hükmetmiştir. bu hâkimiyeti gerekli kılan, hayatın güzelliklerinin sadece azınlığa yetecek kadar olup, çoğunluğa kırıntıların kalmasıdır. eğer bu azınlık güzelliklerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde çoğunluğun kendine hizmet etmesini, kendisi için çalışmasını istemişse gerekli şart şuydu: çoğunluk itaat etmeyi öğrenmeliydi. oysaki neden ahmet'in, mehmet'in ya da ayşe'nin faydalandıklarından ali, fatma ya da zeynep faydalanmasın? neden birileri tanrı mertebesine kadar yükseltilip, onu yükseltmiş olanlar onun kulu ve kölesi mertebesine gerilesin? "insanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir," der sartre. eğer özgür olmak istiyorsa insan, öncelikle birilerine biat etmeyi bırakarak işe başlamalı ve otoriteye 'hayır' denmesi gereken yerde göğsünü gere gere 'hayır," diyerek yola devam etmeli. sonrası? sonrası zaten bahar bahçe.

    2) saplantılı / tünel (ernesto sabato)
    ve işte romantik saplantının umutsuz yalnızlığı hakkında yazılmış şahane bir arjantin edebiyatı örneği. sabato'nun tünel'i, biraz camus'nün yabancı'sına benzer, çünkü her ikisinin de ana karakteri yalnızca toplumlarına değil, aynı zamanda kendilerine ve insanlara anlamlı gelen pek çok şeye yabancılaşmışlardır. birbirlerinden ayrıldıkları nokta ise meursault kendi duygularına bile yabancılaşmış bir karakterken, sabato'nun kahramanı castel duygularını oldukça yoğun bir şekilde yaşar ve hepsini saplantılı bir tavırda kendisini anlayabileceğine inandığı bir kadına yansıtır. aşkın, takıntının, kuşkunun, kıskançlığın, sıkıntı ve deliliğin kol gezdiği castel’in dünyasında gerçeklik duygusu adım adım yitirilir. geride ne yaratıcı, ne de yaratı kalır. cinayet de çözümsüzdür artık ve kalıcı olan tek şey sonu gelmeyen bir kuşku döngüsüdür. takıntılı ve saplantılı bireyler için hem rahatsız edici hem de büyüleyici bir kısa roman.

    3) iyimser / candide (voltaire)
    iyimser tabiri ilk duyulduğunda her ne kadar pozitifmiş gibi bir his uyandırsa da problemin olduğu yerde sergilenen iyimser tutum, o problemin kök salmasına ve haliyle çözümünün de gittikçe imkansızlaşmasına sebep olacağından aslında pek de övgüye mazhar bir tutum değildir. alman filozof leibniz'in "yaşadığımız dünya dünyaların en iyisidir" mantığına karşı çıkarak yazılan 1759 tarihli candide, voltaire'in en önemli yapıtlarından biridir. candide adlı iyi niyetli bir genç almanya'da yaşadığı şatodan kovulduktan sonra avrupa, afrika ve asya'da büyük felaketlerin tam ortasına düşer. depremler, engizisyon tehlikesi, frengi hastalığı, cinayetler arasında oradan oraya savrulur. mümkün dünyaların en iyisinde yaşadığımızı söyleyen hocası pangloss'un öğretilerini bu maceralarda hiç aklından çıkartmayacaktır, ama dünyanın halini, insanların kötülüğünü gördükçe de umutsuzluğa kapılmadan edemez. almanya'da bir şatodan sefil bir hayata, düşler ülkesi eldorado'dan istanbul'a dek uzanan, iyimserliği alaya alan ve bu sırada hayatı, hayatın amacını sorgulayan bir başyapıt.

    4) kendine dışardan bakmayan / biri hiçbiri binlercesi (luigi pirandello)
    yüz yılı aşkın bir zaman önce kaleme alınmış 'biri, hiçbiri, binlercesi' isimli bu kitap, bir adamın kendi gözleriyle gördüğü kişiliği ile başkalarının gördüğü kişiliği arasındaki uçurumun farkına varmasıyla varoluşunu sorgulamaya başlamasını konu aldığı için kendisiyle hiç yüzleşmeyen ya da kendini hiç sorgulamayan insanlara hediye edilebilecek en güzel kitaplardan biridir diyebilirim. kitabın ana karakteri vitangelo moscarda'nın tüm hayatı, karısının bir gün kendisine sorduğu ve burnunun eğriliğinden dem vurduğu o basit soruyla altüst olur. moscarda o andan itibaren kendisinden başlayarak tüm yaşamını acımasızca sorgular ve kendini yeniden bulmak için kendini parçalara bölmeyi öğrenir. moscarda kimdir, kendi gördüğü mü yoksa başkalarının gördüğü mü? kişilik bölünmesinin acımasızca ve mizahi bir dille işlendiği eser bize şu soruyu sorar, insan bir midir, hiç midir, yoksa binlerce midir?

    5) bireyci / martin eden (jack london)
    jack london, yarattığı martin eden karakterinin akıbetine üzülüp üzülmediğiyle alakalı kendisine sorulan bir soru üzerine şunları söyler: "martin eden için neden biraz üzülmeyeyim? martin eden bendim. martin eden bir bireyci idi, bense sosyalist. işte tam da bu yüzden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte tam da bu yüzden martin eden öldü. bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. martin eden başkalarının ihtiyacının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. hayalleri kaybolduğunda uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz."

    6) konformist / cehenneme övgü: gündelik hayatta totalitarizm (gündüz vassaf)
    kitap wilhelm reich'in şu sözleriyle başlıyor: "asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir." gündüz vassaf, kitabında yalnızca totaliter sistemi ya da onu kuranları eleştirmiyor, aynı zamanda o sistemden şikayetçi olmasına rağmen öyle ya da böyle sistemin devamlılığını sağlayan, aç olmasına rağmen çalmayan, sömürülmesine rağmen greve gitmeyen toplumu, yani kendisine dayatılan totalitarizmi sorgulamadan kabul eden konformist bireyleri de eleştiriyor. hatta bana kalırsa en çok onları eleştiriyor. totalitarizmin sadece bir rejim olmaktan çıkıp gündelik hayatlarımıza bile nasıl sızdığını gösteren ve bundan tek kurtuluşun başka bir düzene geçmekten ziyade farkında bile olmadan mevcut düzenin sürdürülmesini sağlayan insanların uyanışıyla mümkün olacağını ima eden(ben okuduklarımdan bunu çıkardım) bu kitabı konformist bir arkadaşınıza hediye etmenizi tavsiye ederim.

    7) kapitalist / demir ökçe (jack london)
    bana kalırsa, kapitalizm destekçisi birine jack london'ın külliyatını okutmak gerekir ve başlangıç olarak da demir ökçe oldukça iyi bir seçimdir. çünkü demir ökçe, distopya edebiyatının ilk örneği olarak kabul edilir; görsün beyefendi kapitalizmin nasıl bir distopyayı gerçek kılabileceğini (ya da kıldığını mı demeliydim?) günümüzden yüz yılı aşkın bir zaman önce kaleme aldığı eserinde london, hiç eskimeyen bir hikâyeyi konu edinir: ezen ve ezilen mücadelesi. amerika birleşik devletleri'ni pençesine almış olan oligarşi, namı diğer demir ökçe, tüm şiddeti ve gaddarlığıyla emekçilerin üzerine yürümektedir. tröstler, ekonomik ve siyasi ilişkiler, faşist devlet yapılanması sanki daha o zamandan yirminci yüzyılda insanlığın yaşayacağı acı olayların habercisi gibidir ve ne yazık ki geçen zaman london'ın kehanetlerini doğrular niteliktedir.

    8) özfarkındalığı eksik / martı jonathan livingston (richard bach)
    özfarkındalığı eksiklere ya da görünmez duvarlar içine kendi potansiyelini hapsetmişlere verilecek en güzel hediye. 1000 tane kıçı kırık kişisel gelişim kitabının bir araya gelip de verebileceği hayat dersinden çok daha niteliklisini tek başına veren 150 sayfalık bir başyapıt. kitap, sadece yemek bulmak için oradan oraya uçmaktan sıkılan, daha hızlı ve mükemmel uçmak için tüm sınırlarını zorladığı antrenmanlar yapan, bu uğurda sürüden kovulmayı bile göze alan martı jonathan livingston'ın destansı hikâyesini anlatıyor. "cehaletimizi kırabiliriz. becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. en önemlisi, özgür olabiliriz! uçmayı öğrenebiliriz!"

    9) vazgeçmiş / yaşamak (yu hua)
    ilkin bu kitabı 'kumarbaz' ya da 'sorumsuz' bir arkadaşınıza hediye edebileceğinizi söyleyecektim ama sonrasında bunun oldukça yetersiz bir yaklaşım olacağını fark edip vazgeçtim. her ne kadar negatif anlamda bir domino etkisinin başlamasına sebebiyet veren tetikleyiciler ana karakterin sorumsuzluğu ve kumarbazlığı olsa bile kitabın geri kalanında anlatılan her şey bana bu kitabı çektiği dertlerin karşısında kendini mağlup hisseden ve yaşamın içerisinde aktif olarak rol almaktan vazgeçen bir arkadaşınıza hediye etmenizin daha uygun olabileceğini düşündürttü. aslında hayata bu pencereden bakmayı kesinlikle reddederim; parmağı kesilen bir insanın çektiği acı, kolu kopan insanların varlığını kendine hatırlatarak yok olmaz. fakat benzer acıları çeken insanların varlığı, yani yalnız olmadığını bilmenin/öğrenmenin hissiyatı, çekilen acıyı yok etmese bile, manevi bir güç verir kişiye. yu hua, başına gelmedik felaket kalmayan bir adamın hüzün dolu hikâyesini anlattığı bu romanında bizlere şunu hatırlatıyor aslında: "hayat her şeye rağmen devam ediyor ve işte bunun adına da 'yaşamak' deniyor."

    10) umutlu bir bekleyiş içinde yaşamayı erteleyen / tatar çölü (dino buzzati)
    şunu çok net olarak söyleyebilirim ki bugüne kadar okuduğum tüm kitaplar arasında bana en sert tokadı atan kitap tatar çölü’ydü. okuyup bitirdikten sonra günlerce kendime gelemediğimi ve sonrasında kendime gelsem bile bir daha asla eskisi gibi olamadığımı belirtmek isterim. mehmet eroğlu çok doğru demiş: "insanları ikiye ayırıyorum: tatar çölü'nü okuyanlar ve okumayanlar." kitap, genç teğmen giovanni drogo'nun hikâyesini anlatıyor. drogo, askeri okuldan mezun olduktan sonra bir sınır kalesi olan bastiani kalesi'ne atanır. beklentisi ve umudu, burada çok uzun süre kalmayacağı yönündedir. en fazla 4 ay kalacak ve daha sonra tayinini isteyip başka bir yere gidecektir. herkesten ve her şeyden izole bu kaledeki günlerini sınırın öbür tarafındaki tatar çölünden gelecek düşmanı bekleyerek geçirir. aradan 4 ay geçer, ama düşman gelmez. genç teğmen beklemeye bir süre daha devam etme kararı alır.