hesabın var mı? giriş yap

  • tam hali şu şekilde:

    biz osmanlı torunu değiliz, osmanlı'nın sömürdüğü yoksul köylülerin torunuyuz.

    altına imzamı atarım.

    bu milletteki saray sevdası anlaşılan genetik bir hastalık.

  • 2018 yılındaki seçimlerde yüzde 53.7 oy alan cumhur ittifakını yüzde 40 olarak, aynı seçimlerde yüzde 33.9 oy alan millet ittifakı partilerinin oy toplamını ise yüzde 41.2 olarak gösteren anket. yani ankete göre, seçimlerden sonra geçen üç buçuk yıllık sürede iki ittifak arasındaki yüzde 20'lik oy farkı kapanmış ve dahası millet ittifakı öne geçmiş durumda. bu sonuçlardan yola çıkarak mevcut muhalefet partileri adına umutsuzluk yayanları anlayamıyorum.

  • (bkz: tutankanzuk)

    ***

    ysge: burada sözlük yönetiminin debe'leri beğeniye göre değil bazen kafalarına göre alıp/almamasına çakan bir debedit vardı ancak miadını doldurmuş oldu. zira seçerek debe'ye almak standart donanım oldu. oysa bu uğurda bir zamanlar nice isyanlar çıkmış, çok kanlı çarpışmalar yaşanmıştı...

  • tarlayı yeni satmış hacı dayı adisyonu. sabah ayıldığında iş işten geçmiştir.

    edit: tarlayı satan dayıların 90'lınyıllarda kaldığını iddia edenler var, o iş öyle değil. bugün en çok pavyon olan şehirler adana, mersin, manisa, aksaray, bursa, muğla, ordu, giresun. hatta ilçe olarak karacabey, mut, salihli, erdemli, tarsus, espiye sayılabilir. buraları özel kılan nokta çiftçilerin olması. üretici ürünü satar ve soluğu pavyonda alır. ankara pavyonlarında durum farklı değil, orada bürokrat, müteahhit fazla ama çiftçi de çok. zaten pavyon sahibinin hedefi kadın görmemiş dayılar genelde.

    bir pavyonda meze ve içki söylerseniz, dışardaki herhangi bir mekan kadar para ödersiniz ammma ne zaman masaya kadın çağırırsanız içilen ve yenilen her şey en az dörtle çarpılır.

    (bkz: pavyon/@sonbahar yolcusu)

  • içine kapanık biri olmasının ve çevresiyle neden konuşmadığının nedeni zaten çok açık. çevresinde dünya görüşü olan bir tane insan olmadığını bilmesidir. etrafında böyle yobaz, cahil cühela takımı varken ne yapacaktı çocuk? tabii ki, telefonla daha farklı dünyaların içinde kendisine bir hayat kurmaya çalışacaktı. olaydan sonra durumunu çok iyi anladık demiş bir de, ulan anladıysan bütün ekşi s*ksin beni.

    ''ben bu cemaatin 25 yıldır içindeyim. kaldığı yerde hiçbir sorun yoktu.'' sorunun zaten ne olduğunu anlayacak zihniyete sahip olmamanız en büyük sorun.

  • bazen sevinirsiniz.

    abim 7 yaşında geçirdiği su çiçeği sonrası rasmussen ensefaliti hastalığına yakalandı. bir kaç kez beyin ameliyatı oldu. beyin hücreleri öldü falan bir çok zorluk. doktorlar yürüyemez dedi, yürüdü. konuşamaz dedi, konuştu. ama yardımla, ama destekle. 21 yaşına kadar bakıma muhtaç yaşadı. yemeğini biz yedirdik, altını biz sildik, banyosunu biz yaptırdık. zor günler zor yıllardı.

    21 yaşında öldüğünde zekası 3.5 yaşındaki çocukla birdi. sol eli ve ayağı beyninin sol kısmındaki hücrelerin ölmesi sebebiyle felçliydi. ilaçları yeşil reçeteydi ve çoğu yurt dışından geliyordu. sürekli epilepsi nöbetleri geçiriyordu. son yıllarında kalbinde pille yaşıyordu. nöbetleri o şekilde durdurabiliyorduk. engel oranı yüzde 97.

    o zekasına rağmen her şeyin farkındaydı aslında. anlıyorduk biz de. o da dışarı tek başına çıkmak, kafasında kask olmadan, yanında biz dikilmeden maç yapmak istiyordu. kız arkadaşı olsun da istiyordu biliyorum. gerçi 50'ye yakın sevgilisi vardı. hemşireler dahil konuştuğu her kadın onun sevgilisiydi. çocuk aklı*

    neyse çok uzatmayayım. ölmeden son 1 yıl itibariyle ağırlaştı. yerinden kalkamadı, ilaçlar böbrekleri bitirmeye başladı. yatalak hale geldiği için kalça kısmında yaralar olmaya başladı. her zamankinden daha zor şekilde yattığı yerden temizlemek, yedirmek ve tuvaletini yaptırmak zorunda kaldığımız 1 sene sonunda öldü.

    üzüldük mü? çok... ama aynı zamanda çok sevindik. çünkü onun kurtuluşu oydu. ben bunu söylediğim zaman bana kızan çok insan var, hatta bunu okuyup saçma sapan mesajlar da gelecek biliyorum ama yaşamadan bilinmiyor. onun yaşaması onun ve bizim açımızdan çok zordu. o öldü ve kurtuldu böyle bir yaşamdan.

    bugün aramızdan ayrılışının 16. yılı. abim ama çocuğum gibiydi. çoğu şeyden feragat edip çok baktım ona. güzel baktığımı düşünürüm hep. hâlâ canım yanar, içim cız eder ama iyi ki diyorum, iyi ki öldü ve kurtuldu. onun adına yıllar geçmesine rağmen çok seviniyorum.

    debe edit: arkadaşlar mesajlarınız için çok teşekkür ederim. taktir edersiniz ki tek tek cevaplama şansım yok. buradan teşekkürümü kabul edin lütfen.

  • bütün paramı evde unutmuşum, kredi kartlarımı, banka kartlarımı, kimliğimi ve her şeyi. kimseden de borç almak ya da teknolojinin imkanlarını kullanmak istemedim. bugünkü görevim buydu sanki: "cebimde kalan 3-5 liralık bozuklukla bakalım ne yapabilirim?" diye attım kendimi bir başıma istiklâl caddesi'ne, survivor hesabı.

    cadde yine cıvıl cıvıldı, kalabalık ve gürültülü. kediler kış güneşinin altında banyo yaparken, turistler üstüme üstüme yürüdü her zamanki gibi. acayip iç çamaşırlarının olduğu dükkanların önünden geçtim, insanların sigara içmek için dışarda oturduğu cafelerin önünden. daha önce defalarca girdiğim yerlere elimde şakırdatarak oynadığım bozuk paralarla girmem imkânsızdı. camlarının önünden usulca geçtim o restoranların. içerde yemek yiyen insanları gördüm geçerken. ahahaha, çok zevkliydi, tam bir küçük emrah gibiydim, şişte döne döne kızaran tavukları izleyen ufak bi çocuk gibi.

    insan cebinde para varken kıymetini bilmiyor, yere 10 kuruş düşse eğilip almaya bile tenezzül etmez bazısı. kimiyse 5 kuruşun hesabını yapar. sonuçta para yoksa yoktur, yaratamıyosun ki bunu, sadri alışık gibi elini şalvara her atışında bi banknot bulabilmek sadece filmlerde oluyor.

    cadde üzerinde bir yere girdim, oturdum, elimde bozuk paralar, gözüm fiyat tarifesinde...çocukken yaptığımız gibi, bir elimizdeki paraya, bir de bakkal amcaya bakıp, "şu kaça?...bu kaça...hmmm peki şu?" diye sorup paramızın yettiğine razı olduğumuz günlerdeki gibi. aslında daha kalitesine paramız yetmediği için aldığımız ucuz çikolatayla yaşadığımız hazzı, büyüyünce yediğimiz hangi çikolatadan alabildik ki?

    dükkana girince bir yandan düşünüyorum: "börek yesem, yanına da bir çay içsem, yeter. ama büyük çay içersem yetmiyo, ona göre..."

    oturdum siparişimi verdim, çayımı içiyorum. bu benim içebileceğim tek çay. her yudumundan zevk alarak içiyorum, böreğin her lokması lokum gibi geliyor bana, yavaş yavaş, keyfini çıkararak yiyorum.

    derken içeri bir kız çocuğu giriyor, 8-9 yaşlarında, okuldan yeni çıkmış, sırtında pespembe bir çanta var, kocaman. elinde bir para, "kürt böreği alcaktım ben" diyor. kürt böreği, hani şu pudra şekerli yeneninden, yerken ağzım burnum pudra şekeri olduğundan tercih etmediğimden. o yaşta kızın "pudra şekerli kürt böreğini" bilmesine şaşıyorum. ben o böreği ondan 12 yıl sonra keşfedeceğim çünkü. ama o belli ki çok seviyor.

    "elde yiycem" diyor kız, "kaç para?"

    "60 kuruş" diye cevap veriyor kasadaki tonton amca. kız bi kere yutkunuyor, etrafına bakınıyor. ağzından bir cümlecik dökülüveriyor:

    "50 kuruş versem olmaz mı?"

    yüreğime ok gibi saplanan bir cümle.

    o an çocuğu kader arkadaşım, sıra arkadaşım gibi görüyorum. onun kadar küçük oluyorum bende, yüreğim pır pır ediyor. ondan 20 yaş büyüğüm neredeyse ama 10 dakika önce aynı çekingenliği yaşamışlığın verdiği duygularla kızı sarıp sarmalayasım geliyor. ben olan biteni oturduğum yerden izlerken, kız tekrar soruyor:

    "50 kuruş versem olmaz mı? bakkaldan meyve suyu da alcam da."

    "olmaz olur mu hiç güzel kızım." diyor tonton amca, meyve suyunun parasını da düşünen kıza. "hiç vermesen de olur." diyor hatta. kızın elli kuruşunu almayacak belli ki, içim ısınıyor.

    "olmaz" diyor kız, elli kuruşu bırakıyor tezgahın üstüne, alıyor böreğini eline. burnunu pudra şekerine bulayan kocaman bir ısırık alıyor, yollanıyor bakkala doğru, meyve suyu almaya. dünyanın en mutlu çocuğu o şu anda. orada, gözlerimin önünde.

    ben de böreğimi bitirip, işe geri dönüyorum. cebimde kalan 2 liramla markete giriyorum, bi çikolata alıp dibine kadar harcıyorum bugün kendime ayırdığım zoraki harçlığı.

    ve iki şeyi fark ediyorum birdenbire;

    -birincisi, giderek benden uzaklaşan çocukluğuma uzun zamandır hiç bugünkü kadar yaklaşamamış olduğumu...
    -ikincisi ise kullanmayı hiç sevmememe rağmen kendime artık bir cüzdan almam gerektiği.

  • kafamda bayağı düşünce döndüren ilginç bir seridir star trek. özellikle günümüzdeki yeniden hayal edilmiş versiyonları gözönüne alındığında aslında bir anlamda çağını yansıtır. bu yazı dahilinde original series'tan çok the next generation'a değineceğim zira benim yetiştiğim seri o. belirtmeye gerek yok, buradaki söyleyeceklerim benim kendi düşüncelerim, yani öyle genelgeçerlik iddiam bulunmamakta.

    original series 1966'da yayına giren ve girdikten sonra bilimkurgu ile ilgilenen herkesin bir şekilde dimağına yerleşen bir seri. bu serinin ana karakterleri olan bir eli şeyinde diğer eli fazerinde kaptan kirk'ü, mantığını kullanan spock'u ve düz normal insan mccoy (doktor) bir anlamda id, süperego ve egoyu temsil ediyor bile denebilir. bu serinin hem dönemin hem de dönem bilimkurgusunun kadın/erkek kabullerini de yansıttığını düşünüyorum bu arada. yani erkeğin errrrkek olduğu, bir nevi amerikan kadirizminin alıp başını gittiği dönemlerdir bunlar. erkek dediğin göğüs kıllarını kesmez, evrendeki tüm "manitalara" yazar, tüm düşmanlarını da biçerdöver gibi keser. ancak tüm bunları dedikten sonra şunu da vurgulamak gerekir. bu seri dönemi için bayağı devrimcidir. 1950lerde sona ermiş bir mccarthycilik dönemine rağmen hala soğuk savaş gırla devam ederken kaptan köşkünde bir rus, malcolm x henüz ölmüşken ve ırksal gerilimler süregelirken zenci bir kadın göstermek falan çok risklidir. evet görece olarak küçük rollerdedir bu insanlar ancak yine de vardırlar.

    devamında gelen the next generation ise belki bir milletler cemiyeti, bir birleşmiş milletler cinsinden bir idealizme sahiptir. aksiyon adamı kirk gitmiş, diplomasiyi ön plana koyan bir picard gelmiştir - gerçi bu geliş biraz yavaştır 1. sezon serinin diğer sezonları ile kıyasla tam bir kepazeliktir, 2. bölümde tüm geminin orjiye falan bağlamasının nasıl bir akıl fikir sonucu olduğunu hala merak ederim. ancak devamında, karakterler oturduktan sonra, dönemi için bir bilimkurgu eserinde olmayacak derecede ciddi konulara girer. mesela ilk sezonda çok da sallanmayan prime directive konusu burada önemli bir yer tutar. bir anlamda sömürgecilik döneminin ciddi bir eleştirisidir bu. nitekim bu dönemde yapılan neredeyse tüm müdahaleler "beyaz adamın yükü" olarak temellendirilmiştir. sömürge altındaki ülkeleri başka gezegenler olarak hayal ederek aslında bu yükün ne kadar varolduğunu sorgular tng bu kavramla. ancak dizinin bu konuda çok oynak bir çizgide hareket ettiğini ve kesin bir fikir belirtmediğini söylemem gerekir - son tahlilde olay "uzay yolculuğu yapamayan medeniyetleri ellememek gerekir, picard aksini düşünmedikçe"'ye bağlar. ne yalan söyleyeyim bu beni hayal kırıklığına uğratan bir istisnai düşüncedir - bu konuyu tartışmaya açıp en nihayetinde amerikan istisnacılığına benzer bir biçimde picard istisnacılığına bağlamak da ne bileyim bana oldum olası yavan gelen bir sonuç oluyor.

    tng'nin konu aldığı bir diğer olay da "insan olmak nedir" sorusudur data özelinde. bu aslında spock ile beraber tos'ta da ele alınan bir konu olmakla beraber, canlı olmayan bir varlık özelinde sorulması bu soruyu daha özel kılar. data belki de terminatör sonrası bilimkurgu evreninde insanlığı yoketmeye çalışmayan nadir yapay zekalardandır. asimov'un r. daneel olivaw'ıyla kıyasla robotik görünür - hatırladığım kadarıyla asimov'un çelik mağaralar adlı kitabında dedektif baley olivaw'ı ilk gördüğünde bir robot olduğunu anlayamaz - ama bende bıraktığı intiba daha insani bir varlık olduğu yönündedir. burada en büyük etki sanıyorum olivaw'ın robotluğundan son derece memnun olup insanlaşma konusunda çok da bir çabasının olmaması ve insanlarla beraber bir ekipte yer almamasıdır. data robot da olsa bir yaşam formu olarak görülür - bu konu zaten bir bölümün başlıbaşına konusudur (https://en.wikipedia.org/…rek:_the_next_generation)).

    robot demişken borg'a da değinmek gerekir. borg tng dahilinde sanıyorum en korkulan rakiptir. bunun temel sebebi olarak teknolojik üstünlüklerinden ziyade tek tip ve empati kurulamayacak derecede olmalarını görüyorum ben. borg, mekanik bir toplumun aşırılaşmış halidir. herşey belli bir düzende yapılır - bu düzene uymayan şeyler de ya yok edilir ya da zorla "uydurulur". bu, çoğulculuk ile kendini ifade eden federasyon için tam bir antitezdir. yani romulanlar bile bu kadar nefret ve tiksinti uyandıracak şekilde tasvir edilmezler. evet belli bir habislikleri vardır ama en nihayetinde diplomatik ilişki kurulabilir, laftan anlayan bir medeniyettir.

    gelelim günümüzdeki tekrardan hayal edişlere. filmler eski seriyi konu alsa da önümüze çok değişik bir federasyon konsepti çizer. bu federasyon silah araştırması yapmaktan çekinmeyen, gizli örgütlere sahip olan, tng'nin federasyonu ile kıyasla vahşi denebilecek bir yapılanmadır. benim bildiğim kadarıyla tos ve tng'de section 31 gibi bir yapılanmadan bahsedilmez - ki zaten federasyonun ilkelerine de aykırıdır. her şeyi demokratik biçimde, diplomasi ile halletmeye çalışan, tüm çözüm yolları sona erdiğinde şiddet kullanan bir yapılanmada gölgeler içinde hareket eden bir örgüt nasıl ve nereye konumlanacaktır tartışılır. ki deep space 9'da da konu alınması 1998lerdedir. yani soğuk savaşın bittiği ve geleceğe yönelik o idealizmin şaşırtıcı biçimde kırıldığı yıllardır bunlar - 3 sene sonra zaten 9 eylül saldırıları olacak ve akabinde ilginç sonuçlar doğuracaktır. zamanın değişen çizgisine star trek'de eşlik eder - o kadar temiz ve idealist bir star trek değildir artık bu. ki voyager hakkında duyduğum bazı şeyler bu kafanın daha da ilerlediğini söylüyor, şahsen izlemediğim için yorum yapmayacağım.

    star trek discovery ise... benim picard ile kurduğum birleşmiş milletlervari federasyon'a tam ters giden bir istikamette konumlanıyor. nereden başlasam bilemiyorum, ancak ilk bölümde sarek'in yetiştirdiği söylenen ama kaptana gider yapan, hatta isteği olmayınca bir nevi darbe yapan bir first officer olunca hafiften bir spock kaş kaldırması yaşatıyor. böyle radikal dinci, ten rengine falan sahip klingonlar görünce de insan "abi naaptınız siz" sorusunu ister istemez soruyor ekrana karşı. kabul, klingonlarda her zaman dini bir tandans vardı da bu gidip isisvari bir biçimde tezahür etmiyordu en azından. spoiler vermemek adına daha ötesine gitmeyeceğim ama dizinin ilerleyen bölümleri de teknik olarak şaheser olsa da senaryo ve anlatı açısından çok alakasız yerlere gidiyorlar.

    şimdi ben şu konuyu açığa kavuşturayım, şahsen tos döneminde bir dizi yapılması beni rahatsız etmiyor; karakterin sarek ile olan bağlantıları hariç karakter özelliklerinde de sorun yok, yani sorunlu bir karakter ilginç bile olabilir - ama bu reimagined dizi ve filmlerin illa tos'tan bir karakterle organik bağlantı kurma ihtiyacını çok anlamlandıramıyorum. bir yeni yapımda da spock veya sarek duymayalım ya. hayır karakterleri bu şekilde temellendirince ben ister istemez "bu karakteri sev çünkü sarek ve spock ile kanka. kankalık müessessi! seveceksin! sevmezsen bu karakterleri de sevmiyorsun" temelli bir yancılık hissi hissediyorum.

    bakın federasyon ve star trek evreni devasa bir evren, devasa bir yapı. şu anda öyle bir hale geldi ki tüm evren spock etrafında, picard etrafında falan dönüyor. şu gerçeğin farkındayım, eski serilerde de diğer serilerden karakterleri görüyorduk ama atıyorum picard'ın büyükbabası kirk falan değildi veya data'yı spock bulmuyordu. tng'nin ilk bölümünde bones gemiyi ziyaret edip gidiyordu mesela.

    picard'ı izlemedim, o yüzden bir yorum yapamayacağım ama izlediğim diğer reimagined eserlerden temelli büyük hayallerim yok, bilakis hayalkırıklığı olacağını düşünüyorum. patrick stewart'ı nasıl ikna ettiler ("money, dear boy" dediğini duyar gibiyim ama umarım öyle değildir) bilmiyorum ama star trek günümüzün dünyası için fazla, hem de çok fazla, idealist kalan bir evren. bu evreni gerçekçi kılmak adına cinsiyet politikalarını, ayrımcılığı ve günümüzün diğer sorunlarını ekleştirdiğinizde ortaya çıkan şey, orjinalinden çok alakasız bir şey oluyor. bakın, tekrardan altını çizeyim - bu yeniden çekilenler atıyorum star mrek olsaydı ve kendi başına bir evren tasvir etseydi bu güzel bile olabilirdi, ama star trek evreni izdüşümünde gerçekten çok alakasız bir yere düşüyorlar.

    bu kadar yazdık, her kültür ürünü kendi çekildiği zamanın değer ve kabullerini yansıtır. star trek de bundan azade değil tabii ki. ama şu yeni dizileri izlediğimde sorunun bizde olduğunu düşünmeden edemiyorum. gene roddenberry'nin hayal ettiği star trek bizim kirli günümüzde o kadar ütopik, o kadar inanılmaz kaçıyor ki, kendileştirdiğimiz zaman özünü kaybeden bir hale geliyor. biz, onun hayal ettiği gibi ilerleyemedik, daha iyi bir insan medeniyeti olamadık gibi duruyor kısacası.

    okuduğunuz için teşekkür ederim.

  • yazılanlara bakılırsa, 'all day' olan adını 'all night' olarak değiştirmesi gereken ürün.