hesabın var mı? giriş yap

  • tanım: avrupada bolca tüketilen et türü.

    nerden baksan 4 yıldır bu başlığı takip ederim, öyle düzenli takip etmem denk geldikçe bakarım. sözlükte bir grup var, belli bir dönem gelip bu eti övmeye başlıyor. işte şöyle lezzetli böyle güzel. sonra bu eti övme şenliklerine katılan arkadaşların bir derdi olduğunu anladım. ucuz edebiyat peşinde koşan, kendini elit gören ve farklı fikirlere tahammülü olmayan tipler.
    benim görüşüme gelirsek, bu eti isteyen yer istemeyen yemez. kimin yediği yemediği umrumda değil. misal ben asla yemem ama gelip de yiyenlere sövmem. ama sen gelip yemeyenlere ağza alınmayacak hakaretler edersen sana orda dur derim. bir grup caninin yaptığı katliamı gelip tüm müslümanlara yıkacaksın sonra bu eti yemediklerini söyleyeceksin, zavallısın kardeşim. böyle ucuz provokasyonlarla bir yere varamamakla beraber beyin fonksiyonlarının çalışmadığını ispat ediyorsun.

  • ege (5 yaş) anneannesinin evinin bahçesine tohum ekiyor.

    anneanne: al bakalım ege, bu mısırları toprağa yerleştir, büyüyünce ben ektim dersin.
    ege: vay canına hayatımda ilk defa bir şey ekiyorum!
    anneanne: afferin sana çok güzel ektin, şimdi de şu karpuz çekirdeklerini ek bakalım.
    ege: vay canına, hayatımda ilk defa ikinci bir şey ektim!

  • halam gece çalıştığım hastaneye kalp krizi geçirerek gelmişti.
    ben o gün nöbetçi olduğum için çok yorgundum ve çok üşüyordum, doktor odasındaki kanepede üzerime nevresim alıp biraz dinleneyim, demiştim. haberi alınca apar topar kalkıp acil girişinde babamı, kardeşimi, bilinci gitmiş, halamı karşıladım.

    acil anjioya aldık ve ne yazık ki ex oldu.
    sorumlum zaten nöbetin bitmesine az kaldığını bundan sonrasını idare edebileceğini benim eve gitmem gerektiğini söyledi. eve gittiğimde herkesin olduğu gruba atılmış bir mesaj gördüm. ben önce taziye mesajı atıldı, sandım. bir de ne göreyim: grubun en sevimsiz insanı dün gece dinlenirken halamın kalp krizi haberini alınca koşmak için üzerimden attığım nevresimin yerde dağınık bırakılmış fotoğrafını çekip “lütfen doktor odasını dağınık bırakmayalım.” diye paylaşmış.

    halamın ölmek üzere olduğunun haberini aldığımda nevresim katlamak aklıma gelmediği için kusura bakma, dedim. hem suçlu hem güçlü kahpe özür dilemek yerine ne dese beğenirsiniz?
    “ben senin özelinde demiyorum, daha önce de böyle oldu o yüzden hatırlatmak istedim.” dedi.

    ben bu çağın insanında iliğimle kemiğimle nefret ettim.

  • ale ile lager mayaları farklıdır. ale mayası fermentasyonda damacanann üstünden başlayarak alkol üretirken, lager (bizim efes) alttan mayalanır. ale mayalanması 2-3 hafta arasında tamamlanır ve doğal ya da yapay gazlanma işleminden geçer geçmez tüketilir. yapması ve üretmesi kolaydır. fermantasyon için oda sıcaklığı olması yeterlidir.
    lager (alman-çek ekolü) aynı sürede fermantasyonu tamamlamakla birlikte fermantasyonun 11c derece civarında (mayadan mayaya fark gösteriyor) olması şarttır. bu yüzden modern teknoloji ve klimalı sistemler öncesi almanlar yılın belli bir zamanında (yaz sonu) bu işe girişirlerdi.
    fermantasyon bitince 48 saat oda sıcaklığına çıkarılıp (di-asetil dinlendirme) ardından 1c de 6-8 hafta saklama (almanca lagering = depolama) gerektirir.

  • helal olsun. vergilerimiz sayesinde verilen devlet desteklerinin diğer savunma sanayii şirketleri yerine kendilerine aktarılması sonucu türkiye'nin en büyük savunma sanayii şirketi haline gelen baykar, vergilerimizden aldıkları payın bir kısmını yine bizim için harcıyor. kendilerine teşekkür ediyoruz.

    edit:
    gelen tepkiler ve aldığım bilgiler üzerine bir iki noktaya değinmek gerekiyor.

    öncelikle devletin baykarı desteklediği konusunda resmi gazete dahil birçok kaynak var, uydurma bir bilgi değil. ancak öğrendiğim kadarıyla bu sektördeki diğer şirketlere de benzer destekler sağlanıyormuş.

    ek olarak da bu ülkeden milyarlar kazanmış tüm şirketlerin böyle zamanlarda benzer destekler vermesi gerektiğini düşünüyorum. bu verilen destekler maddi olarak da önemli, diğer şirketlere örnek olması açısından da önemli. hepsinin bu ülkeye, bu insanlara borcu var. tekrardan tebrik ediyor ve devamının gelmesini diliyorum.

  • ben bu yazın izlerini hala topuklarımın üzerinde taşıyorum.

    lise sondayım. üniversite sınavına gireceğiz ama umrumda bile değil. diyorum ki kendi kendime, bu sene lise bitsin seneye dershaneye giderim, rahat rahat da kazanırım...
    bir erkek arkadaşım var o dönem. dört yıla yakın birlikteydik. neyse o da üniversitede okuyor o ara. ama gitmiyor. öyle kaydı var sadece. onu da kafaladım yılın başında, benim gittiğim dershaneye yazıldı bu. o sene öyle ısınma turu olacak, sonraki yıl ciddi ciddi sınava çalışıp, birlikte aynı şehire gideceğiz falan. plana gel. sonra o beni kafaladı. biz tüm yıl gezdik tozduk. yalandan okula gidiyorum, son sene diye kasmıyorlar zaten. dershaneye desen gitmiyoruz. işimiz gücümüz serserilik.
    annem iş kurmuş, onu oturtmaya çalışıyor, haftanın en az üç günü eve gelmiyor. eşinden boşanmış zaten psikolojisi dağınık. bin tane derdi var. benim de üzerime çok gelmiyor. liselidir, ergendir, ya sabır ya sabır...
    öğlen bizim oğlanla yemek yiyoruz. şaka maka çocuk üç sene özel aşçım gibi her öğlen yemek yaptı bana. öyle baştan savma da değil, özene özene yapıyordu. hey gidi... neyse efendim benim okul bitiyor, soluğu deniz kenarında alıyoruz. akşam oluyor, annem o gün eve gelmeyecekse sahaya gidiyoruz basketbol oynuyoruz. araba bulursak cümbür cemaat geziyoruz. cemaatimiz de nerde it kopuk, nerde lise terk, nerde hayatı yatış üzerine kurulu, baba parası yiyen tip var onlar... ama hayat çok güzel lan. tatil gibi böyle. gülüyoruz sürekli.

    derken... bir gün annem eve geldi kapıyı kırar gibi çarparak. annem değil sanki çizgi film karakteri. alevler çıkıyor gözlerinden. nasıl sinirli... sen dur dur, te mart ayı gelsin, git dershaneye, bizim kızın durumu nasıl diye sor. onlar da desinler mi senin kız aylardır piyasada yok... sıçtığımın resmi.
    bana saatlerce bağırdı. saatlerce. yani yerden göğe kadar haklı, yaptığım şey düpedüz hayvanlıktı o ayrı. ama işte... konuşmasını ''sınava giriyorsun, sonraki gün işe sokuyorum seni. üniversiteyi kazandın, kazandın... kazanamadın işten çıkmak yok. bu sene çalışırsın, dershane paranı, harçlığını biriktirirsin. sonraki sene de işten çıkar, kendi paranla dershaneye yazılırsın. bundan sonra benden sana tek kuruş yok.'' diyerek bitirmese iyiydi.

    ben bir tutuştum... sınava kalmış bir ay. ben nazarlık birkaç yaprak test çözmüşüm, kitaplar falan tertemiz. hesaplıyorum... yaş 16. o yaz 17'ye giriyorum. annemin planına göre, kazanırsam 19'da gidebiliyorum üniversiteye ancak. ohooo çok geç. 16'dan bakınca 19 çok büyük. ya da bana öyle geliyordu.

    ne diller döktüm dostlar... dedim anne bi orta sonda dershane parası ödedin, lise 1 ve 2'de zaten sınav kazandım bedava gittim. bi de lise sonda dershane parası verdin, etti iki. millet yıllarca dershaneler, özel hocalar, neler neler yapıyor çocukları için :( sömürüye bak... dedi ki, valla güzelim milletin anası var, babası var. senin tüm masraflarını ben yıllardır tek başıma karşılıyorum. ha git babanı bulursan, ondan iste. verirse git dershaneye seneye. ben bu kadarını yapabiliyorum. kusura bakma.
    diyorum, anne lise mezunu mu kalmamı istiyorsun :( salak madem umursuyorsun, oturup çalışsaydın değil mi... annem diyor ki, hayat senin hayatın. ister lise mezunu kal, ister üniversiteye git. sen bana bunu yaptın ya, artık umrumda bile değilsin.
    araya adam sokuyorum (teyzeler, dede, anneanne, annemin arkadaşları...) yok, evde sürekli yalvarıyorum yok... kızgın, kırgın. çok da haklı. naparsın naparsın... ben bir kapandım odama. uyumuyorum, yemiyorum içmiyorum, ders çalışıyorum. manyak gibi ders çalışıyorum. delirircesine çalışıyorum. arabada sınava giderken bile formülleri ezberlemeye uğraşıyordum.

    neyse sınava girdik, çıktık. ertesi gün sabahın köründe kaldırdı annem. haydi, dedi. işe gidiyorsun.
    beş yıldızlı dev gibi bir otel. yüzlerce müşterisi var. beni de koymuş mu ana restorana komi olarak... housekeepinge koyacakmış aslında da doluymuş. sabah 7'de ordayız, akşam 10'a, 10 buçuğa kadar. annemin isteğiyle her gün mesaideyim. ilk günün sonuna doğru tak diye düşüp bayıldım yorgunluktan, düşün. ben ki gencim, çeviğim, yıllarca basketbol antremanlarında it gibi koşturmuşum ama iş o kadar yorucu ki bünye kaldırmadı. annem bizim şefi tanıyor. ona da tembih etmiş, süründür şunu, diye... adam göz açtırmıyor. günde zaten öğle ve akşam yemeği için toplam 45 dakika falan molamız var. onda da koştur koştur yemekhaneye gidiyorsun, koştur koştur ana restorana dönüyorsun. orada iş bitince şef havuz barına yolluyor, orada bitince çocuk restoranına, orada bitince lobiye... üniversitede de çok işte çalıştım ama o tempoyu bir daha görmedim.

    yemek saatinden önce kumaş peçeteleri katlıyoruz, yüzlerce... masaları yerleştiriyoruz, baharatları dolduruyoruz, tabak, çatal, kaşık, bıçak, bardak düzenlemelerini yapıyoruz, şarap kovalarına buz dolduruyoruz, sandalyelere sapık gibi giysi giydiriyoruz, onlar bitiyor arka tarafa gidiyoruz çatal, bıçak, kaşık, bardak siliyoruz sıcak sudan çıkartıp. müşteriler geliyor, onlara hizmet ediyoruz. votka getir votka getir votka getir... otel ruslara hitap ediyordu da... yazın bağrında, karınca mıyız insan mıyız belli değil. bak ben o günlerden yadigar, topuklu ayakkabıdan tiksiniyorum. görünce tüylerim diken diken oluyor. zorunluydu çünkü. elli derece antalya sıcağında kat kat personel kıyafetini giydirdikleri yetmiyormuş gibi, bir de topuklu ayakkabı giydiriyorlardı. onlar da bir vuruyor bir vuruyor... normalde o tempoya can zor dayanıyor, bir de ayakların acıyor, yara olmuş arkaları, cırt diye kesiveriyor ayakkabı, derin kalkıyor, kanıyor falan... iki hafta sonra artık dayanamadım, arka tarafta yere oturdum ağladım, benim ayaklarım acıyoooo diye. şef dayanamadı da sen babet giyebilirsin dedi, öyle kurtuldum.

    gün geldi çattı. sınav puanları açıklandı. puana bakıyorum tamam, sıralamaya bakıyorum tutuyor. uçuyorum mutluluktan. en yüksek ankara veteriner, onun üzerindeyim. istanbul veteriner zaten tutuyor. ooh diyorum ya tamam bu iş. bu kadar işte. başardım. oldu. normalde olsa bursa'yı da yazıp bırakırdım ama ne olur ne olmaz diye van'a kadar tüm veteriner fakültelerini yazıyorum tercihlere.

    dedim, anne artık gitmeyeyim işe yeaa kazandım ben istanbul'u. hadi bakalım, dedi. umarım öyledir.
    o iş öyle olmadı tabii... yerleştirme sonuçlarına ekrandan baktığım an hala ne dünü, bugün gibi aklımda. van yüzüncü yıl üniversitesi veteriner fakültesi... ulan sınavı kazandık mı, kaybettik mi belli değil... yani ben yine mutluyum bi yerde. otel yok, işten kurtuldum, e istediğim bölüm zaten ne olmuş yani... ama annem oturdu ağladı ya onu unutamıyorum. tebrik de etmedi. ben olsam camdan atardım. onca yıl emek ver, besle büyüt, sınav yılı serserilik yapsın, kaç bin kilometre uzaktaki okulu kazansın... van'a gittik, kaydımı yaptık, yurt açılmamış daha. tadilat mı bitmemiş ne olmuş. annem beni öğretmen evine bıraktı, ertesi gün döndü gitti. van'ı bilmem, insan tanımam... okulun açılmasına bir hafta var. çıktım dışarı. her yer birbirine benziyor. etrafı göreyim diye gezmeye başladım. huylu huyundan vazgeçmez. dışarı çıkış o çıkış... ilk iki yıl doğru düzgün eve girmedim. van merkezin her sokağında anlatmaya değer en az üç anım var. neyse...

    liseden üniversiteye geçilen yazın üzerinden altı yaz geçti. o topuklu ayakkabıların yaptığı yaraların izleri geçmedi. kırmızı kırmızı duruyor hala. basit yara izleri olarak değil, hayatımın dersinin izleri olarak duruyor. bu yüzden, estetik durmasalar da seviyorum galiba. yaz günü de olsa van'da geceler biraz serin. çorap giyerken takıldılar gözüme... bir yerlerde, vaktiyle benim gibi eşek olan bir ergenin anne-babası, abisi, ablası ''ne yapıcaz bu salakla?'' diyorsa, fikir olsun. ben o yaz bir yeri kazanamasaydım bile, burnum kısacık zamanda o kadar sürtmüştü ki bir dahakine boğaziçi tıp falan değil, harvard kesindi. hem de burslu...