hesabın var mı? giriş yap

  • amerikalı joe; 40 yaşında, evli ve bir çocuk babası. eşi ise ev hanımı. joe bir markette kasiyer olarak asgari ücret ile çalışıyor ve 1300 dolar kazanıyor. joe'nun dünyalar tatlısı oğlu jack, babasından bir dizüstü bilgisayar istiyor. joe ise oğluna dönüp oğlum bu ay maaşımı alınca 500 dolar köşeye atarız ve sana dizüstü alabiliriz diyor. sonrasında ise eşine, bir ay zorlanırız ama jack'in yüzü güler, mutlu olur oğlumuz diyor.

    türk mehmet; 40 yaşında, evli ve bir çocuk babası. eşi ise ev hanımı. mehmet bir markette kasiyer olarak asgari ücret ile çalışıyor ve 2400 lira kazanıyor. mehmet'in dünyalar tatlısı oğlu murat, babasından bir dizüstü bilgisayar istiyor. mehmet ise oğluna dönüp oğlum bu ay maaşımı alınca 750 lira köşeye atarız ve sonra bir dahaki ay da aynısı yaparız, sonra yine, sonra yine ve sonra yine derken 10 ayın sonunda sana dizüstü alabiliriz diyor. sonrasında ise eşine, bir yıl zorlanırız ama murat'ın yüzü güler, mutlu olur oğlumuz diyor.

    bu hayatı bir koşu yarışı varsayarsak, amerikalı bizden 10 kat hızlı koşuyor ve üstelik biz daha çabuk yoruluyoruz.

  • sokağa indiğinizde sik gibi kalmaktır. lan milletin bir boktan haberi yok amk kemal kılıçdaroğlu gibi elimde belgeler var modunda dolaşıyorum.

    napcaz bee kamil?

  • yaklaşık bir yıl önce hayalini kurduğum araba a5.sonra dayanamayıp gidip palio aldım.mtv'si düşük, az yakıyor, park yeri sorunuda yok.detaya girmem gerekirse, ön camlar otomatik.dikkat ettiyseniz detayda bile boğmuyor.çokzel.

  • sizin gibi gerizekali cahillere bu isin psikolojik arkaplanini vererek zaman harcayamayacagim, zira eksi sozlukteki her 100 kisiden 99unun ekrana mal mal bakacagina bahse girerim. isiniz gucunuz yok mu be, hcibir seyi bilmediginiz gibi iki kelimeyi bir araya bile getiremiyorsunuz. ozellikle sen, seni izliyorum ne zamandir, resmen hiyar gibi yaziyorsun ya. hayvanogluhayvan. ote yandan hayatima da renk katmiyor degilsin ha, boyle sagin solun belli olmuyor, beklemedigim bir bkz veriyosun ya iste o guzel birsey aslinda. keratalar sizi, hepinizi cok seviyorum.

    [gorundugu gibi ovgu duzmecesini sona saklamak daha etkili, insani pozitif bir ruh haliyle birakiyor]

  • adam belki 650 milyon dolar bulup, 50 milyonunu hacıladı ağalar, hemen salak yaftasını yapıştırmayın. kolombiyalı la o, kayserilinin aklına geleni akıl edemez mi sanıyonuz.

  • vinyl, isminin hakkını çok güzel veren bir diziydi. ancak arkasında mick jagger ve martin scorsese gibi iki dev olmasına rağmen birinci sezonunun ardından düşük izlenme oranları gerekçe gösterilerek iptal edildi.

    ben bu dizi hakkında objektif bir şeyler yazamam. çünkü dizinin konu aldığı her şeyi çok seviyorum. mesela birinci bölümde robert plant 'in genç halini görünce imdb'ye girip 10 puanı yapıştırmıştım. bu gibi cameo'ların üzerine scorsese'nin ustası olduğu çöküş hikayesi mekaniği vardı. ancak dudak uçuklatan bütçesi ve kaliteli oyuncularına rağmen dizi izleyicinin ilgisini çekemedi.

    şimdi bu entry'de eleştiri olarak değil ama izleyicilerin gözünden bakarak dizinin tutmama sebeplerini listeleyeceğim. bilgi olarak film tadındaki pilot bölümü baz aldım o yüzden spoiler ibaresi bırakmıyorum. şimdi, let's go!

    1) çıkmadan düşemezsin: martin scorsese'nin en sevilen filmlerinde benzer hikayeler anlatılır. casino , raging bull yada the wolf of wall street'de genç ve hırslı bir adamın çoğunlukla yasadışı yollar ile hızlı yükselişini ve zirveye ulaştıktan sonra kibiri yüzünden düşmeye başlamasını izleriz. karakterin bütün hikayesine şahit olduğumuz için ister istemez ana karakteri benimseriz. bu dizi ise hikayeye ortadan başlıyor. ilk bölüm başladığında richie finestra'nın sahip olduğu şirket mali olarak iyi bir noktada değil ancak finestra konum olarak kariyerinin zirvesinde.

    bu durum bir filmi ortasından izlemeye başlamışsınız gibi bir his uyandırıyor. bunun yerine liseden yeni mezun, müziksever bir gencin müzik piyasasındaki bir şirkette, giriş seviyesi bir işte çalışmaya başlamasını ve yükselme hikayesini izleseydik izleyici ana karakterle daha kolay bağdaşım kurabilirdi. çünkü bir çoğumuz fotokopi çektik, çok önemli müşterinin önünde kendimizi rezil ettik falan. richie ise daha ilk bölümden özel uçakla gezdiğinden izleyici olarak aranızda bir bağ oluşmuyor.

    2) sence de biraz hızlı gitmiyor muyuz?: müzik tarihine biraz aşina olanlar game of thrones'a taş çıkaracak kadar çok entrikanın döndüğünü biliyordur. ortalık grup arkadaşının kız arkadaşını çalmalardan, şüpheli ölümlerden, aldatmalardan, ayrılıklardan, kovulan menajerlerden geçilmez. bu aslında dizi için bir avantaj ancak dizi bu konulara o kadar hızlı giriyor ki bu konulara aşina olmayan izleyici yarı yolda kalıyor.

    ki dizinin bahsettiği konular herkesin ilgi alanına girmiyor. led zeppelin dinleyen çoğu insan john bonham'ın nasıl öldüğüyle ilgilenmez. dünya çapında başarılı bir müzik adamı olsa da ahmet ertegün'ün ismini bilen sayısı görece azdır. bu nedenle müziği yada dönemi seven izleyici bile işin arka planını bilmediği için bu gibi detaylar arasında kayboluyor.

    3) yeni evren yeni mekanikler: her filmin yada dizinin kendine ait evreni vardır. tutarlılık adına bu kuralları size hissettirir ve bu kurallar içinde kaldığında izleyicide bir gerçekçilik hissi uyandırır. müzik piyasasının da kendine ait kuralları vardır. kimle nasıl konuşulur, hangi rockstar neyi sever, iş nasıl bağlanır, gruplar nasıl kurulur yada dağılır belli bir mekanik içinde ilerler.

    bu evren kurma anı diziyi yapanlar için zordur ancak izleyici için çok keyiflidir. çünkü izleyici bilmediği bir evrene dahil olur ve şekerciye giren çocuk gibi hisseder genelde. bu dizide ise mekanikler kapsayıcı şekilde açıklanmıyor hiç. mesela scorsese filmlerinde gerekli görüldüğünde dördüncü duvar yıkılarak seyirciye içinde bulunduğu evren hakkında açıklama yapılır. bu dizide ise anlatılan mekanikler izleyiciyi yeterince dahil etmiyor evrene. burada sanırım diziyi izleyecek insanların bilgisine güvenilmiş ama bkz: 2. madde

    4) 1600 bpm: gitaristler yada bateristler genelde takıntılıdır böyle şeylere. 400 bpm bateri bazen keyifli olsa da bunun üstünde gitar hızlarında hangi notanın çalındığı pek anlaşılmaz. kısa zamana çok şey sığdırıldığı için siz ne olduğunu çözene kadar riff biter zaten. bu dizi de biraz bu dertten muzdarip. dizinin başındaki insanlara baktığınızda dönem ile ilgili anlatacak çok şeyleri olduğunu anlıyorsunuz ama bu genel bir dağınıklığa neden oluyor.

    ayrıca bu dağınıklık konuların yüzeysel işlenmesine de neden oluyor. evet döneme genel bir bakış atıyorsunuz ama bu bakış mesela stranger things 'in 80'lere attığı bakış kadar detaylı değil. genel atmosfer olarak tabi ki çok başarılı ona bir şey diyen taş olur ama insan hikayenin de aynı şekilde detaylı olmasını istiyor haliyle.

    5) kötü adamlar unutulmaz: scorsese'nin ana karakterlerine bakarsanız birkaçı hariç hepsinin kötü insanlar olduğunu görürsünüz. hepsi egoist, maço, üçkağıtçı ve genelde kadınlara değer vermeyen insanlardır. ancak çok iyi inşa edildikleri için seversiniz bu karakterleri. örneğin joe pesci sert rolleriyle ünlenmiş ve canlandırdığı karakterler izleyiciler tarafından çok sevilmiştir. bu durumda oyuncuların da etkisi var tabi ama anlatılan hikaye ve karakter inşası burada en önemli faktör.

    bu dizide ise birinci maddede bahsettiğim gibi bir inşa mekanizması yok. o yüzden karakterleri direkt olarak en sevilmeyecek halleri ile sunuyorlar size. scorsese trendlerin üstünde bir yönetmen tabi ama bu tip maço, egoist, sert adamların ekrandaki ömrü tükendi biraz. ee tony soprano diye sormayın. çünkü tony soprano kötü bir karakter olsa da bir yandan havuzundaki ördeklerin gitmesine üzülen bir karakterdi. o yüzden çift yönlü anlatıldığı için karakteri seviyordunuz. burada ise sadece belli bir kesime hitap eden şakalar yapan egoist insanlar var sadece. karakterlerin derinine de inilmediği için tony'deki gibi "kusur"ları göremiyorsunuz.

    vinyl güzel bir projeydi aslında. ama biraz keith moon'un the new yardbirds için söylediği şey geçerli. eğer bir süper grup kurmaya çalışırsanız kurşundan yapılma bir zeplin gibi çakılırsınız. keith moon'un bunu söylediği insanlar çakılmadı ama dizi içerdiği ögeleri iyi değerlendiremediği için şuan burada üçüncü sezonu yorumlayamıyorum mesela. bu durum da bize sevdiğimiz her şey bir araya gelse de oranın ve malzemenin kullanılış şeklinin çok daha önemli olduğunu hatırlatıyor sanırım.

  • yine bir cumartesi gecesi ve elbette kingo disco eşliğinde bira içiyoruz. "at gibi kadın" muhabbeti geçti programda, sevdiceğimi şöyle bir süzdüm. "hayırdır ata mı benzettin?" dedi. güldüm ama cevap vermedim. bir süre sonra "çok içtin bu gece." dediğimde söylediği söz şuydu sevgili sözlükçüler, hala unutamıyorum:

    "atın ölümü arpadan olsun."

    bebişim benim.

  • yaklaşık 50 yıllık şalgamcı bir adamın (kendisi tarsus'ta bir efsanedir) torunu, yine yaklaşık 30 yıllık şalgamcı bir adamın oğlu olmamdan dolayı; sanırım tanımını en iyi benim yapabileceğim içecektir.

    doğar doğmaz elime kara havuç vermişler benim. fotoğrafım var. kara havuç dediğim, mor renkli bir havuçtur ve şalgama bordomsu rengini o verir. şalgam ismi ise; bir turp türünden gelir. irice bir turp türü olan şalgam turpu, aslında yemeğin yanında yenen turpa pek benzemez lezzet olarak. şekil olarak da pancara benzer. şalgam kurulurken (mayalanırken) havuçla birlikte biraz da şalgam turpu konulur "reyha" ve lezzet vermesi için. ki verir de.

    bulgurdan yapılmış unumsu bir şeyle mayalanır. asitli olmasının nedeni budur. içine pakmaya da karıştırılabilir.

    şalgam, en iyi tahta fıçıda olur. ayrı bir lezzeti olur ve daha keskin olur. fakat son yıllarda (nerden baksan 10 sene olmuştur gerçi) tahta fıçının sağlıksız olduğu gerekçesiyle devlet tarafından yasaklanılmış ve plastik fıçılara geçiş yapılmıştır. nasıl bir mantıkla böyle bir yasak getirilmiştir aklım almıyor. konuya neresinden bakarsam bakayım, plastik bir fıçının tahta bir fıçıdan daha sağlıklı olabileceği gibi bir savı aklım almıyor. umarım bu yasak bir an önce kalkar ve hem daha sağlıklı, hem de daha lezzetli şalgamlar içeriz.

    içine tül bir bez içinde çok az hardal karıştırılırsa mayalanırken, çok daha lezzetli olur. bu yolla yarışma kazanmışlığı vardır bizimkilerin. zaten o yarışmayı hardal koymadan da kazanmışlardı birçok kez. bir kereliğine de şov yapmak istemişler sanırım. yaptılar da.

    şalgamın içindeki havuca ise "tane" denir. taneli şalgam içmek makbuldür ama tane 4 mevsimde olmaz. sadece yılın belli zamanlarında güzel, lezzetli ve diridir. diğer aylarda ezik büzük olur.

    tüm bilinen kanıların aksine; yüzeyinde sigara külü çırpılmış gibi beyazlıklar bulunduran şalgam; şalgamın iyi mayalandığını gösterir. yani kaliteli olduğunu gösterir. kimi işbilmezler şalgamın bozuk olduğunu sanıp içmezler bu yüzden.

    şalgam soğuk tüketilmelidir. fakat iyi şalgamı ılık da içebilirsiniz. böylece lezzetini daha iyi anlayabilirsiniz. kalite kontrol testleri genelde soğuk şalgamla değil; soğutulmamış şalgamla yapılır. daha doğrusu yapılmalıdır.

    mayalanırken içine turp da konulmuşsa eğer; o turptan muhakkak yiyiniz.

    bir başka önemli mevzu ise; şalgamın acılı mı acısız mı içilmesi gerektiği. nasıl seviyorsanız öyle için. ama eğer acılı seviyorsanız; acının "süs biberinden" yapılmış olduğuna emin olun. kaliteli acının rengi turuncudur. eh hadi biraz sarıya kaçanları da makbuldür. fakat tamamen sarı olanlar süs biberinden yapılmamıştır. içmeyin. tamamen kırmızıya yakın veya çok koyu turuncu olanlar ise süs biberinden değil, pul biberlerden yapılmıştır. onları da içmeyin. gerçek şalgam acısı; kırmızılaşmış taze süs biberinden yapılmalıdır. yapımı oldukça meşakkatli ve zor olduğundan; daha çok pul biberinin kaynatılmasıyla yapılıyor. kolaya kaçıldığı gibi hem sağlıksız, hem de lezzetsiz oluyor. soğan doğramaktan şikayet edenlerin bir de şalgam acısı yapımına şahit olmalarını çok isterdim.

    bir kerede iki bardaktan fazla içmeyin. ishal olursunuz.

    çok önemli bir konu da, şalgam lekesinin geçmediğidir. evet, zor bir lekedir. fakat limon tuzu ile kolayca geçirebilirsiniz. bir miktar limon tuzunu suda eritin. o suyla şalgamın lekelediği bölgeyi iyice silin.

    eğer gerçek bir şalgamseverseniz, doğanay vs. gibi markaların yaptığı şalgam değil. gerçek şalgamı adana, tarsus bölgelerinde pek az yerden içebilirsiniz. şalgam yapmak çok kolaydır. bu yüzden birçok şalgam üreticisi peydah olmuştur. ama iyi şalgam yapmak inanılmaz zor bir iştir. tıpkı şarap yapımı gibi. dolayısıyla pek az kişi adını şalgamla özdeşleştirmiştir. şalgam, perakende olarak satılmamalıdır meyve suları gibi. çünkü yapısı gereği iyi şalgam yapıldığı birkaç gün içinde tüketilmelidir. ve plastik şişelerde saklanmamalıdır. raflarda yer alan markaların yaptığı tam olarak bu.

    şalgam yaparken, "tane" yerken parmaklarınız, dudaklarınız mor bir renk alır. bu mor rengi az önce bahsettiğim limon tuzu ile kolayca geçirebilirsiniz.

    ve ben evimden kilometrelerce uzakta, o mor rengi çok özledim.

    edit:

    (bkz: şalgamcı tacettin)