hesabın var mı? giriş yap

  • tanıdığım devrimci bir öğretmen batman'da şehit edilmiştir. ve tayin isteyip memleketine dönme şansı varken okulunu, öğrencilerini bırakmamak için batman'da kalmışken lojmanının önünde vurulmuştur. köhne ulusalcı devlet ideolojisinin başrol oynadığı öğretmen dediğiniz adamı o devlet yıllarca öğretmen olarak bile görevlendirmemiştir devrimci geçmişi yüzünden.
    siz mi devrimcisiniz adnan öğretmen mi? faşistlik türklere özgü bir özellik değildir. faşist görmek için aynaya bakın.

  • özet: gel sen şuna "varoluşun amaçsızlığı" de, olayı tatlıya bağlayalım.

    başlıktaki "evrende" ifadesinin çok saçma olması(evrenden başka bir yerde varoluş mu var? yoksa mutfaktaki varoluş başka, çamaşırhanedeki varoluş başka, evrende varoluş başka mı?) ve varoluş kelimesinin "var oluş" olarak yanlış yazılması bir tarafa, önce anlam ve amaç kavramlarının birbirinden farklı şeyler olduğunu fark edelim. ki bu konu sorgulandığında anlam ve amaç kavramları sürekli karıştırılıyor. (tdk'dan anlam, anlamak ve amaç kelimelerinin anlamlarına bakın lütfen.)

    eğer bir şey(a) başka bir şeye(b) işaret ediyorsa, bu a'nın mutlaka bir amacı olduğu anlamına gelmiyor. a ile b arasında anlaşılması gereken bir bağlantı olduğu anlamına geliyor. mesela yıllardır yağmur yağmayan bir çöle yağmur yağar ve çölde çiçekler açar. yağmurun yağmasının bir amacı yok, kendisini var eden neden-sonuç zincirinde bir halka sadece. yani yağmur çiçekler açsın diye yağmıyor ancak çiçeklerin açması ile yağmurun yağması arasında bir bağlantı var. işte buna anlam diyoruz. bu bağlantıyı kavradığımızda anlamı çözmüş oluyoruz. tıpkı bir matematik probleminin çözümünü anlamak gibi.

    tabii ki her olayın/olgunun arkasında bir anlam yok. mesela yolda yürüyorsunuz ve önünüzde bir güvercin yere çakılıyor ve orada ölüyor. siz "bunun anlamın ne?" diye düşünerek evrenin, tanrının ya da her ne sikime inanıyorsanız onun, size bir mesaj göndermiş olduğunu zannedebilirsiniz. oysa sadece o güvercin oraya düşerken orada rastgele bulunan birisiniz. sizin orada bulunmanızla güvercinin düşmesi arasında hiçbir bağlantı yok. bağlantı olmadığı için bir anlam da yok.

    aslında amaç ve anlam açısından bir şeyi değerlendiriyorsak dört farklı durum ortaya çıkıyor: 1. amaçsız anlamsız. 2. amaçlı anlamsız. 3. amaçsız anlamlı. 4. amaçlı anlamlı.

    bu dört durum için de örnekler türetilebilir. şimdilik anlam ve amacın farklı şeyler olduğunu anladıysak devam edelim.

    sadede geleyim; evrenin varoluşunun bir amacı yok gençler. hele yaratılışçıların olmasını arzuladıkları gibi ulvi bir amacı kesinlikle yok. çünkü ortada ulvi bir amaç olduğunu gösteren herhangi bir kanıt yok. ki tanrı var olsaydı ve evreni belirli bir amaç için yaratmış olsaydı, anlam açısından yine fark etmezdi. yani anlamın var olup olmaması amaca bağlı değil ve zaten amacı olup da anlamı olmayan tonla şey görebilirsiniz etrafınızda. neden aklıma bu örnek geldi bilmiyorum ama amacı insanları eğlendirmekten başka bir şey olmayan "aşk bu kızılötesi yaralı müzesi hareket edemem" sözlerinin, bir anlamı var mı mesela?*

    yani bir tanrının var olduğunu ve evrenin bir amaç doğrultusunda yaratılmış olduğunu kabul etsek bile, evrenin anlamı açısından bir şey fark etmiyor. çünkü karadelikler, tekillik, dolanıklık, zaman, karanlık enerji, karanlık madde vs. gibi çözülmesi gereken tonla soru halen yerinde duruyor. ve tüm bunların bir amacının olması evrenin ne olduğu sorusunu cevaplamıyor.

    bir şeye anlamsız diyorsak, ortada kavranacak bir şey yok demek isteriz. peki evrenden bahsediyorsak, ortada gerçekten kavranacak bir şey yok mu?

    demek istediğim şey şu ki; evrenin bir amacı yok ama bir anlamı var olabilir. ve eğer bu anlam varsa ve bu anlama ulaşacaksak, önce "neden" sorusunu doğru bir şekilde sormalıyız. yani "neden" sorusunu amaca dönük değil de, sebebe dönük bir şekilde sormaya başlarsak, büyük bir yol katetmiş oluruz diye düşünüyorum. zira "neden" sorusunu doğru bir şekilde sormaya başlarsak, artık bir dedektifin bir cinayeti çözdüğü gibi, geriye doğru iz sürerek bir şeyleri aydınlatmaya başlayabiliriz.

    çünkü bir anlam varsa, önce sebepleri anlamalıyız. atomlardan galaksilere, karanlık enerjiden tekilliğe, dolanıklıktan kütle çekime kadar, evreni var eden her bileşeni, her kuvveti, her gizemi bir bir anlamalı, her birini var eden neden-sonuç ilişkisini çözmeliyiz. [bu arada, bildiğimiz kadarıyla bunu yapabilecek tek canlı insan. zira gece gökyüzüne baktığında gördüğü şeyi anlamlandırabilen, kompleks matematiği kavrayabilen, yıldızların oluşumunu, atomların yapısını, hücre içi aktiviteyi, zihnin kendisini, evreni var eden kuvvetleri veya kısacası "tüm bunları" anlayan/anlayabilecek bilişsel fonksiyonlara sahip olan yegane canlıyız. (zaten bu yüzden insan hayatı kutsaldır. ışidli bir piçin hayatı bile.) ki beynimiz "tüm bunları" anlayabilecek kapasitede de olmayabilir. yani belki de "tüm bunları" anlamlandırmamızı sağlayacak matematiksel derinlikten yoksunuz. belki de bu yüzden felsefeye ve sanata ihtiyaç duyuyoruz. çünkü bir şeyleri açıklamak için matematiğin yetmediği yerde felsefe, felsefenin yetmediği yerde de sanata sığınıyoruz.*(ayrıca (bkz: #64868800)) ]

    nerede kalmıştık. evreni var eden bileşenlerin arkasındaki sebepleri anlamalıyız diyorduk. he işte. "neden" sorusunu doğru bir şekilde sormaya başladıysanız, büyük bir yol katettiniz sayılır. artık evrenin ne olduğunu öğrenmeye başlayabilirsiniz. öğrenmek için hangi yolu tercih edersiniz bilemem ama bence bu noktadan sonra yapacağınız şey meta data toplamak olabilir. okuyacağınız kitapları, izleyeceğiniz belgeselleri, dinleyeceğiniz podcast'leri, takip edeceğiniz siteleri tespit edin. sırf sözlükte bile uzay, evren, karanlık madde, fizik, kuantum fiziği, sicim teorisi, karanlık enerji, dolanıklık vs. gibi konularda çok güzel entry'ler var.

    hatta meta data toplamanıza ilk katkıyı ben sağlayayım;
    (bkz: #63212144)
    (bkz: #64871430)
    bunlara ek olarak lawrence krauss abinin yoktan varolan evren konuşmasını, jim al-khalili abinin "everything and nothing" belgeselini de izleyin.
    ayrıca (bkz: ekşi sözlük entelektüel nefes alma uzamı) diye bir şey var. ona da bir bakın derim.

    bkz verdiğim ilk entry'deki kitap tavsiyeleri fazlasıyla yeterli ama onlara ek olarak bir iki kitap da ben tavsiye edeyim;
    zamanın daha kısa tarihi - stephen hawking & leonard mlodinow (zamanın kısa tarihi'nden daha basit.)
    her şeyin teorisi - stephen hawking
    kozmik bağlantı - carl sagan

    bunlara ek olarak üç kitap daha tavsiye edeceğim. okunması çok kolay kitaplardır ve içlerinde sadece evrenle ilgili değil, evrim, zihin vs. gibi konulara dair çok güzel bilgiler bulabilir, alanında uzman bilim insanlarının çalışmaları hakkında bilgi alabilirsiniz. ted videolarının kitap versiyonları desek yeridir.
    hayat kitabı - eduardo punset & lynn margulis
    üçüncü kültür - john brockman
    kanıtı olmayan gerçekler - john brockman (biraz spekülatif bir kitaptır. ama yeni başlayanlar için beyin fırtınası yapmaya yardımcı olur.)

    son olarak, nerede okuduğumu hatırlayamadığım* bir alıntı yapayım, "varoluşçuluk felsefenin bataklığıdır. bu bataklığa saplanıp kalmaya en iyi iki örnek sartre ve camus'dur. bu iki filozof kendileri bu bataklıktan kurtulamadıkları gibi, fransız felsefesini de bu bataklığa sokmuşlardır. o zamandan beri de fransız felsefesi iflah olmamıştır." minvalinde bir yazıydı. varoluşçuluk gerçekten bir bataklık. evrenin varoluşunun(hatta kendi varoluşumuzun öznel) bir anlamı(ve hatta bir amacı) olsa da olmasa da hayattayız, yaşıyoruz. bu yüzden okuyun, düşünün, araştırın, sorgulayın ama asla bu bataklığa saplanıp kalmayın, varoluşçuluğu hayatınızın merkezine koymayın.

  • geçen yıl aralık ayında bir arkadaşım bana, acil kan aranıyor ilanlarından birini attı. hani hepimizin şu bir yerlerde denk geldiği ve çok da önemsemediği ilanlardan birini. iletişim numarası ve hasta adıyla beraber, çok acil yazısı göze çarpıyor. arıyorum, durumu öğreniyorum. sürekli kana ihtiyaçları varmış. kan bağışı için geleceğimi söylüyorum.

    ertesi gün dersten çıkıp gidiyorum. bu arada protokol numarasını, hasta adını tam olarak öğrenmek ve geldiğimi haber vermek için tekrar arıyorum. babası, bilgileri mesaj atıyor. ama şu an hastanede olmadığını söylüyor. isterseniz bekleyin ben gelince yardımcı olayım diyor. gelmesine gerek olmadığını, bir sorun olursa arayacağımı söylüyorum.

    daha önce kan bağışında bulundum fakat ilk kez belli bir kişiye bağışçı oluyorum. formu doldurup muayeneye giriyorum. kan bağışına engel bir durumum olmadığını öğrenip çıkıyorum. kapının önünde 30'lu yaşlarda biri bekliyor. alperen'in babasıymış. beklerken alperen'in durumunu daha yakından öğreniyorum. 3 yaşında henüz diyor. sürekli kana ihtiyacı var ama bulmakta zorlanıyoruz. sabahtan beri o kadar insanla görüştüm ama kan vermeye gelen sadece siz oldunuz diyor. ne diyeceğimi şaşırıyorum. o esnada sıra bana geliyor, kan vermek için içeri giriyorum. 15-20 dakikadan sonra kan verme işlemi bitiyor. çıkıyorum, babası hala kapıda bekliyor. öyle teşekkür ediyor ki, ne söylesem eksik kalır.

    yurda kadar bırakmayı teklif ediyor, kendim gidebileceğimi söylüyorum. tekrar geçmiş olsun deyip ayrılıyorum hastaneden. ondan sonra tanıdığım tanımadığım kim varsa, sınıftan, fakülteden, arkadaşlarımdan o acil kan aranıyor ilanını gösteriyorum. kan bağışında bulunmaları için konuşuyorum, ikna ediyorum. iki hafta sonunda çabalarım sonuç veriyor ve iki haftada sadece alperen için 10 kişi bağışçı oluyor. birçoğuyla hastaneye ben de gidiyorum. bu arada alperen'in annesiyle ve alperen ile de tanışıyorum. o iki hafta boyunca ne hissettiğimi nasıl tarif edeyim bilmiyorum.

    o günden bu zamana kadar sürekli iletişim halindeyiz. dün itibariyle alperen'in tedavisinde sona gelinmiş. alperen iyileşmiş. artık hastaneye sadece kontrol amaçlı gidecekmiş. babası arayıp haber verdi. nasıl sevindim anlatamam.

    ardından bir video attı. alperen; yüzünde maskesi, gözlerinin içi gülüyor ve gogeziplamakistiyorum ablamı çok seviyorum, özledim diyor. dün geceden beri o videoyu kaç kere izledim bilmiyorum. ne denilir ki, umarım yolun bundan sonra hep iyilik ve güzelliklerle kesişir alperen.

    alperen ile tanışma hikayemiz böyle. biraz uzun oldu ama bir kişinin bile okuyup kan bağışında bulunmasına katkı sağlarsa çok mutlu olurum.

    kan bağışı, organ bağışı, kök hücre bağışı bütün bunlar sizin de bir insanın hayatına dokunmanıza vesile olabilir. bir kişiden ne olur demeyin. lütfen bağışçı olun.

    bunu da aylar önce kan bağışında bulunduğumda yazmışım.
    (bkz: #99311532)

    debe editi: her şey insanları sevmekle başlıyor. içimizdeki iyilik böylece kendine yol buluyor. çok iyi tanıdığınız ya da hiç tanımadığınız biri için bir şeyler yapma, onu mutlu etme isteği böylece baş gösteriyor.

    sevdiği kişiye hediye vermek ve sevdasını haykırmak isteyen seycik'in ricası üzerine paylaşıyorum.

    " seycik'ten muhteşem'e "

  • tabii her şeyde olduğu gibi tüm suç cehapededir. sığır byin ülkeyi yöneten kimse o sorumludur.

    bu başlık kalsın. çomar beyninin nasıl olduğuna dair ibret!

  • ortalama 200 yolcu kapasitesi olan uçakta 10 gram et azaltmayla tasarruf edilebilecek ağılık miktarının sadece 2 kilo olduğu hesaba katıldığında, "ağırlığı 2 kilo azaltıp yakıttan tasarruf ettik diye seviniyorsanız yolculardan uçağa binmeden önce sıçmasını talep edin, her yolcu boarding öncesi ortalama 350 gram sıçsa tam 70 kilo tasarruf edersiniz" dedirten havayolu şirketidir.

  • nereden baksan hırsızlıktır. bu eylemin gerçekleşmesi için esrar içen bir baba ve en az bir çocuk olmak zorundadır. üzeri ejderha oymalarıyla bezeli küçük bir tabakada saklardı babam esrar plakasını. tütün için kullandığı sigaraları ve üzeri yaldızlı arapça harflerle bezeli, şeker ambalajına benzeyen diğer şeyi. ejderhalı tabakayı da başucunda. küçük bir kız için eğlenceliydi babayı esrar pişirirken izlemek. önce gazete kağıtlarına, en son bir jelatine sarar, pişirirdi ocakta. sonra da bir su şişesinin altına koyar, üzerine çıkar, zıplardı. en sevdiğim bölümdü. komik gelirdi. aklım erdiğinde ben mi uzaklaştım yoksa uzaklaştırıldım mı bilmiyorum ama daha az şahit olduğum bir durumdu.
    bilinen gerçek: babam esrarkeş. yani babam esrar diye birşey içiyor. içki gibi... yok, sarhoş olmuyor. hayır, sallanıp yıkılmıyor yere filan. sigara gibi. belki de çok anlatmaya başladığım için uzaklaştırılmış olabilirim. "çaylak her zaman tehlikelidir" derdi babam.

    tam olarak ilkokula başladığım sene gözümün önünden bu görüntüler, burnumun dibinden esrarlı sigaranın dumanı ve genzimdeki yakıcı tadı kaybedilmişti. sanırım yeniden ortaya çıktığında orta ikinci sınıfa başlamıştım. neden hiç esrar içmeyi merak etmedim, neden hiç denemedim, hiç özenmedim, bilmiyorum. belki abartısız, sıradanmış gibi, olduğunca normal bir şekilde önüme sunulduğu içindir, bilmiyorum. belki de tesadüftür. kullanmadım, meraklanmadım. ama... sadece bir kez.. evet, bir tek kez.. babamın kutsal emanetinden bir cigaralık esrar çaldım. sezin abla için. evet. bıçakla çizerek, kırdım ve çaldım. hırsızlık anından yarım saat sonra babam anladı durumu. evde annem, ananem, iki kedi, bir kanarya yaşıyor. kimseye sormamış bile. doğrudan beni çağırdı. kanım dondu. parçamı bile bulamazlar. beni doğrayıp arka bahçeye gömeceğinden emindim.
    "rana... burdan birşey aldın mı?"
    ömrümün yüzbin yılını verdim bu soruyu cevaplamak için.
    "almadım baba!"
    ayağa kalktı. kenarına iliştiğim yatakta eriyip muşambaların üzerine akacağımı sandım. onüç yaşındaydım.
    "doğru, almadın. çünkü çaldın!"
    ağlamaya başladım. korkudan altıma işedim. titriyordum. şimdi bile ellerim titredi yazarken..
    "kime verdiysen, git onu getir buraya.." dedi. arkasını dönüp arka odaya gitti. evden ölü çıkmış gibi bir sessizlik döküldü sofaya. niye yazıyorum bunları. bilmiyorum. ders, anı, hatırat merakı, kendimi deşifre etmek için belki. bilmiyorum. üstümü değiştirdim, ağlamamı kimse kesemiyordu. hıçkırmaktan göğsümün acıdığını hala hatırlıyorum. gidip, sezin abla'yı çağırdım. geldi. esmer bir kızdı. yirmili yaşlarını sürüyordu. bembeyazdı babamla karşılaştığında yüzü. babam ikimizi de karşısına aldı. sezin abla'ya içici mi olduğunu, ne zamandır içtiğini, nedenlerini sordu. sonra beni odadan dışarı çıkardı. onlar gene konuştular. uzun konuştular. sezin abla mutfaktan çıkıp evine gitti. hiçbirimizin yüzüne bakmadı. babam benle konuşmadı. ben günü huzursuz tamamladım. geceyi uykusuz geçirdim. bir bedeli olmalı bunun.

    ertesi gün yemekten sonra babam beni alıp sokağa çıkardı. herhalde dönemeyeceğim kadar uzağa bırakacak, diye düşündüm. arabayla kuruçeşme'ye gittik. sahile park edip, topal ömer'e çay söyledi. sonra uzun uzun anlattı. uzun uzun. dinledim. yeminler ettim. sarıldım. özür diledim. kızmadan konuştu benimle. dedi ki: "korktum... hem de çok korktum. evladımsın. dahası avcuma bırakılmış bir hayatsın sen. nereye koyarsam orda duracaksın ya da yıkılacaksın.. korkuyorum bu sorumluluktan ve seni yanlış yere mi koydum diye soruyorum kendime "

    bugün, benim babamın, doğum günü olacaktı. eğer yaşasaydı. böyle işte..

  • 68 yıldır sıcak çatışma görmemiş bir orduda nasıl oluyor da bu kadar çok subay, bu kadar çok madalyaya sahip olabiliyor?
    tenis oynarken mi aldınız oğlum o madalyaları?

  • içimde kendisinden bir parça bulunan yazar. o parça şöyle diyor;

    ''selamlar. naber.
    bayadır sözlükte yazılanları okuyorum. sayılara baktım. bugün de 3. gün dedim yeter. artık çık bi konuş şu kalabalığa bir iki bir şey söyle. sansasyonel ol. inanın bana 00:00'ı zor bekledim. beklerken uzun uzun düşündüm. dedim acaba neler söylesem de bu arkadaşları ti'ye aldığım meydana çıkmasa...

    benim bi kuzen var 22 yaşında. açıköğretim mezunu. ben de evde öyle takılıyorum finallere çalışıyorum, sözlüğe bakıyorum falan. bu gitmiş pederin fotoğraf makinesını kapmış. peder dediğimde amcam ha. ehe ehe. amcam fotoğrafçı benim. neyse.

    geldi bu dedi ki iki fotoğrafını çekiyim. facebook'a koyarız. olur dedim. kıyafetleri falan giydim. balkonda fotoğraf çektik. açmadı. mahalle'nin yapısı dar. ışık da pek iyi değil. bu arada fotoğrafçılığa hep heves emişimdir ama dslr'lar bok gibi para sıçmayı gerektiriyor. şu saatten sonra makine benim desem de inanmazsınız zaten önceki olaydaki telefondan sonra yemezsiniz sanırım. neyse.

    banyoya geçtik. fayanslardan yansıyan flaş burnumu güzel kapatıyor. saçlar da platin sarısı olunca çok cix fotoğraflar elde ettik. bir kısmını facebook'a koydum. sanırım 21 kişi beğendi. dedim 990 kişide 21 kişi beğensin diye mi çektik fotoğrafları. getirdim koydum ekşibişın'a. bi arkadaş görüp sözlükle paylaşmış. o paylaşmasaydı nolurdu bilmiyorum. sanırım üzülürdüm.

    dışarda mükemmel bir hayat var mottosunu fatih altaylıdan arakladım aslında. yazıklarını okudum biraz gerçek dünya internet şu bu deyince hop diye geliverdi aklıma. hayatınız yok mu sizin lafına az biraz alındınız sanırım du bakalım. ilerde 1-2 fotoğraf daha atar toparlarım. kyk yattı ayın 7'sinde alış-veriş'e gidicem.

    bu arada aklıma gelmişken, sevgi çok önemli bir şey biliyor musunuz ? insanları sevin olur mu ? kendinizi de sevin. ama ihsanı sevmeyin olur mu ? allahın cezası beni bırakıp gitti. ilişki durumu daha değişmedi facebook'ta ama değişecek biliyorum saklıyor benden.

    ~~o değil de şu yazıyı yollarken çok pis çişim geldi. ben işeyip gelene kadar neler yazılır kim bilir. iihihihiihiih çok eğleniyorum yaaa. ıffff hadi kaçtım ben altıma işicem.

    ~~o değil de fotoğraf makinesi kırılır diye korkudan eli ayağı titredi bizim kuzenin. bidahakine coolpix l5 kullanıcaz. yorumları bekliyorum bir de eksıbişın'a yeni server alınabilir mi ? hayır ilgiden çöküyo boşa gidiyo resimler. benim hazırda kyk'dan kalan 110 milyon para var. verebilirim yani.

    ~~ya o değil de ben neden bişın'daki fotoları yoruma kapalı yaptığımı açıklamadan kaçmışım. tüh gördün mü ? kılıfı uyduramadık :/''

  • her ne kadar minibüsçüleri gerçekten sevmesem de haksız bir dayaktır. çocuk yola o kadar kontrolsüz çıkıyor ki orada kim araba kullanıyor olsa o çocuğa çarpardı.

    şoför yine de tecrübeliymiş bence. çocuk tam doğal seçilime kurban gidecekken minibüsçü sayesinde kurtulmuş.

  • bana taa ortaokulda yaşadığım bir olayı hatirlatmistir. en yakın arkadaşımla sahilde yuruyoruz, kapalı yol diye tabir edilen trafiğe kapalı bir yol var, daha önce hiç geçmemişiz ordan ama amaan nolacak diyip devam ediyoruz. aramızda da bisikletli 2 genç çocuk var, bi tanesi bisikletten inip yanımıza geliyo, şuradan geçene kadar sizle yürüycem diyo biz de noluyo acaba derken bi bakiyoruz ki kulustur bi sahinin etrafina toplanmış ipsiz sapsiz bi sürü insan, aşırı korkuyoruz ama caktirmiyoruz, çocuk da uzaklaşana kadar yanımızda sessizce yürüyor, tipler pis pis bakıyorlar bi yandan. sonra da hadi kendinize dikkat edin diyip bisikletine binip gidiyor.

    hala aklimdadir, napardik o çocuk olmasa, ne tür bi travma yaşardık diye.. bir yandan da adamların bize satasmamasi için yanımızda bir erkek olmasi gerekliliği yüzümüze o yaşta çarpıyor.

    bu arada 3 -4 türk kızı bir araya gelince bazen konusu açılıyor, tacize ugramayanina henüz rastlamadim. en el bebek gül bebek buyutulenden de, tam tersi de.

    bir de şu ana kadar minibuste yalnız kalma korkum yoktu, hatta eskiden takside arkaya binmek burnu havadalik gibi geldiği için öne binerdim. ne salakmisim. her dakika yaşamak daha da zorlaşıyor bu ülkede.

    türk kızı diye ağzını açıp pislik kusanlar, yaşadığımız yetistigimiz ortamı da görün lütfen.

  • ilginç diyalogları, olağanüstü fantastik kurgusu ve eşsiz müzikleriyle harika woody allen filmi. ana film bir yandan o içteki filmin kurmaca dünyasını alt üst etmekle uğraşırken, bir yandan da yeni bir kurmaca evrene sürükleyiverdi bizleri..kurmaca bir eser yazmak ne kadar uğraş isteyen bir iş olduğunu bu film de tekrar anımsamış oldum. o içteki filmin olay örgüsü karakterlere nasıl da bağlı..eğer en ufak bir karakter atlamasında, eksilmesinde hikayenin büyüsü nasıl bozulur, daha dağrusu eser nasıl sönük kalır? işte bu soruyu cevaplamama yardımcı oldu diyebilirim bu eser için. sözün kısası, kurmaca dünyasıyla* uğraşanlar için kesinlikle izlenmesi gereken bir film...