hesabın var mı? giriş yap

  • -anne ben arkadaşlarla dışarı çıksam?
    +saat kaç olmuş... olmaz. çıkmasan ölmezsin ama çıksan belki ölürsün.

    -bıdıbıdıbıdı işte oraya gidicez
    +otobüsle gidin
    -niye ki?
    +ya şimdi kaza falan yaparsınız, bilmiyordur belki iyi kullanmayı
    -ama ayarladık her şeyi?
    +olmaz. arabaya binmesen ölmezsin ama binsen belki ölürsün

    +ne yapıyorsun?
    -acıktım ekmek almaya çıkıyorum
    +aa çok geç olmuş gitme
    -ama çok açım
    +gitme sen gitme. aç kalsan ölmezsin ama gitsen belki ölürsün

    -bıdıbıdıbıdı işte eskişehir'de paraşüt kursu veriyorlarmış başvuru yaptım gidic...
    +hayatta olmaz! kesinlikle hayır! kursa katılmasan ölmezsin...
    -ama katılsam belki ölür müyüm anne?
    +ağzını topla salak. o ne biçim laf öyle ölmek falan? allah korusun

  • eminönü çantacılardayım. girdim bir dükkana. bir çantanın fiyatını sordum. bu esnaf insanı 200 küsür bir fiyat söyledi. bende "ya bu internette 80 tl satılıyor" dedim ve gösteri başladı.
    "bi dakika o zaman abi" diyerek hesap makinesini kaptı yalandan bi kaç tuş, sonrasında "saalii abii bunların potu neydi" gibi saçma sapan bir cümle ile kafasındaki denklemde boş bilinmeyeni de doldurdu. ve tekrar hesaplama yaptı. sonra hesap makinesini bana döndürdü ve yazanı gösterip "en son bu olur" dedi. gösterdiğide inanmazsın 80 tl :)

    200 küsürden 80'e hangi hesaplarla geldi, saliabi o ara hangi sihirli sözcüğü söyledi çözemedim :) içimde keşke 40 tl falan deseydim üzüntüsüyle aldım çantayı çıktım.

  • eser yenerler espri algoritması: biri eser’e bir cümle kurar, eser de bu cümleyi soru cümlesi haline getirip espri yaptığı sanar.
    örnek:
    x: abi yakıyorsun
    eser:yakıyor muyum?hahaha
    komik olmayan zatın showu.

  • a tribe called quest'in 91 çıkışlı ikinci albümleri. inanılmaz sampleları içerisinde barındırmasının dışında insan üstü bir musiki yeteneğinin ürünüdür ki dinleyince olamaz,bu yapılamaz dersiniz sıklıkla. busta rhymesın da konuk olarak yer aldığı albümden check the rhime,jazz(we've got) ve scenario olmak üzere üç tane single yayınlamışlardır.müzik endüstrisine geçiren,date rape,hip hopdaki şiddet ve nicesi gibi konuları irdeleyen şarkı sözleri de adeta bir tığ ile müziğe örülmüş gibi karşımızda durur.hem public enemydir hem jazzydir bu albüm.beats that are hard, beats that are funkydir*. hatta çok çok daha fazlasıdır.bütün bir albümdür,birbirinden ayırt edilemez eşsiz tını ve sözlerle doludur. hem otoritelerden hem de gönüllerden her daim tam puanı almıştır,almaya devam edecektir.

  • 1990'lı yılların ortaları neredeyse her rock/metal grubunun en azından bir tane hayranları arasında tartışma yaratan, duraklama albümü denebilecek bir ürün yayınladığı bir dönemdi. 1995'te one hot minute, forbidden, 1996'da load, 1997'de calling all stations, 1998'de virtual xi, snake bite love, diabolus in musica, van halen iii, 1999'da risk, eye ii eye çıktı. bu listenin en önemli üyelerinden 1997 tarihli dream theater albümü falling into infinity. albüm, grubun octavarium ve öncesi dönemde yayınladığı muhteşem albümlerin arasında bir hayal kırıklığı olarak adlandırılır. kötü bir albüm demek imkansız ama neden hayal kırıklığı olarak adlandırıldığını anlamak da zor değil.

    yukarıdaki albümlerin aynı dönemde yayınlanması elbette tesadüf değil. 1980'lerin ortasından 1991'e kadar popülaritede zirve yapan heavy/thrash metal, glam metal'in işi sulandırması ve bu bıkkın esnasında müzik dinleyicilerinin dikkatini çeken ve nirvana'nın başını çektiği grunge akımının insanlara daha gerçek ve samimi gelmesi ile sallantıya girdi. 1990'ların ilk yarısında yukarıda albümlerinin isimlerini verdiğim gruplar, grunge tam olarak zirve yapmadan tutan bir albüm yapıp, son kez bir büyük turne yapmayı başardılar ama 1990'ların ikinci yarısı geldiğinde satması gereken albümler çıkarmak zorundaydılar. dream theater da benzer bir durumdaydı. heavy metalin ana akımda olması metalin progressive rock gibi yan dalların da ana akımda gözükmesine yol açmıştı. 1992 yazında çıkan images and words'ten çıkan pull me under single'ı grubu mtv'ye taşımıştı. 1994'te çıkan awake ise birçok dream theater hayranının favorileri arasına girse de albüm bir önceki kadar satmadı ve ne lie ne the silent man, single olarak başarı kazanabildi. grunge ve brit rock'ın zirve yaptığı dönemde, ana akımın dream theater'a ilgisi yoktu. ama müzik şirketi eastwest para kazanmak zorundaydı. john petrucci daha sonra "plak şirketi baskı yapmadı, biz böyle istedik" dese de portnoy, plak şirketinden baskı gördüklerini söyledi. plak şirketi baskı gösterdi mi göstermedi mi bilinmez ama şarkıların yazımı sırasında plak şirketini mutlu etmek dream theater'ın birincil görevlerindendi.

    yukarıda saydığı albümlerin sahibi grupların çoğunun bir özelliği de bu sallantılı dönemde yaratıcı elemanlarını kaybetmeleriydi. iron maiden bruce dickinson'ı, red hot chili peppers john frusciante'yi, van halen sammy hagar'ı kaybetmişti. dream theater'da da awake albümü kaydedildikten sonra klavyeci kevin moore gruptan ayrıldı. moore, grupta sadece bir klavyeci değildi. hatta klavyeciliğindense ben kendisinin şarkı yazarlığının daha başarılı olduğunu düşünürüm. petrucci, portnoy ve myung da elbette bu konuda hiç kötü değildiler o dönemde. ancak moore'un şarkı yazarlığındaki ustalığı ve ayrılığının zamansızlığı gruba çok zor bir dönem yaşattı. gruba, daha sonra klavyecileri olacak jordan rudess'i almak isteyip alamayınca, bir an önce turneye çıkmaları gerçeğini de göz önünde tutarak, metal dünyası ile ilişkisi pek olmasa da alice cooper ve kiss gibi rock efsaneleri ile çalışmış ve o dönem müsait olan derek sherinian'ı klavyeci olarak aralarına dahil ettiler. derek sherinian albümde oldukça belirgin ve kendisinin çok güzel çaldığı yerler var. ancak klavyeci, şarkılara moore kadar yaratıcı liriksel ve müzikal dokunuşlar yapamadığı gibi, moore'un klavye ile daha eski dt şarkılarına verdiği havayı da veremiyor. ayrıca, jordan rudess kadar virtüöz de değil. bu da albümün klavyelerinin iyi olmasına rağmen bir karakter ortaya koyamamasına neden oluyor. buna rağmen bu yazıda kendisine çok fazla teşekkür okuyacaksınız. yani klavye o kadar ahım şahım olmasa da, bazı şarkılar o kadar tekdüze ki şarkıları kurtaran klavye oluyor.

    bu albümde dream theater'ın üstlerindeki baskıya cevap verme şeklini çok garip buluyorum. sanki dream theater, iki tarz şarkı yapıp albümü hazırlamış gibi. birincisi, "ticari şarkı" amaçlı eserler. bunlar genellikle petrucci'nin kaleminden çıkan hollow years, you not me, take away my pain, anna lee (gerçi bunun sözleri james labrie'ya ait). ikincisi ise "ticari şarkı isteye isteye beni delirttiniz" şarkıları. bunlar da mike portnoy'un kaleminden çıkan new millenium, burning my soul/hell's kitchen ve just let me breathe. geriye kalan lines in the sand ve trial of tears ise bu iki gruptan bağımsız, uzun, epik eserler (peruvian skies'ı ise bir kategoriye yerleştiremedim. birinci ve üçüncü grubun kesişiminde bir yerde sanki). sonuç olarak albüm bir agresif, bir ballad, bir agresif, bir ballad gibi bir düzende ilerliyor. bu da ortaya tutarsız bir durum çıkarmış.

    albümün prodüktörü kevin shirley'nin grubun şarkılarını plak şirketinin istediği bir hale sokmak için çok çaba gösterdiği bilinir. daha sonraki yıllarda maiden albümlerinin değişmez ismi olarak tanıyacağımız shirley, o dönem prodüksiyon hayatına yeni başlamış ve journey, aerosmith gibi popüler rock grupları ile çalışmış biri. bu etki albümde gözüküyor. albümün en agresif şarkıları bile kulağa o kadar sert gelmiyor. balladlar ise çok güzel kaydedilmiş. her enstrüman tadında kullanılmış gibi. mesela, bu albüm portnoy'u deli gibi övmek çok zor. evet, her şarkıda iyi çalıyor ve her şarkıyı ufak tefek numaralarla zenginleştiriyor ama bu albümün olayı portnoy'un davul şov yapması değil. aynı şeyi john petrucci için de söylemek mümkün. grubun, her zamanki dream theater gibi duyulduğu tek eser belki de hell's kitchen adlı enstrümantal. john myung ve sheranian'ı zaman zaman öne çıkarmaktan çekinmemişler. hatta myung'un en iyi duyulduğu dt kaydı bu albüm olabilir. odağı elektro gitar ve davulda çok fazla tutmayıp, bas ve klavyeyi öne çıkarmalarının nedeni grubun metal havasını biraz dengelemek olsa gerek. james labrie'ye gelince ben kendisinin özellikle ballad'larda çok iyi iş çıkardığını düşünüyorum.

    albümün açılışını yapan new millenium, sanki yeni eleman derek sherinian'ı tanıtmak amaçlı, oldukça dream theater kokan bir klavye rifi ile başlıyor ama rifi asıl yazan kişi chapman stick adlı gitarımsı bir enstrümanı çalan john myung. keza kendisi de bu enstrüman ile kısa süre sonra şarkıya katılıyor. bir dream theater şarkısını anlatırken başlangıç noktasının portnoy ya da petrucci olmaması çok ilginç bir durum ama bunun gösterdiği bir şey var ki, en başta da dediğim gibi, çok sert gitarlar ve komplike davullar bilinçli olarak daha kolay dinlenilebilirliği arttırmak amacıyla bu albümden, hele de albümü açan şarkıdan, uzak tutulmuş. petrucci'nin bu şarkının yazımına katkıda bulunmaması da bunun elbet başka bir nedeni. işin ironisi pozitif başlayan sözler bir yerden sonra portnoy'un plak şirketi ile yaşadığı sıkıntılardan beslenmekte. şarkı beni çok rahatsız etmese de şarkıyı, özellikle de bir albüm açılışı olarak, çok güçlü bulmuyorum. intro rifi bütün şarkı boyunca ilerlerken, enstrümantal kısımlar da aynı rifin varyasyonlarından oluşunca şarkı sıkıcı bir hale evriliyor. nakaratı da çok ahım şahım değil. ne sözlerde, ne vokalde, ne enstrümanlarda çok vurucu bir hava alabiliyoru. her şey düzgün çalınmış, söylenmiş, eyvallah. lakin bir şeyler eksik gibi geliyor bana.

    dream theater'ın en tartışmalı şarkılarından birine geliyoruz şimdi: you not me. şarkının hikayesi ilginç. john petrucci'yi şarkıyı "you or me" olarak yazıyor. kevin shirley, albümün bir hit şarkı çıkarmasını gerektiğinin bilincinde olarak, bu şarkıyı ünlü şarkı yazarı desmond child'a dinletebileceğini ve onunla çalışabileceklerini söylüyor. sonra petrucci'yle child beraber şarkıyı albümdeki hale getiriyorlar. tabii portnoy bu duruma deliriyor çünkü dt'nin farklı şarkı yazarlarıyla çalışma gibi bir işin içine girmesini çok ters buluyor. ama "new millenium"da dediği gibi "inanç, kiraları ödemiyor". demoyla karşılaştırıldığında child'in nakaratı elden geçirdiği belli. yeni nakarat bence oldukça "catchy" ama ticari pop müzik ile alakası yok. ama herkes bunu böyle düşünmüyor. çoğu dt fanına göre "dt, davayı sattı" gibi bir durum var. böyle bir durum varsa da child'ın bunda suçu yok çünkü şarkının demosunun havası orijinal şarkının "radio friendly" havasından çok farklı değil. yani böyle bir havayı isteyen petrucci'nin kendisi. kıtalarda kullandığı efektler şarkıyı progressive metalden daha çok 90'lar rock'ına (biraz rage against the machine, biraz nine inch nails) yaklaştırmış. şarkının neden tartışma yarattığını anlasam da benim hoşuma giden bir eser bu. ama "abi dream theater diye bir grup varmış, hangi şarkısını dinlesem?" diye sorsalar bu şarkının adını vermek aklımın ucundan geçmez. dream theater da böyle düşünüyor ki sadece 4 kez çalmışlar konserlerde. desmond child'ı işin içine katmalarına rğamen bu şarkıyı single olarak çıkarmayıp, sadece promo cd şeklinde radyolara göndermeleri de ayrı bir ilginç nokta benim için.

    grubun konserde en az çaldığı fii şarkısından en çok çaldığına geçiyoruz. peruvian skies albümün en sevdiğim eseri. herhalde herkes bu şarkının güzelliğini kabul eder. sözleriyle, müziğiyle, konusuyla bence scenes from a memory'nin ayak seslerini duyuyoruz gibi. peru'da tecavüze uğrayıp dövülen vanessa'nın hikayesini anlatan şarkı, "dream theater, çok duygusuz yeaa" diyenlerin yüzüne yüzüne vurulması gereken bir eser. james labrie'nin vokali şarkıdaki duyguyu çok güzel veriyor. petrucci'nin arpejini de pek seviyorum. grup, zamanında konserlerde bu şarkıya have a cigar ve enter sandman yedirdiği için yorumlarda hep o şarkılara benzetiliyor. bence bu şarkının "have a cigar" ile hiç alakası yok ama petrucci'nin onun standardlarına göre sade ilerleyen solo sonrası hızlanan bölüm cidden enter sandman'i andırmakta. bu bölümü dinlemesini sevsem ve konserde gaza gelmek için önemli bir fırsat olarak görsem de bu gaz kısmın, trajik bir konuyu anlatan şarkının geri kalanı ile pek alakası yok. keşke daha başka bir yol bulup, hem gaz hem hisli olabilselermiş.

    şimdi gelelim grubun tartışma yaratan bir başka eseri hollow years'a. dream theater'ın en pop şarkısı herhalde bu şarkı olsa gerek. john petrucci tarafından plak şirketine bir single vermek amacıyla yazılan şarkı, 1990'ların sonu 2000'lerin başı pop müzik balladlarına çok uyacak bir klasik gitar rifi ile açılıyor. hani "desmond child, sence hangi şarkıya katkıda bulundu?" diye sorsalar bu şarkı derdim. sanki bir anda whitney houston ya da toni braxton şarkı söylemeye başlayacakmış gibi geliyor en başında (mesela - her ne kadar bu şarkıdan üç sene sonra yayınlansa da - could i have your kiss forever bu havadaki şarkılardan biri). ama sözleri aşk meşk konularına neyse ki girmiyor. boşa geçen hayatı anlatan anlamlı sözler yazmışlar. "you not me" için dediğim bu şarkı için de geçerli: dream theater ile alakası yok ama güzel. latin pop kokan gitar rifi bana hep etkileyici gelmiştir. derek'in piyano solosu da yerinde. en çok sevdiğim yeri ise herhalde son nakarattaki "key change" ve tüm grubun şarkıya dahil olması. zaten iyi olan nakaratı daha da coşturmuş. şarkı, albümün tek single'ı olarak yayınlandı ama şarkı hiç ilginç bir şekilde listelere giremedi. halbuki ortalama dinleyici için grubun tek single başarısı pull me under'dan çok ama çok daha uygun bir şarkı bu. artık plak şirketinin mi başarısızlığı bu, yoksa başka bir neden mi var, onu bilemeyeceğim.

    hüzün denizinden burning my soul ile çıkıyoruz. tıpkı "new millenium" gibi klavye ve bas ikilisi ile başlasa da kısa sürede petrucci'nin güçlü rifleri ile birlikte daha sert bir eser dinleyeceğimizi anlıyoruz. new millenium ile başka bir benzerlik de şarkı sözlerinin yine plak şirketi ile yaşanan problemlerden besleniyor olması. ama buna rağmen şarkının, "you or me" ile beraber promo single olarak yayınlanması bir başka ironi. bu da anlaşılabilir aslında çünkü çok komplike bir dream theater şarkısı değil (ama burada derek sherinian'ın oldukça başarılı klavye solosunu atlamamak olmaz, albümdeki en iyi işlerinden biri bu). hatta "burning my soul"da kullanılan vokal efekti ya da talkbox, sanki şarkının nakaratını daha ilgi çekici kılmak için bilinçli eklenmiş gibi çünkü bu tarz efektler normalde dream theater'dan pek duymadığımız şeyler. benim için ortalama bir dream theater şarkısı bu. hatta utanmasam "filler" bile diyebilirim. albümün yapım aşamasını da düşününce sanki grup şarkıyı daha sert ve etkileyici hale sokabilecekken kendini dizginlemiş gibi geliyor bana.

    albümün ilginç tercihlerinden biri "burning my soul"un orijinal halinin ortasında yer alan enstrümantal kısmın şarkıdan ayrılıp, hell's kitchen adlı ayrı bir şarkı haline getirilmesi. bunu prodüktör kevin shirley önermiş. şarkı başladığında burning my soul'un rifini duyabiliyoruz. birinci dakikasından sonra ise bir john petrucci şovuna dönüşüyor şarkı. sonlarına doğru petrucci, portnoy, myung üçlüsünün performansı bu albümde scenes from a memory havası veren bir başka eser. portnoy, her ne kadar yanlış bulsa da, ben şarkının hell's kitchen haline gelmesinden hoşnutum. belki "burning my soul"un orta kısmı olarak kalsa kaybolup giderdi ama ayrı bir şarkı olması ile kendi kimliğini yaratmış.

    hell's kitchen'dan sonra yumuşak bir şekilde geçtiğimiz lines in the sand, albümün en dikkat çeken şarkılarından biri. benim için olmasa bile bir çok hayran için bu eser albümün en iyi şarkısı. bunun da nedenini anlamak mümkün. oldukça cilalı ilerleyen albümde 12 dakikalık süresiyle, sertliği ile, progresifliği ile images and words'e kolayca girebilecek bir şarkı. introsu, derek sheranian'ın gruba bu albümde getirdiği en ciddi kompozisyon. portnoy'un da yardımı ile çok epik bir şekilde açılıyor. sonra da petrucci, şarkıya gerçek anlamda start veriyor. burada da portnoy'un davulu ile aşina olduğumuz dt sound'unu dinleme fırsatına erişiyoruz. kıtalar fena değil ama labrie'nin söylediği sözlerdense, ki sözleri çok tuttuğumu söyleyemem, myung'un basını dinlemeyi tercih ediyorum. nakaratı ilk kez duyuduğumda "oha, john petrucci'nin geri vokaline bak. bu adam bu kadar kaliteli şarkıcı mıydı?" demiştim ama dream theater, çok ender yaptığı şeylerden birini yaparak kings x vokalisti doug pinnick'i burada kullanmış. labrie'nin tiz sesine alışan kulaklar için pinnick'in has rock vokali çok taze geliyor. bütün şarkıyı pinnick'in söylediğini düşünüyorum da besteyi uçururmuş. şarkının solosuna ayrıca değinmek lazım. şarkının geri kalanı ile alakası yok ama çıkan ürün acayip. piyanonun da etkisiyle fazlasıyla caz kokan bir başlangıcın ardından, petrucci alışık olduğumuz tarzına dönüp şovunu yapıyor. gitar solodan sonraki bölüm çok fazla ilgimi çekmiyor açıkçası. ama genel olarak bakıldığında dt'nin albümdeki en parladığı anlarından birisi bu şarkıda bulunmakta.

    take away my pain ile yine daha duygusal sulara yüzüyoruz. ticari başarı kazanmak için özellikle bestelenmiş demek ne kadar doğru olur bilmiyorum çünkü albümün en kişisel sözlerine sahip. petrucci, ölmekte olan babasının son günlerini ve hissettiklerini kağıda ve notalara tüm içtenliğiyle dökmüş. hasta yatağında gazete okuyarak, haberlere yorum yapan (gene kelly'nin ölümü oluyor bu), etrafında üzülerek bakan aile fertlerine hafiften şakayla karışık cevaplar veren bir adamın ve bu sırada babasından sonra ne yapacağını bilemez bir halde olan bir başka adamın hüzünlü hikayesi bu. james labrie yine bir hüznü başarıyla verebilmiş. düzenleme çok sade. çok kolay dinlenebilir bir şarkı. ama bu kolay dinlenebilirlik portnoy'un çok hoşuna gitmiyor ve kevin shirley'i yeni düzenlemenin kötülüğü ile suçluyor. burada portnoy bir miktar haklı. özellikle demosu dinlendiğinde şarkının daha güçlü bir rock balladı olma ihtimali varmış ama bu haliyle şarkı bir radyo hiti haline getirilmiş (ama olmamış). ticari anlamdaki tartışmalar ya da dream theater'a uyup uymaması bir yana, şarkının kendisi pek güçlü.

    portnoy, bu balladdan sonra dayanamayıp bir müzik dünyasına bir tokat daha patlatıyor. bence bu konudaki diğer şarkılara göre daha iyi olan just let me breathe çok gaz bir şekilde başlıyor. tam olarak bir nakaratı olmayan bu şarkı dan dun, pata küte ilerliyor. bu da güzel bir tercih. şarkının ekstradan ilgi çeken yerleri var. mesela "just close your mind, you can find all you need with your eyes" kısmı başka bir şarkıyı bana çok hatırlatıyor ama bir türlü çıkaramadım. genius, bohemian rhapsody'deki "so you think you can stone me and spit in my eye"a benzetmiş ki çok doğru bir benzetme ama benim benzettiğim şarkı o değil. ayrıca shannon hoon ve kurt cobainin adlarının geçmesi şarkının vermek istediği "müzik endüstrisinin müzisyenleri delirtmesi ve onların ölümlerinden kar yapması" hissiyatını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. şarkının biter gibi yapıp bitmemesi de hoş numaralardan bir başkası. dream theater'ın o dönemki ruh halini anlamak için de kulak kabartmak lazım.

    bu sert şarkıdan sonra bir anda vites yine düşüyor ve anna lee'ye geçiyoruz. bilemiyorum. sözleri açısından çok anlamlı. tıpkı peruvian skies'da olduğu gibi bir çocuk istismarı hikayesi dinliyoruz. bir kaç yıl sonra gelecek the spirit carries on gibi yavaş başlayıp, tempoyu arttıran dt şarkılarına selam çakıyor. ama öte yandan da insanın "abi, yetmedi mi bu kadar ballad" diyesi geliyor. hani arada sırada dinlemek için açılır ama albümü baştan sonra dinlerken bu noktada biraz baydığımı söylemem lazım. bir de portnoy'un dediğine göre bu şarkıyı kaydederken bol bol elton john dinlemişler. bu etkiyi şarkıda hissetmemek elde değil. şarkının herhalde en beğendiğim anı introsundaki piyano rifi. yani derek sheranian'a yine bir teşekkür etmek gerekiyor.

    albümü trial of tears ile kapıyoruz. bu albümü kaç kez döndürdüm, bilmiyorum ama o kadar dinlemeden sonra bile trial of tears, ne iyi ne kötü bir etki bıraktı bende. hele ekşisözlük'teki yorumları ve beğenileri okuduğumda hatanın bende olduğunu düşünüyorum. belki de uzun süren bu albümün sonunda hep konsantrasyonumu kaybediyorum. ama "petrucci'nin en hüzünlü solosu" ya da "soloyu dinlerken ağladım" gibi yorumlara akıl sır erdiremiyorum - ki bu albümde bir "lines in the sand" solosu gerçeği varken bu şarkının solosunu bu kadar övmek nedendir bilmiyorum. ama john myung'ın bir insanın iç dünyasını güzelce anlattığı sözleri ve sade ve güzel nakaratı övmek garip kaçmaz. ekşi'de yazmasalardi aklıma gelmezdi ama çok beğendiğim nakaratın ilerleyişinin while my guitar gently weeps'i biraz andirmakta. portnoy'un it's raining bölümünün sonundaki davul atakları çok leziz. onun dışında surprizsiz bir eser.

    grubun peruvian skies'ı konserde çalarken araya have a cigar atması tesadüf değil. have a cigar, müzik dünyası baronlarının sanatçılara nasıl üstten baktığını anlatan en güzel eserlerden biri. dream theater, hem müzik kariyerilerinin başında hem de bu albüm hazırlanırken bu baronların etkisi altında kaldı. bu dönemin ürünü falling into infinity ne isa'ya ne musa'ya yaranabildi. yaşadıkları eleman değişikliği ve yeni kadro içi kimyanın tam olarak oturmaması albümün bu tam olmamışlığını daha da arttırdı. az kalsın falling into infinity ile dream theater defteri kapanıyordu ama rudess ile yeniden doğan grubun sırtını müzikal olarak grubun en önemli şarkılarından biri olan metropolis dayayan ve çok ilginç bir konsepte sahip bir maceraya başlaması grubun tekrardan zirveye dönmesine sebep oldu. çok da iyi oldu.

    bu arada albümün kapağına değinmeden olmaz. pink floyd'un kapaklarından tanıdığımız storm thorgerson'un tasarımı olan bu kapak, grubun awake ve images and words'teki soyut çalışmalardan sonra çok iyi gelmiş. ayrıca birçok şarkıda kullanılan yağmur, deniz, hava gibi sözcüklerin yarattığı havaya cuk oturuyor. yeni öğrendim ki albüm kapağında alıştığımız dream theater logosunun olmaması thorgerson'un istegiymis. yoksa eskiden inandığım gibi grubun müzikal anlamda yaşadığı değişim ile bir ilgisi yokmuş. yine de tabii kapakta bir logo var. lakin bu albümde kullanılan logoyu ise hiç benimseyemedim. scenes from a memory ile sadece orijinal sound'larına değil, orijinal logoya da geri dönmeleri çok iyi bir tercih.

    3/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: take away my pain, just let me breathe, new millenium

  • ankara'nin varos semti. gecekondu kulturunun eski yesilcam filmlerinde ki safligini doya doya yasayan. komsularimizla gece gezmelerine giden, sevinclerine ve acilararina ortak. tam bir turkan soray karesi.
    mahallede 1000 kisi varsa, birbirinin yedi gobek sulalesini tanir. dedesinden torununa kadar.
    neyse;
    bi abimiz vardi. zipkin gibi bir delikanli. mahallenin futbol takiminda oynar. cok acayip bir karizmasi var, mesafeli ama vakur. bir o kadar cana yakin. yediden yetmise, butun mahalleli saygi duyardi.
    yolunu cizdi sonra;
    astsubay oldu. ilk gorev yerine gitti. mahalleye bir dondu ki, anasi babasi gozyaslari icinde karsiladi. piril piril geldi.
    birkac gun icinde bomba patladi.
    falancanin kizina eskiden beri sevdaliymis. kizinda zaten gonlu varmis. kiz ay parcasi. dugun hazirliklari basladi. kimse; bir tek kelime konusmadi.
    - sevmis gencler...
    denildi.
    saygi duyuldu. tertemiz bir a$k bu. civimamis ve kirlenmemis. yillarca birbirlerini beklemisler.
    mustakbel gelin;
    elinin tersiyle itmis, doktorlari ve muhendisleri.
    astsubay;
    daha bir; azimle ugrasmis. elim etmek tutsun, diye.
    dugun kuruldu.
    mahalleli dort bir yandan elbirligi ile yardimci oldu. alnimizin aki ile ciktik bu isin icinden.
    damat, iki hafta kaldi ve gorev yerine doguya gitti.
    vatan topragi derdi. severdi insanlari.
    aradan biraz daha zaman gecti.
    gorev yerlerine giderken, aracin freni patlamis. can havli ile dengsiz bir bicimde aractan atlamis ve boynu kirilmis.
    kara haber tez dustu.
    karalar baglandi, agitlar yakildi.
    acilar kabuk baglamis sonra. zaman en iyi ilac.
    rahmetlinin ailesi, taze geline gitmesini ve yeni bir hayat kurmasini soylemis. olenle olunmeyecegini anlatmis.
    aradan neredeyse;
    yirmi yildan fazla zaman gecti.
    mahalle bozulmus, rant kapisi olmus. gecekondular yikilmis. dostlar dagilmis.
    taze gelin ayrilmamis, rahmetli esinin ailesi ile matem tutuyor.
    gercek aşk bu degil.
    yanlis.
    hayat devam ediyor.
    saplanti bu.
    sevdigim, ben oldukten sonra beklemesin beni boyle. hayat devam ediyor.
    ama;
    o kadar cok ki. boyle hayat hikayeleri.
    turk kizi derken, on dakika dusunmek lazim.

  • msn rüzgarının estiği yıllar. whatsapp portakalda vitamin, facebook var mı emin değilim..
    hatırlarsınız; kanka kız msn'si var mı? sorusunun sorulduğu yıllar.

    oyun_bozan@hotmail.com adresiyle fırtınalar estiriyorum..
    serpil'le tanıştık. fransa'da yaşayan gurbetçi bir ailenin en büyük kızı.
    zalimguzel@hotmail.fr

    bütün gün serpil'le konuşuyorum. yatıyorum serpil, kalkıyorum serpil. 1 ay sonra o malum şarkı patladı..

    "zaaalim, oyunbozaan. sen de, bu büyü de yalan."

    ''yok artık!! böyle tesadüf mü olur?'' dedik ve aşık olduk.
    o zalim, ben oyunbozan..
    o fransa'da, ben türkiye'de..
    ancak her aşk gibi kısa sürdü ve ayrıldık..
    ----------------------

    yıllar geçti. biz büyüdük, msn tarih oldu.. bir gün serpil ekledi facebook'tan ve yine konuşmaya başladık..

    - biliyor musun? türkiye'ye her gelişimde seni aramak istedim ama bir türlü cesaret edemedim. beni unutmuş olmandan korktum..

    + seni unutmak mı? deli misin sen?
    aylarca yazmanı bekledim. fotoğrafına bakıp içtiğim günlerin sayısını ben bile bilmiyorum.
    ne unutması serpil? anahtarlığımda bile senin resmin vardı. eve girerken seni görüyordum, evden çıkarken seni..
    ne unutması??

    bir hafta sonra malum şarkı patladı..
    " eve senle dönüyorsam, evden senle çıkıyorsam, yine de doyamıyorsam, aşksın.."

    birkez daha başladık, hiç ayrılmamak üzere.
    ama nerdee?
    2 hafta geçmeden, savrulduk gittik yine..
    ------------------------

    aylar, yıllar geçti.. sayısız kez sarhoş, sayısız kez aşık oldum. aldattım, aldatıldım. terkettim, terkedildim..
    unuttum, unutuldum..

    bir gece serpil aradı. türkiye'ye gelmiş, çok özlemiş..

    - gitmeden görüşelim, mesela çarşamba akşamı.
    + çarşambaya çok var. ben de çok özledim. yarın akşam görüşelim mi?
    -bugünkü gibi yağmurlu olmazsa olabilir. haberleşiriz..

    yarın, tıpkı dün gibi yağmurluydu.. yine de buluştuk..

    sarıldım, sımsıkı sarıldım.. ilk kez, rüya gibi, yıllar sonra..
    sarıldık, yağmur durdu, ağladık..

    - artık yağmur yağmaz, sarıldım sana..
    + bırakma beni.

    2 hafta sonra malum şarkı patladı..
    " sana sarıldığım an, yağmur duracaktı.. "

    gel de yeniden aşık olma! ömrümün en güzel iki haftasını geçirdim. güldüm, sevdim, sevildim.. bir daha hiç bırakmamak üzere tuttum ellerinden..

    ancak yalnızca 2 hafta sürdü. önce gitti, sonra bitti.. her zamanki gibi..
    -----------------------

    dün yine aradı. haftaya türkiye'de olacakmış ve bu sefer beni almadan gitmeye hiç niyeti yokmuş..

    " gelir misin? " dedi, " hiç düşünmeden. " dedim..

    hazır olun. yeni albüm kapıda..

  • ingiltere ve fransa'dan sonra dönemin en güçlü üçüncü donanmasını kurduğu bilgisi kağıt üzerinde doğrudur lakin birazcık detaylı bakıldığında öyle olmadığı görülür.

    üçüncü donanmadır evet ama bu yalnızca tonaj açısından doğrudur. dünyanın en kalabalık orduları çin/vietnam/kuzey kore/hindistan vb. o halde bu ülkeler en güçlü orduya sahipler demek gibi bir nevi benzetme yaparsak.

    abdülaziz devri dünyada donanma teknolojilerinin dönüşüm geçirdiği yılları kapsıyor. yani eski donanmalar çöp hükmüne geçiyor bu dönüşüm süreci ilerledikçe. haliyle sahip olunan gemi sayısı veya tonajı tek başına bir donanma için ''en güçlü'' sıfatını yansıtmak için çok yanıltıcı olabilecek bir çıkarım.

    nasıl bir donanma devraldı?

    sultan abdülaziz tahta çıktığında sultan abdülmecid döneminden intikal etmiş toplamda 72 parçalık bir donanma mevcuttu. bunların tamamını savaş gemisi olarak düşünmemek gerekir. nakliye ve ticaret gemileri de bu sayıya dahildir. hemen hemem tamamı da aktif bir muharebede kullanılması anlam ifade etmeyecek demode gemilerdir. yani sayısal olarak bir donanma mevcut lakin gerçekte neredeyse yok hükmünde. naziler polonya'ya taarruz ettiğinde alman tanklarının karşısına çıkan polonya süvarileri ne işe yaramışsa, bu donanma da ancak o kadar etkiye sahip olacaktır.

    nasıl bir donanma inşa hedefi vardı?

    gücü nispetinde bölgesel hedefleri gerçekleştirecek ( ege adalarınin korunması, yunanlarla mücadele vb) az maliyetli, küçük ancak işlevsel deniz araçlarından oluşacak bir filo kurmak yerine dünya ölçeğinde hedeflere göre dizayn edilmiş ancak gerçekçi olmayan bir donanma hamleleri yapmis/ yapmaya çalışmıştır. ilk iş olarak abdülmecid devrinden kalan tamamen işlevsiz gemileri hizmet disi bırakmış, bazılarını modernizasyon yaptırarak hizmette bırakmış, bazıları ise aynen hizmete devam ettirmiş, belli oranda da yeni gemi inşası yapılmıştır. nihayetinde abdülmecid devrinden hizmete devam edenlerle birlikte 30'u zırhlı 76 si ahşap olmak üzere 106 parçalık bir donanma oluşturulmuştur.

    neden istenen seviyeye ulaşılamadı?

    a) bütçe yetersizliği

    donanma inşa etmek oldukça maliyetli bir iştir. hem inşa aşaması, hem donanmanin işler halde tutulması için devamlı surette malı kaynağa ihtiyaç vardır. abdülaziz devri de osmanlı'nın parasal anlamda ciddi bir borçlanma içinde olduğu dönem malum. toplam ordu bütçesinin ancak çeyreği nispetinde bir donanma bütçesi ayrılmıştı. ki bu ayrılan bütçe saray masrafları için ayrılan bütçeden daha düşük kalıyordu.

    b) tersanelerin yetersizliği ve kalifiye personel sıkıntısı

    bir donanmanin güçlü olması ve kalabilmesi için yeterli düzeyde tersanelere ve kaliteli ve yeterli sayıda subay ve donanma personeline ihtiyacı vardır. bu bağlamda baktığımızda osmanlı'nın kalbi haliç tersanesiydi. gel gelelim haliç tersanelerinde ne yeni gemi inşa edebilecek ne de mevcut gemilerin tamir/tadilat bakım onarımlarınin devamlılığını sağlayacak kapasitesi yoktu. bu durum sonucunda yeni gemiler başka ülkelerden yüksek maliyetle alınmış ( üstelik bu gemiler cagdaslarindan teknoloji itibariyle hep bir tık geri kalan veya kısa sürede demode hale gelen gemiler olmuştur) dis alım yoluyla alınan gemiler de maalesef tamir/tadilat/ rutin bakim noksanligindan verimli olamamıştır.
    denizci subay yetiştiren bahriye mektebi de en iyi hallerde yalnızca yılda 40 subay mezun edebilmistir ki bu osmanli gibi koca bir ülke için elbette oldukça yetersiz kalmıştır.

    sonuç olarak pek çok hata ve türlü yetersizlikler dolayısıyla eldeki kaynaklar çok yanlış değerlendirilmiş, gene de iyi kötü binbir zahmetle kurulan donanma abdulhamit döneminde tamamen çökmüştür.