hesabın var mı? giriş yap

  • mevlana der ki:
    "aşk; topuklarından etine kadar işlemiş bir nasırdır, ya canın acıya acıya adım atacaksın, ya da canını acıta acıta söküp atacaksın...her iki yolda da, tek bir gercek olacak; canın çok ama çok acıyacak!!"

    karışmayın, dokunmayın, konuşmayın.. susun yanında.. varsın yaşasın acısını...

  • bu olayı desteklemeyen sistemlerde bilgisayarın haşin yollardan kapanmasına ve zarar görmesine yol açar..
    şöyle bir örnek vereyim rahat olsun..
    sizin uyumanız gerekiyor şimdi..
    bende elimde bir sopayla geliyorum..
    çötenk diye indiriyorum kafanıza sopayı..
    tataam.. baygın haldesiniz.. uyuyorsunuz..
    kafaya aldığınız darbenin zararını uyanınca algılayacaksınız..

    işte bu olayı desteklemeyen bilgisayarı öyle langadanak kaparsanız böyle zarar görür alet..
    (bkz: evet)

  • kimileri akabinde hoş bir anıya dönüşen garibanlık durumlarıdır.

    marmara'nın henüz kirlenmemiş ve yazın rahatça girilip yüzülebildiği zamanlarda, yaz tatilinde aileye rica minnet yalvarılıp o zamanlar daha anlamsızca kalabalıklaşmamış çınarcıkta, ben yaşlarda oğulları olan yakınlarımızın yazlığına bir haftalığına gitmek için izin koparılır.
    cebe, gidiş dönüş yol parasından az hallice üç kuruş konulur ve yola çıkılır.

    plan basittir: evin sahibi aile istanbul'a dönecek, biz de 15 yaşlarında üç velet bir hafta evde kalacağızdır.
    en başta her şey güzel gider.
    evde büyükler olmadığı için, yapıp bıraktıkları yemekler acele biter, cepten harcanan para ise, dönüş için ayrılan kısmı dahil olmak üzere üçüncü günde tükenir.
    dördüncü gün, parasızlık ve açlıkla yüzyüze gelinir.
    arka taraftaki tepelere meyve toplamaya gidilir. bir köylü halimize acıyıp bir de koskoca kabak verir bize. biz kabağa bakarız, kabak bize bakar. tamam, kabak tatlısı yapılabilir en nihayetinde, ama aç karnına adamı allah bilir ne eder o kabak tatlısı.
    elde kabak, poşette meyveler tepelerden dönerken, aşırı hızlı giden bir kamyona takılır gözüm.
    elimden sadece "yemek" diye bağırmak gelir. bağırmamla birlikte o koca kamyon, yolun ortasında eğleşen bir tavuk sürüsünün içine dalar. tavuklar sağa sola kaçışır, kamyon fren yapar, ortalık toz duman olur, ardından yolun ortasında yatan o beyaz tavuğu görürüz.
    koşa koşa gideriz yanına. biz oraya varana kadar tavukların sahibi de yola çıkar. adamın hafif bir tiksinti ile baktığı tavuğa biz de bakarız, durup dururken "helal eder misin?" derim. adam, evet şeklinde kafasını sallar.

    tavuğu hemen oracıkta kesip, tüylerini denizde yıkaya yıkaya ayıklarız. akşama ziyafet olur bize.

    ertesi gün, aklıma arkadaşımın babasının sandalı gelir. sabah erkenden balığa çıkarız. amaç, sabahtan o gün bize yetecek kadar istavrit tutup yemeği garantilemektir.
    istavrit tutmanın ne kadar bereketli olabileceğini o gün orada çarşaf gibi denizin ortasındaki sandalda sap gibi ayakta durup çapari sallarken öğrendim ben.
    akşama doğru iki kova ve bir büyük leğeni tepeleme doldurmuş dönerken, fazlasını komşulara mı versek diye tartıştığımızı hatırlıyorum.

    sahile varıp sandalı çektiğimizde ise, yan siteden bir hanım, tüm parasızlığımızı ve açlığımızı unutturacak o inanılmaz soruyu sordu bize: kaç para istavrit evladım?
    o anda beynimizde çakan şimşekleri tahayyül dahi edemezdiniz...

    elime geçen, o bildiğiniz eskiden lokantalarda filan bulunan plastik ekmek sepetini doldurup, 5 lira deyiverdim. balıklar hala canlıydı. (yetmişli yıllarda milyon filan da yoktu)
    ilk satışımızı o hanıma yaptık böylece.
    ertesi gün, ve arkasından bir sürü ertesi gün, sabahın köründe balığa çıkıyorduk. normal çapari 7 iğneli olur. biz üçer çapariyi birleştirip 21 iğneli yapmıştık gelen balığa yetişebilmek için. akşama kendimiz için bir kısmını ayırıp kalanını en yaratıcı yöntemlerle satıyorduk.
    sitelerde misafir gelen evlerin kapılarını çalıyorduk. kimse canlı balığa hayır demiyordu.
    ceplerimizde tomar tomar para ile gezer olmuştuk. çınarcık'ta dondurma ısmarlamadığımız kız kalmamıştı.

    benim bir haftalık tatilim istavrit sayesinde neredeyse bir ay süren vur patlasın, çal oynasın bir tatil oldu bu sayede.

    dönüşte, babasının sandalı olan arkadaşımın on vitesli sarı peugeot yarış bisikletini dahi satın aldım. hayallerimin bisikleti idi.
    eve de, kartal'dan selamiçeşme'ye kadar bisikletle gittim tabi. yarış bisikletiydi hem de.

  • eski bir bankacı olarak beni çok da şaşırtmayan paylaşım. çünkü ben uzun süre çalıştığım kurumlarda özellikle üst yönetimdeki insanların (hemen hemen) insanlıktan çıktığını gözlemledim. altlarına davranışları, acımasızlıkları, kimsenin gözünün yaşına bakmadan insanları ekmeğinden edebiliyor olmaları ve daha pek çok zalimlikleri ben bu insanlarda gördüm. öyle şeyler yaşadım öyle şeyler duydum ki, bir insanın bu raddede insani ve vicdani melekelerini kaybetmesini normal karşılar hale geldim.

    bunlar insan değil arkadaşlar. ork gibi bir şey bunlar. kendileri dışında, onları şu dünyada üzecek hiç bir şey yok. yani belki tam anlatamıyor olabilirim, bu tarz insanları yakından tanımak içlerine girmek lazım tam anlayabilmek için.

  • hayatımızdaki insan sayısı.
    30'lu yaşların başında biri olarak şunu diyebilirim ki yeni bir insan tanımaya ya da hayatımdaki insanların nazını çekmeye pek tahammülüm yok. eskiden kimle plan yapacağımı şaşırırdım, şimdi kendimleyim ve daha mutluyum.