hesabın var mı? giriş yap

  • nasıl ki 1970 tarihli new morning, dylan’ın ağırlaşan şöhretin de etkisiyle dış dünyaya yabancılaştığı, kendine sığındığı bir kilometre taşını temsil ediyor ise onun kariyerinde, oh mercy (1989) de tam tersi şekilde dylan’ın kendine yabancılaştığı bir dönemde ortaya çıkışı ile önem arz eden bir albüm.

    bu muhteşem albümün nasıl bir doğum sancısı içinde çıktığını anlamak için dylan’ın zihnine girmek gerek.

    dylan’ın kendi ağzından verdiği demeçlere, yazdığı anılarına ve gazete röportajlarına inanmak kimi zaman risklidir. çünkü çoğu zaman manipülatif ve kurgusaldır açıklamaları. oh mercy süreci ile ilgili de kendi ağzından oldukça bıçaksırtı bir dönemin profilini çizer dylan.

    anlattığına göre; 80’lerde gerçekleştirdiği başarısız albümlerden sonra şöhretinin dibini görmüştür. tom petty ile turneye çıkmış ve seyirci tepkilerine bakarak kendini adeta bir alt grup gibi hissetmiştir. bu sırada eski yazdığı şarkılara da yabancılaşmıştır. hiçbirini söylemek gelmez içinden, çünkü hiçbir şarkı artık içinde herhangi bir duygu uyandırmamaktadır. duygu uyandırmayan şarkıyı da nasıl söyleyeceğini bilememektedir. şarkı yazmayı neredeyse bırakmış gibidir ve artık müziğe karşı da bir motivasyonu kalmamıştır. emekli olma zamanının geldiğini düşünmektedir.

    çok detaya girmeden vereyim; bu çöküş psikolojisinin sonunda grateful dead ile yapacağı projeye yakın, aklına gelen bir turne fikrinin de etkisiyle kendini hafifçe toparlar, fakat hala bir daha albüm yapmama, şarkı yazmama ve emekli olmuş fikri baskındır.

    evet, dylan’ın kendiyle ilgili söylediği pek az şeye itibar etmeliyiz. fakat bu söylediklerinin doğru olduğuna inanmamızı sağlayacak da koskoca bir 80’ler diskografisi var sanatçının. albümlerin kalitesinin giderek düşüşüne, satış rakamların azalışına, şöhretinin törpülenişine müzik tarihi şahit. dolayısıyla dylan’ın bu ruh halinde olduğuna samimiyetle inanmak için sebeplerimiz var.

    1978’de çıkan benim çok sevdiğim, fakat eleştirmenlerden ve dinleyiciden olumsuz yorumlar alan street legal ile başlayan ve oh mercy ile biten o uzun ve karanlık dönemde yaşadığı sanatsal savruluş emekliliği akla getirmeyecek gibi değildir.

    önce tanrı ile, sonra mark knopfler ile heba ettiği yıllar ve 60’lardan itibaren sound dikte eden bir sanatçıyken, 80’lerin güncel sounduna biat eden bir isme dönüşmesi koskoca bir 10 yıl sürdü dylan’ın. sadece soundunu değil, şarkı yazma büyüsünü de yitirmişti adeta. ara sıra çıkan parlak bir fikri de, karmakarışık prodüksüyonlarda heba etmeyi başarıyordu.

    dylan gibi bir sanaytçıysanız, hayatta en tehlikeli uçurum kendinizle yabancılaşmanızdır. çünkü dylan gibi insanlar çevrelerinden değil, kendilerinden beslenirler. geriye dönüp baktığınızda, gördüğünüz insanın, çaldığınız şarkıların, yazdığınız sözlerin artık ne ifade ettiğini bile anlayamaz hale gelmek korkunç olmalı.

    o günlerde bir gece evine yemeğe gelen bono, kendisine daniel lanois adlı bir prodüktör önerir. dylan ile çok iyi anlaşacaklarını düşündüğünü söyler. dylan, lanois ile new orleans’da bir bir evde stüdyoya girer ve dylan’ın yeniden doğuşu gerçekleşir.

    dylan-lanois birlikteliğinin zirve noktası olarak 1997 yılı mahsulü olan time out of mind gösterilir. hiçbir itirazım yok. gerçkten time out of mind, oh mercy’ye kıyasla daha görkemli bir albümdür. dylan adeta siz giderken ben dönüyordum, herkes ayağa kalsın ceketini iliklesin mesajı vermiştir onunla. fakat o benim için biraz fazla gösterişli bir albümdür. oh mercy’nin içeriği, yalınlığı, sanki damıtılıp dinleyiciye sunulmuş tadı veren tadındalığı ve hepsinden öte insanı tatlı tatlı bir tuzağa çekip kendine hapseden atmosferini time out of mind’a değişmem.

    “tuzak” derken abartılı bir benzetme yapmıyorum. karşımızda kariyerinin en kriptik olmaktan uzak, en anlaşılabilir sözlerinin yer aldığı şarkılarıyla çıkar dylan. man in the long black coat belki bu konuda bir istisna ise de, onun dışında albüme giren 9 şarkıda dylan adeta bir mesajı en yalın haliyle ulaştırmaya çalışmaktadır.

    tıpkı bir kutsal kitap gibi. dinleyen herkesin kendisini anlasın ister sanki dylan. “kutsal kitap” benzetmesini de, bir önceki tuzak benzetmesi kadar dildeki anlamında kullanıyorum. çünkü bu albümün sözlerine baktığınızda dylan adeta vahiy indirmiştir. kendi içinden büyük oranda kurtulup, gördüğü dünyayı dinleyiciye ilahi bir dilde aktarmaya çalışır. kendi içine döndüğü şarkılarda ise, 60’lardaki dylan ile 80’lerdeki kendisi arasındaki iletişimsizliği dert edinir.

    albüm gerçekten de dinleyiciye tuzak kurar, çünkü ilk üç sarkı imge-yoğun olmayan sözleri ile size kucağını hiçbir dylan albümünde olmadığı kadar açarken, şarkı düzenlemelerindeki albümle sırıtmayan (görece) neşeli hava ile kendinizi çok rahat hissedersiniz. siz gevşerken dylan, political world ve everything is broken ile aklınıza girmeye, sizi hipnotize etmeye başlamıştır bile.

    oh mercy’nin dördüncü şarkısı olan ring ther bells’de bu tutumunu sürdürürken, albümün tonu ansızın giderek kararmaya başlar. işte siz ilk üç şarkı ile, içinde ölmek için can atacağınız bir bataklığa dizlerinize kadar saplandığınızı o anda fark edersiniz. son şarkıya kadar albüm giderek karanlıklaşacak ve siz isteseniz bile kendinizi bu albümün büyüsünden kurtaramayacaksınızdır. shooting star ile albüm bittiğinde etraf kapkaranlık olacaktır. ve bu harkulade albüm hatmedilmişcesine o karanlıkta aklınızda dönecek duracaktır.

    dedim ya kutsal bir şeyler vardır bu albümün sözlerinde. “peygamber” referansı sık sık verilen dylan’ın indirdiği mesajıdır belki bu.

    political world ile açılır albüm. erdemin, sevginin, merhametin, arın, barışın ne kadar arka plana itildiğini anlatan bir dünya tasviri yapar sanatçı:

    “politik bir dünya bu
    sevgi edilmiş sersefil
    garip yaşanan bu zamanlar kol geziyor suçlular
    suçun eşgali belli değil

    politik bir dünya bu
    bilgelik tıkılmış hapse
    hücrede çürüyor, yerleri gizleniyor
    izini bulamıyor hiç kimse”

    everything is broken ile tasvire devam eder dylan:

    “kırık eller kırık küreklerde
    kırık anlaşmalar kırık sözlerle
    kırık borular, kırık aygıtlar
    kırık kuralları esneten insanlar
    tazılar uluyor, kurbağalardaysa bir ıslık
    her şey kırık”

    diasease of conceit’te tasvirden insan ruhuna iner:

    “bu gece kırılmış bir dolu kalp var
    kibir hastalığı yüzünden
    bu gece sıkışmış bir dolu kalp var
    kibir hastalığı yüzünden
    odana çat kapı girer
    ruhunu kemirir
    duygularını tüketir
    kontrolünü kaybettirir
    burada yok gizli saklı
    bu kibir hastalığı”

    albüme asıl tonunu veren ring the bells’de dylan artık tasviri bırakıp hidayetin yolunu göstermeye başlar:

    “çal o zilleri aziz peter
    dört rüzgarın kesiştiği yerde
    çal o zilleri vur çanlara var gücünle
    bütün insanlar bilsinler
    paydos saati, evlerine gitsinler de
    ellerini tekerlekli sabandan çekmesinler
    bak güneş batıyor tümden
    kutsal ineğin üzerinden

    çal o zilleri hem körler hem sağırlar için
    çal o zilleri geride bırakılan bizler için
    çal o zilleri seçilmiş azınlık için
    oyun bittiğinde çoğunluğu yargılayacak olan kim
    çal o zilleri uçup giden zaman adına
    ağlayan o çocuğa
    masumiyet yok olduğunda”

    bu “erme” hadisesi aslında dylan ile yakın jenerasyonun bir sanatçısı olan leonard cohen’de de vuku bulacaktır birkaç sene sonra. the future (1992) albümünde o da kendi dünya ve birey tasvirini bu kutsal tonda kelimelere dökecektir.

    oh mercy’ye dönersek; albümün bir de 40’lı yaşlarının sonundaki dylan’ın 20’li yaşlarındaki dylan ile hesaplaştığı, özür dileği, aralarındaki iletişimsizliği vurguladığı şarkılar vardır albümde. dylan’ın stüdyoya girerkenki ruh halinin sağlamasını, bu şarkılarında iz sürerek yapar dinleyici.

    shooting star’da, geçmişteki hedeflerinin sorgulamasını yapar.

    “gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
    ve seni düşündüm
    başka dünyalara gitmeye çalışıyordun
    bilmediğim doğru düzgün
    hep merak etmişimdir aslında
    gitmeye yetti mi gücün
    gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
    ve seni düşündüm

    gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
    ve kendime baktım
    aynı mıyım hala diye
    senin olmamı istediğin gibi biri hiç olamadım
    kaçırdım mı göstergeleri, aştım mı çizgiyi
    soracak başka birini bulamadım
    gördüm, bir yıldız kaydı bu gece
    ve kendime baktım.”

    what was it you wanted’de iş, gençliği ile uzak düşmenin getirdiği hayalkırıklığının tetiklediği bir hesaplaşmaya doğru evrilir:

    “neydi senin o istediğin
    kaydını tutamadığım
    sen aynı kişi misin?
    önceden hatırladığım
    önemli bir şey mi?
    belki de değildi
    neydi senin o istediğin?
    tekrar et, unuttum gitti
    her ne idiyse istediğin
    ne olabilirdi ki
    bende bulabileceğini
    sana biri mi söyledi
    insanın içinden gelen bir şey mi bu
    kolay mı söylemesi
    neden istiyorsun sen bunu
    sen kimsin, tanıt önce kendini.”

    oh mercy baştan sona kusursuz bir albüm. daniel lanois müzik dünyasına dylan’ı yeniden armağan etmiştir, onu içine düştüğü o kör kuyudan çıkarmıştır desek yeri var. dylan konsatre olmuş, harika şarkılar yazmış, lanois de o şarkıları içinde ne bir fazla, ne bir eksik enstrüman yer alacak şekilde kaydedip, şarkılara olağanüstü bir atmosfer içinde nefes üflemiştir.

    kayıtlar esnasında albüme girmeyi başaramayan iki şarkı var: series of dreams ve dignity. girememelerinin sebebi, albümün tonuna uygun bir düzenlemelerine ulaşılamamış olmasıdır.

    her iki şarkı da daha sonraki bootleg serilerinde yer almıştır farklı versiyonları ile. hatta dignity mtv unplugged konserinde de görücüye çıkmıştır. fakat benim o şarkı için tercihim, bootleglerde yer alan, dylan’ın sadece piyano eşliğinde söylediği versiyonudur.

    oh mercy günün sonunda çok büyük bir ticari başarı kazanmadı. ancak altın plak alacak kadar sattı. fakat dylan albümü çok sevdi, ilerleyen yıllarda da konserlerinde sık sık bu albümden şarkılar çaldı.

    not: şarkı sözlerinin çevirileri burcu uğuz/ bob dylan sözler/kara plak yayınları

  • kayıp yazar olduğum günlerde, tuvalette oturmuş çamaşır makinesinin üzerindeki orkid paketinin üzerindeki yazıları okurken aklıma geldi.

    prehistorik dönem kadınlarının regl çilesi, insanları hayatlarından soğutan çok beter bir şey olmalı. isa'nın çilesinden eski, kanlı, sancılı ve zorlu bir süreç... bu çile, doğal seleksiyonun insan ırkını mükemmelleştirmesi için de bir adımdır bence.

    düşünsene, mağaralarda yaşıyorsun... hijyenik ped diye bir olay yok. onu geçtim hijyenik hiçbişey yok zaten. mikrop kapmaya müsaitsin. kan kokuyorsun, vahşi hayvanları bulunduğun bölgeye çekiyorsun...

    hadi hepsini geçtim... majezik yok lan!!! majezik olmadan olur mu? olmaz! çikolata yok, sıcak su torbası yok...

    iyi ki bu dönemde doğmuşum.

  • keşke sevdiğim bir adam olsa da yapsam dediğimdir.

    bir kadın sevdiği adama yemek yapmayı bir ağırlık bir yük olarak görüyorsa, bir adam sevdiği kadına yardım etmeyi hayatından almak, zamanından çalmak olarak görüyorsa bitmişiz biz.

    ne kadar bitkin olursam olayım sevdiğim bir insana yemek yapmak benim iş stresimi alır, yorgunluğumu unutturur. özellikle o kişi yemeği beğendiğini söylediği an, işte o an dünyalar benim olur.

    ve bunu erkeğe hizmetçilik olarak görmem. paylaşmaktır bu, sevdiğim adam da eminim ev içinde bir şeylere ortak olmuştur. o da birşeyler yapıyordur.

    zaten sevdiğiniz adama yemek yapmak batmaya başladıysa siz bir düşünün derim o ilişkiyi. helvasını yemeye az kalmış belli ki!!!

  • "bütün kızlar toplandık" yanlış mesela. sanki yarım kızlar değil de vücudunda eksik parça olmayanlar toplanmış gibi oluyor.

    - bütün karpuzu tek başına yemiş.
    - tarladaki tüm karpuzlar çürümüş.

  • kış aylarında sokakta müzik yapan insanların hem ellerini hem de içini ısıtabilecek, onları motive edip işlerini keyifle yapmalarına katkı sağlayacak, bahşiş bırakmaktan daha anlamlı, güzel bir davranış.

    kalabalık bir caddenin kaldırımlarında müzik yapıyorum. güneş yolu ısıtsa da kaldırımlar hep gölgede kalıyor. ben de soğuğa çözüm olarak parmak uçları kesik eldivenlerimi giyerek yapıyorum müziğimi. tabi bu önlemim kısa bir süreliğine soğuğu engelliyor.

    bir dükkanın önünde yine bir gün müziğimi yaparken, dükkan sahibi yanıma gelip ''kolay gelsin'' dedi. teşekkür etme anlamında gülümseyip başımı salladım. adam geri içeri girip, yaklaşık 2 dakika sonra geri yanıma geldi. elindeki kupayı yanıma bırakıp ''için ısınsın, hava çok soğuk'' dedi ve geri dükkanına girdi.

    hala güzel insanların olduğuna inandım.

  • el yumrugu yemedigi icin kendininkini balyoz zanneden bi cocuk taparin dehsete dusurucu ifadeleri..

    bir psk olarak hicbir zaman cocugunuzu salin cayira sigir gibi buyusun seklinde bir "ozgurluk” ogutu vermedim..

    siz baskalarinin ozgurlugune tecavuz etmediginiz surece ozgursunuz.. bu is hak ihlallerine girerse o zaman bal gibi de haksizsin..

    cocuguna adap edep ogreteceksin.. sen elinden geldigince o cocugu birlikte yasanabilir, topluma entegre bir birey haline getireceksin; digerleri de sana tolerans gosterecek..

    ama yok sen cocugu salacaksin koridora, bi o yana bi bu yana parmak atacak cocuk ve sen de diyeceksin ki ne olacak canim cocuktur..

    baskalarindan bekledigin bu toleransi, madem ki cok elit ve dusunceli birisin sen rahatsiz olanlara gostereceksin sigir..

    bi de demis ki bir yumrukta yere sererdim bilmem ne.. borbo klavyeli seni

    edit: “anne baba olma ayricaligiyla henuz tanisamamis” seklindeki ifadesiyle de ztn ne kadar bos bir kibre sahip oldugunu anliyoruz bu adamin.. ulan kirpinin de inegin de atin da kedinin kopegin de yavrusu var.. dogada herkesin ilk yaptigi isi buyuk bir esermis zannetmen ne buyuk bir sigliktir ya.. ne oldu yani? dunyada ureme problemi vardi da 7 milyar insandan bir siz mi üremeyi basardiniz? madalya taktilar mi? bi plaket falan?