hesabın var mı? giriş yap

  • bugün itibariyle galatasaray'da efsane statüsüne ulaşmış olan altın portakal. ulan 3 yıl önce kim inanırdı bu adamın galatasaray'a gelip fener ağlama diye şarkı söyleyeceğine asdfghjkasds.

  • uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşı aradım, bir sigorta şirketinde çalıştığını bildiğimden aramızda geçen konuşmanın fitilini verdim, şöyle:
    - beyefendi ben çükümü sigortalatmak istiyorum, fakat paha biçemiyorum.
    - biz biçeriz efendim, zaten 200 gram et parçası, fazla prim ödemezsiniz.
    - peki, başına birşey gelirse, siz yenisini takıyor musunuz?
    - yenisini takıyoruz efendim, fakat aynı yere değil.
    - orrozbuçocuuuuuu!!!
    (gülüşmeler)

  • "hangisi daha kötü olurdu; bir canavar olarak yaşamak mı, yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi?"
    her karesi ile hatırlanacak bu filmin unutulmayacak repliği.

    shutter island dennis lehane'nin romanından senarist laeta kalogridis tarafından uyarlanmış 2010 yapımı bir martin scorsese filmi.

    bu yorum başından sonuna kadar spoiler içerir, bunu baştan söylemiş olayım.
    filmin olağanüstü bir matematiği olduğunu, ancak sonuna geldiğinizde başıyla doğru ilişkiler kurabileceğinizi ve sürprizlere açık olmanız gerektiğini de hemen belirteyim.
    neden dedektifi deniz tutmuştu, neden "su işte, çok fazla su " diyerek kendini toparlamaya çalışıyordu, neden karşılayanlar ellerinde silahlar, tetikte ve tedirgindiler, neden bahçedeki her hasta dedektife selam verip tanıyormuş gibi gülümsüyordu; o sırada verdiğiniz bütün cevaplar yanlıştı.. hepsini sonunda anlamlandıracaksınız.

    hikâye 1954 yılında geçer. bir polis dedektifi (orjinalinde u.s marshal) edward/ "tedy" daniels çok sevdiği eşini vurmuştur. çünkü eşi (michelle williams) 3 çocuğunu öldürmüş, tedy eve geldiğinde gülücükler içinde "bak ne güzeller değil mi, hadi sofraya oturtalım " diyecek kadar hastadır.
    vicdan azabı ve suçluluk duygusu öyle korkunç bir noktaya ulaşır ki, dedektifin gerçekle bağı kopar, hayali kişiler ve kimlikler yaratır. mahkeme tarafından tedavi olmak üzere zindan adası'na gönderilir. her tarafı koyu gri sarp kayalık olan bu ada'dan kaçış imkânsızdır. anlaşıldığına göre, zeki olduğundan ve bir kimliğinden diğerine geçiş yaptığından doktorlarla arasında bir kedi fare oyunu yaşanmıştır.
    sonunda bir mizansen hazırlanır. dedektifin eşinin profilindeki bir hastanın kaçtığı ihbarı üzerine hastamız, dedektif tedy daniels olarak yanında hiç tanımadığı, o güne kadar birlikte çalışmadığı yardımcısı chuck'la(mark ruffalo) adaya ayak basar.

    "disosiyatif durumların en uç ve şiddetli şekli olan çoğul kişilik bozukluğunda kişi, birden çok kimlik veya kişiliğe sahiptir. her kişiliğin bir adı, yaşı, anıları ve kendine özgü davranışları vardır. bu kişilik ya da kimlikler birbirini tanımazlar, birbirlerinden habersizdirler."
    bir uzman böyle söylüyor.
    psikolojide multiple personality (çoklu kişilik bozukluğu), büyük travmalar sonucunda ortaya çıkan ve zihnin bölünmesi ile sonuçlanan kişilik bozukluğu.
    tedy daniels ilk travmasını 2. dünya savaşı sırasında yaşamıştı. sonra evine geldiği bir gün eşine "neden ıslaksın bebeğim?" diye sorduğunda. bu soru ve kadın rüyalarından hiç çıkmayacak, gözünün önünden gitmeyecek.

    shutter island'daki ashecliffe hastanesi tehlikeli akıl hastalarına hizmet veren bir kompleks; yetkin doktorlara, donanıma, katı kurallara sahip.
    uygun bulunanlara gözden girilen veya beynin açılması suretiyle lobotomi uygulanıyor. "arıza" yapan sinirler çıkarılarak insanın huzurunu bozan anıları yok ediliyor. doktorlara göre hasta rahatlıyor, sakinleşiyor fakat hayalete dönüşüyor. sessiz, sarsak bir hayalet.
    soğuk savaş yılları sürerken, ajanların yakalandığında konuşmalarını engellemek için yürütülen bu proje hastaların denek olarak kullanılmasından başka bir amaca hizmet etmiyor.
    anıları olmayan dolayısıyla işkence altında bile anlatacak bir şeyi olmayan hayaletler..
    yıllar içinde yüzlerce deney, yüzlerce ameliyat..
    acı veren anıları unutmak insanoğlunun en büyük arzularından.. fakat bedeli bu. aslında travmaların bedeli..
    nazi artığı alman doktor "travma sözcüğü yunanca yara demek, almanca rüya.." demişti..

    dedektifle tıbbi ekip arasında oldukça gerilimli birkaç gün geçer. fırtına, rüzgar, yağmurun oluşturduğu karanlık distopik bir atmosferde dedektif, birbirine karışan hayaller, gerçekler, rüyalar ve özellikle ölmüş sevdiklerinin hayali ile oldukça zor anlar geçirir. ekip tarafından kafası karıştırılmak suretiyle sürekli sınanır.
    sonunda doktor cawley(ben kingsley) tüm itirazlarına rağmen onu tıbbi sicili ile yüzleştirir. kendisi bir süredir dedektif değildir, adaya birlikte geldiği yardımcısı, yardımcısı değil, 2 yıldır ondan sorumlu olan doktordur. adaya geldiği andan itibaren tüm çalışanların içinde olduğu bir tiyatro oynanmıştır.
    kişiliklerinin, eşine uygun bulduğu kişiliklerin, isimlerinin çözümlenmesi yapılmıştır.
    2 yıl boyunca kendisine düzenli ilaç tedavisi uygulanmış, tam düzeldi sanırken başa dönülmüştür. öyle der, doktor müdür cawley..
    bu son şansıdır. yoksa lobotomi uygulanacaktır.
    çözülür tedy daniels, mesele kendini affedemiyor oluşudur. dediğine göre, eşinin hastalığını görmezden gelmiş, tedavisini yaptırmamıştır. bu yüzden eşinin de çocuklarının da katili odur.
    tedy yaşadıklarıyla ve yüzleştikleriyle yaşayamayacağını anlar, yardımcısına/doktoruna girişteki cümleyi söyler ve son derece aklı başında olarak ama hasta taklidi yaparak kendi sonuna doğru, hayalete dönüşmek üzere direnmeden yürür.
    kendisine verdiği hem ceza hem ödüldür bu..

    shutter island sıradan bir gerilim filminin çok ötesinde, insan psikolojisinin gizemli dehlizlerinde yolculuktur.
    akıl hastalıklarının ardındaki insanın dayanma gücünü aşan travmatik deneyimlere; 2. dünya savaşı'na katılan askerlerden başlayarak, abd'nin özellikle vietnam, ırak, afganistan savaşlarından sonra yüksek sesle dile getirilen tssb ve ayrıca bipolar bozukluk, alkolizm, mp gibi muhtelif hastalıklara hatta uygulanmış tedavi yöntemlerine bir projektör tutar.

    shutter island efsane oyunculukları, hüznü, ürkütücü atmosferi ile seyredeni etkisi altına alan ve kolay unutmayacak bir film.

    her karaktere uygun olmayan bir fiziğe sahip leonardo di caprio'nun bu çok zor rolün üstesinden yüzünün akıyla çıktığını söylemek gerek.
    mark ruffalo, ben kingsley, michelle williams, emily mortimer, patricia clarkson ve küçük yan rollerdekiler bile çok başarılı oyunculuk çıkarmışlar.
    çekimleri peddock adası, whittenton kayalıkları, wilson dağı gibi gerçek mekânlarda yapılan filmin izleyici üzerinde yarattığı o ürpertici etkiyi mekân seçimindeki başarı kadar görüntü yönetmeni robert richardson'a borçluyuz.
    fakat krzysztof penderecki'nin no. 3: passacaglia – allegro moderato'su olmasa ne richardson ne de mekân o sinir bozucu etkiyi yaratmakta bu kadar başarılı olabilirdi.
    filmin "hoş geldiniz!" diyen soundtrack'i nasıl bir film izleyeceğinizin işareti..
    birbirinden güzel tüm müzikleri, passacaglia dahil, scorsese'nin uzun süredir çalıştığı robbie robertson tarafından seçildi.

    anladığım kadarıyla, shutter island eleştirmenler tarafından beğenilmedi. fakat izleyenler tarafından çok beğenildi. scorsese'nin en çok gişe hasılatı yapan bu 2. filmi, martin scorsese ve leonardo di caprio'nun ödül almayan tek işbirliği olarak sinema tarihine geçti.

  • benimkisi şöyle birşeymiş. anladığım kadarıyla, hayat 1.5 yaşındayken hiç de fena değilmiş benim için.

    büdüt: böyle güzel tepkiler geleceğini tahmin etmiyordum, teşekkürler a dostlar. soranlar için söylemiş olayım, avşa adası'nda olmuş bu komik olay. :)

  • --şimdi cevaba geçelim.--

    --yanlış sorulmuş bir sorudur.
    çünkü yer çekimi olmadan kütle var olamaz. kütle oluşturan madde, devam eden varlığını sürdürebilmek için yerçekimi olarak adlandırdığımız fenomene bağlıdır.
    yerçekimi; kütlenin uzay zamanı bükmesi ile oluşur.

    --aniden yer çekimi "kapalı" olsaydı hayat olurmuydu?
    cevap: hâlâ hayır.

    bunun nedeni, her şeyin uçup gideceğinden değil, çünkü maddeyi bir arada tutacak yerçekimi olmayacaktı. yerçekimi, uzay-zaman özelliğidir. yerçekimini "kapatmak" için tek yol evreni yok etmektir.

    --astronotlarımız ve diğer birçok canlılar, mikrogravite ortamında uzayda hayatta kalıyor. kuramsal olarak bir astronot sınırsız olarak hayatta kalabilir.
    bununla birlikte, eğer yeryüzünün'de yer çekimi olmadan hayatın gelişip gelişmeyeceğini soruyorsan.hayır diyebilirim... yerçekimi, yıldızları bir araya getiren atomlardan sorumlu. yerçekimi, gezegenlerin atomlarını birleştirerek yaşam için bir yer yaratıcıdır.

    -- yani yerçekimi kütlenin (maddenin) bir ürünüdür. eğer kütleniz varsa yerçekiminiz var. yer çekimi yok = kütle yok. kütle yok = gezegen yok.

    --yer çekimi olmayan herhangi bir gezegen var mı??
    bazı belirli bölgelerde yerçekimi olmadan bir gezegen elde etmek mümkündür. etrafındaki gezegenin açısal hızı kendi ekseni ise, santrifüj kuvveti uygulayacak kadar büyükse, belirli bir bölgedeki yerçekimi etkisini tam olarak karşılayacak kadar güçlü olur. (ekvator düzleminde gerekli açısal hız en az olmalı, ekvator dışındaki herhangi bir yerde santrifüj kuvveti, o bölgedeki yerçekimi kuvvetinden daha büyük olacağı için, merkez kuvvete karşı koymak için daha büyük açısal hıza ihtiyaç duyar ve gezegende önemli etkilere neden olur).

    doğrudan söylemek gerekirse, sıfır yer çekimi olan bir gezegene sahip olamazsınız, ancak gezegenin bazı bölgelerinde nesnelerin yüzdüğü bir gezegen bulabilirsiniz.

  • *bazen her şey yoluna girecekmiş gibi oluyor. sonra bi' bakıyorum meğerse yol bana girmiş.

    *anneannem hacca gittiğinde free shop'tan absinthe istemiştim, aramış ama bulamamış canım benim.

    *bekârlık sultanlıksa benimki imparatorluk oldu. artık fetret devri yaşamak istiyorum.

    *dün gece hiç tanımadığım bir kertenkeleye sırf ejderhaya benziyor diye usulca sokulup merhaba dedim.

    *ilkokulda seçimle sınıf başkanlığına geldikten sonra tüm sınıfı ayaklandırdığım için başkanlık elimden alınmıştı. 10 yaşımda darbe gördüm. sonrasında sınıfın güneydoğusuna sürülmüştüm.

    *saçımı vikingler gibi örgülü, rastalı, kazıtmalı yapayım ama apaçi muamelesi görmeyeyim istiyorum. saygı istiyorum. toplum buna hazır olsun istiyorum.

    *o kadar çok hastalığım var ki hâlâ yaşıyor olmam da ne bileyim biraz şov bence.

    *en yakışıklı harf e, en güzel harf g, 8'ler siyah, cumalar yeşil ve do notası portakal çiçeği gibi kokuyor.

    *evden çıkmaya alerjim var. güneş ışığı tenime değince kaşınıyorum, insan görünce böcek görmüş gibi huylanıyorum, sokakta bütün bir çin nüfusu üstüme yürüyormuş gibi geliyor.

    *bana bebekken ninni yerine megadeth, slayer falan dinletmişler bu asiliğin başka bi' açıklaması olamaz.

    *sanki kader ağlarını örerken sıra bana gelince ip bitmiş de düğüm yapıp bırakmış gibi bi' hayatım var.

    *bundan sonra bana sayın fazlaejderhasiolanvarmi diyeceksiniz. çünkü ssg entry'mi favorilemiş.*

  • la şu kurla ilgili anlamadığım şeylerden biri, tırtın teki mutlaka çıkıp "yaa çük kadar paranızla dolar almışsınız zil takıp oynuyosunuz" diye mutlaka muhalefet ediyor.

    hacı, kaç paramız olması lazım lan 1.90'dan 2.65'e gelmiş kurdan kar etmek için..
    bana desene bi..

    lan adamın 10.000 doları bile olsa, 7.500 lira kar etti demektir olm..
    yani bu para bana göre oldukça büyük de, sen ayakkabı kutusundan falan pay mı aldın da küçük görüyosun?

    bi sktirin lan..
    gidin hastası olduğunuz partiye yamanmaya çalışın gemi batarken, belki acıyıp ip falan atarlar..

    ha bi de eklemeden edemeyecem..
    sen gidip, kurun böyle ski tutmasını sağlayana çatacağına, 3 kuruş parasını değer kaybeden liraya karşı güvenceye alıp keyfi kaçmayan adama sataşıyosun ya..
    bildiğin 3 maymunu oynuyosun.
    gidip çıkışsana gücün yetiyorsa "mna koydunuz paranın ekmek alamayacak halk" diye..

    yok ama, anca "para değer kaybediyo hala seviniyosunuz!1!1!1"
    adam maaşını yemiyo harcamıyo, kendini garantiye alıyo..
    sana mı kaldı?

    olmazsa olmaz edit: 6 yıl evvel cüzdanı yeni aldığımda, uğur getirsin diye döviz bürosundan aldığım 1 doları araya sıkıştırmıştım.

    nerden baksan %70 kar ettim..

  • bir elmas örneği ile açıklamak gerekirse;

    kömürle kaplıyken çok da değerli gibi görünmez. hoyratça kullanılabilir ya da fırlatılabilir. sıradandır, elinize ilk aldığınız an samimi olabilirsiniz çünkü gündelik bir değeri vardır ve kendiniz olabilirsiniz. sizi beğenmesini, istemesini ya da sizde kalmasını arzulamazsınız. oysa işlenip, düzgün kesim yapıldığında elmasa dönüşür. o zaman elinize aldığınızda sizin için çok değerlidir. çok dikkatli tutarsınız hatta çoğunlukla uzaktan bakıp seyredersiniz. sizin olmasını istersiniz, sırf size yakışsın diye en güzel tavrınızı takınır, en güzel makyajınızı yapar ve en güzel kıyafetlerinizi giyersiniz. o size alışıncaya kadar, sizi kabulleninceye kadar kendiniz gibi davranamazsınız. kasılır ve en iyiyi oynamaya çalışırsınız.
    gerçekten hoşlanılan kişiyi bulduğunuzda da binlerce kömür arasından elması bulmuş gibi olur, uzaktan izlemeyi tercih edersiniz. çünkü öyle değerlidir ki asla sizin olamayacakmış gibi gelir. asla sizi görmeyecek, sizin ona baktığınız gibi bakmayacakmış gibi gelir. o an kendinizi basit bir çakıl taşı gibi hissedersiniz. elmasın kendi parlaklığından asla göremeyeceği kadar sönük. ya da elması ellemekten korkan bir çulsuz gibi... oysa sadece bir elmastır. sadece iyi kesim yapıldığı için değerlidir. yerin altından çıkarılmış bir kömür parçası.
    sözün özü; kaybetmeyi göze alamayacak bir korkaklık, hiç elde edemeyecekmiş gibi umutsuzluk, kendini beğendiremeyecekmiş gibi güvensizliktir.

  • sanki birileri tarafından bir gecede piyasaya sürülen tatlı çeşidi. komik video gibi bir anda herkes bunu paylaşmaya, övmeye başladı lan durduk yere. sanki yeni icat oldu, sanki daha önce yoktu. niye böyle oldu sebebi neydi ki?

  • 33 * askerimizin şehit olduğu yerin videosudur. jakuzi medyası vermez; biz verelim.

    odatv linki
    voa linki

    videonun başında kanla kaplanmış taş parçası ve yanındaki bot varya hani... işte onun üzerindeki tek damla kan etmeyecek kadar ciğeriniz beş para etmez sizin gibilerin. hala daha istifa etmeyin. bu video burada sizin utanç vesikanız olarak kalacak!

    edit: aktrollerden sayısız, aynı içeriğe sahip mesajlar almaya başladım. talimat geldi sanırım. böyle günlerde bu tür başlıklar açmak birliğimizi bozuyormuş, ülkeyi kutuplaştırıyormuş; dolayısı ile beni eksileyip cimer'e bildirmişler. * eksilemezseniz, bildirmezseniz adam değilsiniz vatan hainleri.

  • müziğin ulaşabileceği en uç noktadır jazz... hakkıyla dinlemesi çalması kadar zor olan müziktir... dibi olmayan bir kuyuya, veya sonu olmayan bir uçuruma kendini bırakıvermektir jazz... düşmenin hazzını, çarpma endişesi olmadan yaşatan müziktir... yüreğin ifade etmekte zorlandığı duyguları, parmakların ifade etmekte zorlandığı notalarla anlatmaktır jazz... matematiği edebiyatla dans ettiren müziktir... çalan kişinin duyguları ile parmakları arasından çekilip havada uçuşan notaları izlemesidir jazz... dinleyen kişiyi kulakları ile duyguları arasından çekip alan müziktir...

    jazz, müziğin simyasıdır...

  • padişahın birisi bedava olan bir köprüden para kazanmak istemiş. köprünün başına her geçenden para alması için bir adam dikmiş. zaman geçmiş, halktan kimsenin isyan etmediğini görünce bir de köprünün çıkışına koymuş adam. bakmış ki halktan kimse isyan etmiyor. sonra demiş ki "ortasına da bir adam koyayım o da geleni geçeni siksin". bakmış gene isyan eden yok. halkını toplamış sormuş. memnunmusunuz diye. halkın içinden birisi, utana sıkıla, "iş çıkışı çok kalabalık oluyor. ortasındaki adamı iki kişi yapsanız"' demiş.
    sanki bizim hesap.
    bakalım padişahımız ne buyuracak.