hesabın var mı? giriş yap

  • satranç iki şekilde oynanır. klasik satrançta her iki tarafa da hamleleri için makul bir süre tanınır (diyelim ki hamle başına 1dk veya tüm oyun için 30dk). bir de hızlı satranç vardır. o da kendi içinde üç gruba ayrılır ama hızlı satranç deyip geçeyim şimdi. hamle başı 1sn zamanın vardır yahut oyun başına 3dk. müthiş zevkli bir şeydir. izlemesi ayrı, oynaması ayrı keyif. önce ezberden başlarsın. rakip de ezber cevaplar veriyorsa bir süre ezbere konuşursunuz. anatoli karpov falan değilsen en fazla 7-8 hamle yapabilirsin böyle ezberden. heybedekilerin bitmeye başladığını sezince ufaktan ateş basar. düşünmeye de zaman yok. biraz sezgi, biraz talih, biraz üslup (hırçın mısın, garantici mi; galibiyet mi istiyorsun sansasyon mu vs.), biraz tecrübe ve biraz da bilmediğimiz başka şeyler sonucu belirler. aslında klasik satrançta da sonucu bunlar belirler ama sezginin, talihin payı klasik satrançta çok çok daha azdır. ben bu kadar şeyi niye anlattım? konuyu müziğe getireyim diye. müzikte de bir kompozisyon vardır, bir de doğaçlama. doğaçlama da bir kompozisyondur ama doğaçlamada düşünme payı yoktur veya çok sınırlıdır. kompozsiyonla doğaçlamanın kıyası avrupa sanat müziği ile caz müziğinin kıyasına benzer. birinde esas olan kompozisyondur ötekinde doğaçlama. kompozisyonlar yazılı olageldikleri için tetkiki mümkün veya daha kolaydır. bu yüzden kompozisyonun tarihini takip etmek mümkündür ancak doğaçlamanın izini olsun olsun 100 sene sürersin. ne demektir bu? biri bilime dönüşür/dönüşebilir öteki buraya varamaz. arada bir birileri çıkar tutar sürükler ama yok, varmaz. varmaya niyeti yoktur çünkü. iz sürmeyle bilimin ne alakası var peki? bunu yeni paragrafta yazacağım.

    bilim nedir? tdk tanımını yazayım, adettendir: "evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim"

    ne kadar berbat bir cümle değil mi? anlamak için üç kere okuyorsun. cambridge tanımının birebir tercümesi:

    "the careful study of the structure and behaviour of the physical world, especially by watching, measuring, and doing experiments, and the development of theories to describe the results of these activities"

    kusura bakmasınlar ama onlar da bok gibi anlatmış. hiçbir lezzeti yok cümlenin. neyse konu bu değil, yani işte diyor ki "deneye, gözleme dayanan" bir şey. benim takıldığım ifade "düzenli bilgi" ifadesi. çok doğru bir yere parmak basılmış aslında. çünkü ben bilimin tanımında şu kelimeyi aradım sözlüklerde: aktarım. nafile. bulamadım. sanırım düzenli bilgi ile "aktarım"a atıfta bulunmuşlar. o yüzden dedim doğru bir yere parmak basmışlar diye. çünkü gözlem ve deneye dayanan fakat bilim sayılmayan pek çok şey sayabilirim. fırıncılık mesela ya da turşuculuk. kim söyleyebilir ki bunların gözlem ve deneye dayanmadığını? hatta aktarım da var bunlarda öyle değil mi? fakat bu aktarım usta-çırak veya baba-oğul vasıtasıyla aktarılan bir bilgi. metinden yoksun bir bilgidir yani. sözden ibarettir, kaydı yoktur. doğaçlamayla bir tutulabilir. oysa ilahiyat gibi deneyden uzak bir "disiplin"e bilim deniyor. neden? çünkü yazılı metinlerden oluşan ve aktarılagelmiş bir corpus'u var. müktesebat diyelim buna. ilahiyatı bilim yapan işte bu müktesebattır. peki turşuyu gıda mühendisine yaptırsak bilim olur mu? olmaz. olsa olsa bilimsel olur. burada üzerine uzun uzun düşünmek gereken tuzak bir nüans var. şiir ile şiirseli, sanat ile sanatsalı nasıl ayırırsın birbirinden? şıp diye ayırırsın ama nasıl ayırdığını kelimelerle anlatmak zor iştir. ben beceremem ama anladınız değil mi söylemek istediğimi? mesela ismet özel'e göre rosa luxemburg'un sosyalizmi algılayış biçimi şiirseldir. çünkü bu hanım dünya cennetinin kapılarını zorla açmaya yeltenen, safdil, pervasız, hayalperest biridir. oysa bir şair olan mao'nun (şairliği tartışılır o ayrı ama sonuçta şiir yazan biridir) sosyalizme yaklaşımı ne kadar ölçülü, hesaplı ve şiirsel olmaktan uzaktır. fakat şiir başka şeydir. bilim de öyle. avrupa sanat müziği'nin kendine has müktesebatı, külliyatı vardır. pek çok eser, kuram tetkik edilmiş; didik didik eşelenmiştir. müzikoloji denen bilim de bu yüzden avrupa sanat müziğinin bağrından doğmuştur. bu müziği kendine rehber edinerek diğer müzikleri anlamaya, konumlandırmaya çalışır. klasik türk müziği üzerindeki tartışmaların kahir ekseriyeti de ("sen arel-ezgi sistemini savundun", "savunmadım" gibi...) bu müziği avrupa sanat müziği'nin ölçüleriyle kavramanın zorlukları yüzünden ortaya çıkar. lafı çok uzattım, bağışlayın. aslında şunu demek istiyordum; zaman düşünceyi, düşünce tasarıyı, tasarı tasarıları, tasarılar tasarılar hakkında fikirleri, fikirler kuramları, kuramlar tetkikleri doğuruyor ve tüm bu mahsül bir külliyata dönüşüp aktarılıyor. işte buna bilim denir. zamanın doğurduğu şeyi parçalarına ayırıp eşelemektir bilim. karanlık yer bırakmama niyetindedir. uçuculukla savaşır, her şeyi kaydetmeye ve aktarmaya çabalar. bu çok kıymetli bir iştir. ne şüphe. fakat bilimin hakim olduğu bir dünyadan daha sıkıcı ne olabilir ki? yapay zekaların bestelerini dinlediğiniz bir gelecek düşünün. bilimin hakim olduğu dünya kadar sıkıcı olan bir başka dünya da dinin hakim olduğu dünya olsa gerek. avrupa'da dinin yerini sanat aldı denebilir. bir asır evvel oldu bu iş. kilise ve soyluluk avrupa için tarih oldu. aile, cemiyet, millet gibi mefhumlar burjuva değerleri olarak görüldüler, küçümsendiler ve yerlerini globalizm, ilerlemecilik, çevrecilik, toplumsal cinsiyet rolleri falan aldı. şimdi bunlar da dogmalara dönüşüyor, hatta dönüştü bile. dinden farksızlar artık. günümüzde iklim krizinin varlığı hakkında yapılacak bir tartışma, 12. yüzyılda tanrının varlığı hakkında yapılacak bir tartışmadan daha istisnai bir durum olsa gerek. roger pielke, judith curry, patrick moore... bu isimlere bir bakarsınız. iklim değişikliği veya krizi hakkında farklı fikirleri vardı, beyan ettiler ve kısa zamanda camiadan aforoz edildiler. bu saydığım isimler hakikaten çok renkli, akıllı insanlardır. muhakkak tanımalısınız, okumalısınız. neyse, yani çevrecilik, gender studies falan bir bilimden ziyade dine benziyor. fakat kabul etmek gerekir ki bu yeni dinler bize eskisinin verdiği heyecanı vermiyor. ne itaatin tadı kaldı ne isyanın. sanat? dinsiz bir sanatın da tadı kalmadı. doğaçlama sezgiyi diri tutmak için elimizde kalan şeylerden biri. bu yüzden bunu "akademik müzik" kadar önemsiyorum. ve sonunda yazının başı ile ilinti kurabileceğim; doğaçlama ve hızlı satranç arasındaki benzerlikten söz etmiştim. peki ikisi arasındaki ayrım ne? cevabı kolay, birinde rakip var ötekinde yok. bu şu demek; birinde başarının kriteri belli ötekinde muğlak. iyi doğaçlamayı kötü doğaçlamadan nasıl ayırırız? ya da bunun iyisi kötüsü nedir? bunu cevaplamak için "doğaçlama nedir" diye düşünmek gerek. tanımlarda mutabık olmadan yani kendimize bir kerteriz bulmadan yol alamayız.

    benim doğaçlamadan anladığım şey "önceden hazırlanmamış yanıt"tır. ister santur taksimi olsun, ister serbest doğaçlama olsun, fark etmez. önceden hazırlanmış tüm yanıtlar kötü doğaçlamadır bana göre. ezbere konuşanı şak diye anlarsın zaten. ha ama uzun havalar, gurbet havaları falan vardır mesela. bunun kalıbı bellidir ve çok dardır. o dar kalıpta içtenlikli bir cümle söyleyebilmektir esas olan. tarihe geçen konuşmaların hiçbiri prompter'dan okunmamıştır diye tahmin ediyorum. düşünceyi bertaraf etmek ve hissi, duyguyu, sezgiyi, tutkuyu aktarabilmektir esas olan. bu çok dar bir kalıpta bile yapılabilir. örnek: piçolu osman'ın tüm doğaçlamaları. geniş ölçekteki en iyi örnek ise eric dolphy'dir. eric dolphy'nin en iyi doğaçlamacı olduğu gerçeği benim için tartışmaya kapalıdır. öyle yüksek bir teknik ve zeka var ki içtenlik aramayı falan bırakıyorsun. asla yorulmayan ve asla tökezlemeyen, insanüstü bir çalım. tökezleyen müzisyenin sığınağı tekrardır. bir kalıp bulursun hemen (lick) ve birkaç kez yinelersin, böylelikle düşünme zamanın olur. sanki ararken "bulmuş" gibi yaparlar. yok. bir şey buldukları yok. sadece dinleniyorlar. pat martino'nun umbria caz festivalinde attığı meşhur bir solo vardır. bana göre iyi bir doğaçlamadan, iyi bir müzikten çok iyi bir espridir bu. ikinci dakikanın ortalarında bir kalıp bulur ve bunu bir dakika boyunca 40 kere falan tekrarlar. bu espriyi ben daha önce duymuştum. lionel hampton'a eşlik eden illinois jacquet'ten. tadında ve ağırbaşlı bir mizah. bu esprinin kötü bir varyasyonunu tony lakatos'tan dinleyebilirsiniz. şüphesiz en kötüsü ligeti denen düzenbazın 1 numaralı musica ricercata'sı ve elliott carter denen sahtekarın nefesli sazlar için yazdığı etütlerden biridir. doğaçlama falan olsa kötü espri diyeceğim ama yok, bunlar kompozisyon. son paragrafa geçmek ve bitirmek istiyorum. bu paragrafın konusu da serbest doğaçlama olacak.

    serbest doğaçlama galiba 1960-1970 civarı ortaya çıktı. daha önce de vardı da adı o zamanlar kondu. serbest doğaçlama hakkında konuşurken hep geriliyorum çünkü bunda bir hiyerarşi yok. "herkes yapabilir". herkes, her şey eşit falan. e öyle olunca bunun performans sanatı denen garabetten farkı kalmıyor. bunun bir ölçütü, kritiği falan olmalı ki iyiyi kötüden ayırt edebilelim. siyah ve beyaz değildir her şey tamam fakat bu siyah-beyazlığı her şeyin gri olmasına tercih ederim. derek bailey'den bahsetmek istiyorum. pek çokları tarafından serbest doğaçlama gurusu olarak görülür. yalın bir dille söylemek isterim ki derek bailey berbat bir müzisyendir. değerli bir fikir adamı olabilir ancak yaptığı müzikte saygı duyulacak bir yan yok. ilginçtir, dadaizm (türkçesi "ahmak şaşırtan" olabilir) denen zırvanın bulaşmadığı pek az şey vardır, bunlardan biri de müziktir. bulaşmıştır ancak nüfuz edememiştir. derek bailey, zeena parkins, ikue mori, kato hideki vs. vs. bu isimleri müziğe nüfuz edememiş performans artistleri olarak görüyorum. japonlar serbest doğaçlama konusunda bilhassa kamikaze gibiler. çılgınlıkları ve hırçınlıkları beni bunaltıyor fakat nadiren çok acayip şeylere de denk geliyorum. çok sevgili bir dostumun önerisi ile hirokazu yamada'nın kozan albümünü dinlemiştim. nutkum tutuldu. nefis bir şey. işte doğaçlama diye buna derim. boş laf yok, ilgi budalalığı yok, gösteriş yok. içten, zekice, zarif ve ağırbaşlı. düşünmen için pay bırakan bir müzik. mesela don cherry'nin bir albümü vardır where is brooklyn diye; adama nefes aldırmaz, gırtlağından yakalar. bunun karşı kutbunda da supersilent var. kuzey cazı denen ve cazla hiçbir münasebeti olmayan soysuz bir müzik türü vardır. bu grubun üyeleri de bu bataktan çıkmışlardır. teknik becerileri vasatı aşmaz ancak haddini hududunu bu kadar iyi bilen, tayin eden başka grup yoktur. kendilerine çizdikleri çerçeve içerisinde fevkalade iyi işler çıkarırlar. "serbest doğaçlama dinlemeye nereden başlayayım?" diye soranlara ilk önerileceklerden biridir. neden başlangıç müziğidir bu? çünkü anlatıcı bir müzik değildir. ezgi bir şey tarif etmez. duyulan sesler bir doku oluştururlar. ne çalan ne de dinleyen yorulur. hızlı satranç izlerken veya oynarken hissettiklerini hissetmezsin bununla.

    yazıyı burada bitirmeye karar verdim. yoksa diyesim dinmeyecek gibi.

  • seviyorum bu insanları, gördükçe keyifleniyorum. modern, yobaz olmayan bir şehirde yaşadığımı görüyor, erzurum, yozgat vb. gibi şehirlerin de kendilerini aşmasını can-ı yürekten diliyorum.

    sonuçta her koyun kendi bacağından asılır. içki içenlere afiyet olsun, oruç tutanların da allah kabul etsin.

  • (bkz: #118548917)
    "madem masumsun neden ülkende değilsin" diye sormuş birisi.
    kardeş; ergenkon balyoz zamanında da masumdu herkes. masumluğuna güvenip kaldı herkes ülkesinde. her birine en az 40 yıl ceza verdi erdoğan'ın ben bu davanın savcısıyım dediği mahkemeler.
    bu ülkenin genel kurmay baskanı 'silahlı terör örgütü kurmaktan müebbet hapse mahkum edildi!
    iktidar fetöyle köşe kapmaca yaşamasaydı onca insan hala suçsuz yere içerde yatıyor olacaktı. herbiri 5-6 yıl yattıktan sonra devran değiştide öylelikle tahliye oldular. sen ne ezberden konusuyorsun!

    muhalif gazeteciye atarlanamak en kolayı. milliyetçilik yapmak istiyorsan; ne istedin vermedik diyen cumhurbaşkanına, darbeden haberi olmayan mit mustesarina, askeri tarafindan rehin alinan genelkurmay baskina, "o gece bu devleti halk topladı sokaktan. dusman evimizin içine kadar girmiş siz ne is yaparsiniz" diye soracaksın...

    sonra hepimizden iyi anlayacaksın bu ülkede insaların neden kalamadığını!

  • aşağıdaki yazıda doppler etkisi ni konu ile pek de ilgisi olmayan insanlara açıklamak amaçlanmıştır. bu amacın ne derece gerçekleştirilebileceği pek bir meçhuldur.

    doppler etkisi, çıkış yolu olarak bir anlamda izafiyet teorisine benzerlik gösterir. her iki teori de basit bir prensibe dayanmaktadır.
    ses ve ışık dalgalarının belirli bir ortamda (ör: havada ya da suda ) yayılma hızları, sabittir.

    yani, yürüyen bir adamın sesi de, saatte 150 km hızla ilerleyen bir arabanın camından kafasını çıkarıp bağıran bir adamın sesi de sn. de 340m yol alır. ali'ye durduğunuz yerden ali topu at deseniz de, koşarak bağırsanız da sizden yeterince uzaktaki ali, size kıl değilse topu aynı süre geçtikten sonra size atacaktır. benzer bir şekilde elinizde tuttuğunuz fenerden çıkan ışık, 300km ile giden bir arabanın farlarından çıkan ışıktan daha yavaş, ya da hızlı değildir. her ikisi de saniyede 300 bin km yol alırlar. arabanın hızı bu rakama eklenmez. bunun sebebi, herhangi bir ortamda ilerleyen dalganın yayılma hızı, sizin kaynağı iterek ya da çekerek değiştirebileceğiniz bir değer olmamasıdır. sesin ışıktan daha yavaş ilerlemesinin sebebi, bizim yeterince itemememiz değildir. bunlar kendiliğinden olur *.

    özetle, hareket eden bir ses kaynağından çıkan ses, her yönde aynı hızla yayılır. ancak hareketin yönüne göre ses dalgalarının hızı değişmese de, formu değişir. kaynağın hareket ettiği yönde ,ses dalgaları sıkışır (bir yayı iki ucundan bastırarak sıkıştırdığınızı düşünün) sıkışmış dalgaların frekansı ve genliği * artar. frekansı arttığı için daha ince (tiz), genliği (bkz: genlik) arttığı için daha şiddetli duyulur. ses kaynağının hareket yönünün tersine yayılan dalgalar ise sıkışmaz, yayılırlar (bir yayı iki ucundan çekerek uzattığınızı düşünün). yani, frekansı, genliği * azalır. sesin frekansı azaldığı için daha kalın (pes), genliği azaldığı için de daha zor duyulur. yukarıdaki dalga frekans sıkışma genleşme vs. bir anlam teşkil etmediği takdirde, kişi rüzgara karşı işeyen adam ile rüzgarı arkasına alarak işeyen adamı düşünmekte serbesttir.
    açıklanmaya çalışılan olaylar aşağıda harika bir örnekle özetlenmiştir.

    yakın bir arkadaşınız sizden 1 km uzaklıkta saatte 60 km hızla * size doğru gelmektedir. bu hızla giderse, kendisi tam tamına 1 dk. sonra yanınızda olacaktır. deneye başlamadan hemen hatırlatalım, 1km uzaklıktaki bir ses kaynağından çıkan ses yaklaşık 3 sn sonra tarafınızca duyulacaktır. arkadaşınız, kendisine daha önceden söylediğiniz üzere sizden tam 1 km uzaktayken arabanın kornasına basmaya başlasın. arkadaşınız kornaya bastığı andan 3 sn sonra siz korna sesini duymaya başlayacak, araç yanınıza geldiği anda arkadaşınız kornaya basmayı bırakacak,ikiniz de aynı anda korna sesinin kesildiğini duyacaksınız*. ancak arkadaşınıza sorduğunzda kendisi 60sn boyunca kornaya basmış, siz ise sadece 57sn boyunca korna sesi duymuşsunuzdur. 3sn. ye ne olmuştur?* ses dalgalarının titreşimleri, frekansı, 57 saniye içine sıkışmış, daha tiz ve daha şiddetli duyulmuştur. benzer bir şekilde arkadaşınıza yanınızdan geçerken kornaya basmasını ve sizden tam 1km. uzaklaştığında elini kornadan çekmesini söyleseniz, arkadaşınız yine 60sn boyunca kornaya bastığını söyleyecek, siz ise arkadaşınız elini kornadan çektikten 3sn sonra sesin kesildiğini anlayacak, dolayısıyla 63sn korna sesi işiteceksiniz*. merak etmeyin yine zamanda bir atlama vs, gerçekleşmemiş, sadece duyduğunuz sesin frekansı ve şiddeti düşmüştür.

    bu örnek sadece ses dalgaları için değil herhangi bir elektromanyetik dalga için de geçerlidir. radarlar belirli bir frekansta gönderdikleri dalgaların, cisimlere çarpıp yansıdıktan sonra geri gelen dalganın frekans değişimine bakarak objelerin radara yaklaşıp yaklaşmadığını ve hızlarını belirler.
    izafiyet teorisi ise ışığın hızının değişmemesine dayanır. yukarıda anlatılanlara ek olarak ışığın duran yda hareket eden gözlemciye göre hızının hep sabit olduğu var sayımı vardır. bu varsayımla örneğimize geri dönersek, aracın şoförüne göre, aracın hızı ne olursa olsun, yanından geçen bir ışığı yine ışık hızında görecektir (bkz: görecelik) (bkz: bağıl hız). ses için bu önerme geçerli değildir, ses hızını geçen bir uçağın önündeki bir plot, arkadaki motorun havada çıkardığı gürültüyü duyamaz. bu varsayımın altında, geriye değiştirelebilen tek bir değişken kalmaktadır. zaman. aynı deney, makro ölçülerde ve ışık hızına yakın süratlerde gerçekleştirildiği takdirde, aracın gittiği yönden bağımsız olarak arkadaşınız, araç içerisinde 57sn geçirmiş ve yaşamış, siz ise kendisini 60sn mal gibi beklemiş olursunuz. (bkz: ürkütücü ama gerçek). bu hadise bir çok bilim adamı ve okuyucuda aynı duyguyu uyandırmıştır (bkz: hadi len). günümüz atom saatleriyle (uydularda ve haberleşmede kullanlır saniyenin milyon x milyon da birini ölçer) yapılan deneylerde, yörüngede yüksek hızlarda dolaşan bir atom saati, yerdeki esine gore, einstein tarafından bulunmuş olan denkleme bağlı olarak geri kalmaktadır.

    kaynakça:

    malcolm in the middle: dewey bir bölümde doppler olayını anlatmıştır.

    trt2: bir programda araba deneyi yapılmıştı. (isik hizinda olan degil, oteki)

  • 559c numaralı iett otobüsünde yanına oturduğum güzel kızın, kulaklarımızda kulaklık olmasından mütevellit, telefonunun notlar kısmına "beşiktaşa yaklaşık kaç dakikada varırız sizce" yazıp beni dürterek bana okutması ve benim de karşılık olarak, cevabı buğulu cama yazmış olmam.