hesabın var mı? giriş yap

  • - sonra dedimki siz teksasliysaniz ben de kasimpasaliyim
    - hadi ya, iyi demişsin
    - bu titredi ben böyle diyince
    - korktu tabi
    - hem nasıl, boncuk boncuk terledi bi görsen
    - sonra ne dedin?
    - dedim önce o eli bi indir
    - hah
    - sonra dedim, bizi düşman etme kendine, akıllı ol
    - helal recep abi.
    - böle karşımda ezildi bu, bi görsen
    - sen neymişin abi ya, çayın bitmiş abi tazeletiyim dur.
    - açık olsun, çarpıntı yapıyo
    - tamam abi.. abi be çaylar gelince şu ingilz başbakanının ensesine patlattığın bi hikayen vardı onu da anlatsana
    - anlatırım tabi,
    - aslansın abi ya. ustaa 2 çay gönder, biri açık recep abime.

  • bu adam niye her yerde biri bana açıklayabilir mi?
    2007 yılında ilk albümünü çıkarmış. 15 yıldır gündem olan tek bir şarkısı yok ama her yerde.
    menajeri kimse murat boz'dan daha fazla kazanmalı bence, zira bütün işlerini o denli ayarlıyor ki adam tüm "popüler" dalgaları yakalayıp orada kendini konumlandırabiliyor.

    "mesajını aldım,"dan ibb konserlerine geçmek büyük başarı. acun'dan sonra netflix'e de geçmiş. diziyi izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum ama bu adamdan kaçamıyorsunuz. her yerden bir şekilde karşınıza çıkıyor.

  • üç ihtimalli program:

    a) tv başında izleyenler daha çok sıkılıyor
    b) stüdyoda izleyenler daha çok sıkılıyor
    c) program konukları daha çok sıkılıyor

    herkes uyukluyor lan, ne ayak? okan bayülgen de "yaa uyumayın da konuşalım" diyen yatakhane arkadaşı gibi. yazık.

  • 11 yıl olmuş burada yazmaya başlayalı. birçok insanla tanıştım, çok yazdım, çok okudum ve en önemlisi çok şey öğrendim.

    bence öğrendiğim en önemli şey özetle şu: "el sikini görmeyen kendindekini keser sapı zannedermiş."

    bir konuda çok heyecanlandığımda, o konuyu bir tek kendim bildiğimi ya da en iyi bildiğimi sandığımda ekşi sözlük'e bakıp boyumun ölçüsünü aldım. benim bilmediklerimi bilen, bildiğimin farklı yönlerini bilen ya da konuyu hiç anlamadığımı hissettiren o kadar çok entry gördüm ki. rahatladım artık, keser sapımı çıkarıp çıkarıp göstermiyorum.

    bu rahatlığa da alıştım üstelik. biri saçma sapan bir şeyler yazdığında, nasılsa daha çok bilen, daha doğrusunu bilen, bunu daha düzgün anlatan birinin gelip düzelteceğinden, uyaracağından, doğrusunu yazacağından (ya da belki çoktan yazdığından) o kadar eminim ki, sallamadan geçiyorum. bu da güzel bir şey.

    gel gör ki bu günlük hayatıma da yansıdı. bu aralar kafamı yoran bu. yeni insanlarla, hele de ekşi sözlük dışından insanlarla diyaloga girmekte zorlanabiliyorum bazen.

    misal biri heyecanla bir şey anlatmaya başlıyor. bi şey öğrenmiş, bi şey fark etmiş ve çok emin ortamdakilerin bilmediğinden. hani bakıyorsun, troll de değil. bütün içtenliğiyle anlatıyor. uzun metrajlı çaylak entrisi gibi. bitmiyor da. konuşuyor, konuşuyor, sonra birileri katılıyor, konuşuyorlar, konuşuyorlar... kimse gelip gazlarını da almıyor. o aslında öyle değil ya da onun bu boyutu da var diyen kimse çıkmıyor. alışmışım ya, bekliyorum ben de. sonra dinlemeyi de bırakıyorum.

    yaşın ilerlemesinden kaynaklanabileceğini de düşünüyorum bazen, ama yok. o bahsettiğim ortamlardaki insanlar da aynı yaşta. eee?

    üstüne bir konuda bir şey anlatma heyecanıyla dolduğumda, bunu hemen buraya yazıp rahatladığım gerçeği de var. fıldır fıldır dolanmıyorum, kimi yakalasam da kime anlatsam diye. ben burada anlatıyorum. anlattığım birinin ilgisini çekerse okuyor, çok ilgisini çekerse mesaj atıyor da üstüne konuşuyoruz. hiç ilgisini çekmeyen bakmadan geçiyor. sırf bir şeyi anlatmak için yanıp tutuşuyorum diye kimsenin zamanını almıyorum, kimseyi bıktırmıyorum... ama gel gör ki artık kimseye de bir şey anlatmıyorum.

    bir sonuca vararak bu entriyi bitirmeyi çok isterdim. ama açıkçası ben de sonucu bilmiyorum.

    e onu yapamadıysam başka türlü bitireyim: bunca zamanda farklı birçok konuda keser saplarını buraya koymuş ve gazımı almış herkese teşekkür ederim.

  • feci derecede can sıkıcı bir hale gelmiştir. naklen yayın yapar gibi günlerdir her yaşadığı anı kamuyla paylaşıyor. tacize uğradı geldi sözlüğe aktardı, tacizin içeriğini paylaştı, kadın onurunu savundu, bayrak oldu, lider oldu, tepki aldı, author'a dava açmaya karar verdi, tu kaka oldu ama oeeh yeter be. author öyle veya böyle gitmiş sözlükten. banane senin author ile arandaki şahsi davandan? bbg evinden yayın yapar gibi her an ne yaptığını ben sözlükten okumak zorunda mıyım?

    kaltak rumuzlu sözlük yazarı buna çok benzer bir olayda ortalığı velveleye vermişti. o zaman da dedim, hala aynı düşünüyorum. senin yaşamış olduğun taciz, özel mesaj yoluyla gerçekleşmiştir. adı üstünde özel mesaj. bu, seninle gerçekleştiren arasında hususi bir olaydır. bana niye anlatıyorsun? sözlükte sistematik bir taciz zinciri var da benim mi haberim yok?

    sanki sözlük dünyası bu hanım ağamız üzerinde kurulmuş. hangi başlığa tıklasam bu arkadaşın aynı olayı ısıtıp ısıtıp ortaya koyduğunu ve ne yazık ki yaşadığı üzücü bir olayı hazza çevirdiğini görüyorum. acaba ne yazdılar, ne dediler merakıyla durmadan olayı hareketlendiren, kamuya mal eden yapısından feci derecede rahatsız oldum. tekrar ediyorum, ug tek'in üçüncü kişilere kapalı olan mesajlaşma alanında yaşadığı taciz, hukuki süreç ve sonrasında muhattaplarıyla yaşadığı süreç benim ilgi alanım değil, bunu sürekli olarak dışarıyla paylaşması da rahatsızlık veriyor.

  • "hangisi daha kötü olurdu; bir canavar olarak yaşamak mı, yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi?"
    her karesi ile hatırlanacak bu filmin unutulmayacak repliği.

    shutter island dennis lehane'nin romanından senarist laeta kalogridis tarafından uyarlanmış 2010 yapımı bir martin scorsese filmi.

    bu yorum başından sonuna kadar spoiler içerir, bunu baştan söylemiş olayım.
    filmin olağanüstü bir matematiği olduğunu, ancak sonuna geldiğinizde başıyla doğru ilişkiler kurabileceğinizi ve sürprizlere açık olmanız gerektiğini de hemen belirteyim.
    neden dedektifi deniz tutmuştu, neden "su işte, çok fazla su " diyerek kendini toparlamaya çalışıyordu, neden karşılayanlar ellerinde silahlar, tetikte ve tedirgindiler, neden bahçedeki her hasta dedektife selam verip tanıyormuş gibi gülümsüyordu; o sırada verdiğiniz bütün cevaplar yanlıştı.. hepsini sonunda anlamlandıracaksınız.

    hikâye 1954 yılında geçer. bir polis dedektifi (orjinalinde u.s marshal) edward/ "tedy" daniels çok sevdiği eşini vurmuştur. çünkü eşi (michelle williams) 3 çocuğunu öldürmüş, tedy eve geldiğinde gülücükler içinde "bak ne güzeller değil mi, hadi sofraya oturtalım " diyecek kadar hastadır.
    vicdan azabı ve suçluluk duygusu öyle korkunç bir noktaya ulaşır ki, dedektifin gerçekle bağı kopar, hayali kişiler ve kimlikler yaratır. mahkeme tarafından tedavi olmak üzere zindan adası'na gönderilir. her tarafı koyu gri sarp kayalık olan bu ada'dan kaçış imkânsızdır. anlaşıldığına göre, zeki olduğundan ve bir kimliğinden diğerine geçiş yaptığından doktorlarla arasında bir kedi fare oyunu yaşanmıştır.
    sonunda bir mizansen hazırlanır. dedektifin eşinin profilindeki bir hastanın kaçtığı ihbarı üzerine hastamız, dedektif tedy daniels olarak yanında hiç tanımadığı, o güne kadar birlikte çalışmadığı yardımcısı chuck'la(mark ruffalo) adaya ayak basar.

    "disosiyatif durumların en uç ve şiddetli şekli olan çoğul kişilik bozukluğunda kişi, birden çok kimlik veya kişiliğe sahiptir. her kişiliğin bir adı, yaşı, anıları ve kendine özgü davranışları vardır. bu kişilik ya da kimlikler birbirini tanımazlar, birbirlerinden habersizdirler."
    bir uzman böyle söylüyor.
    psikolojide multiple personality (çoklu kişilik bozukluğu), büyük travmalar sonucunda ortaya çıkan ve zihnin bölünmesi ile sonuçlanan kişilik bozukluğu.
    tedy daniels ilk travmasını 2. dünya savaşı sırasında yaşamıştı. sonra evine geldiği bir gün eşine "neden ıslaksın bebeğim?" diye sorduğunda. bu soru ve kadın rüyalarından hiç çıkmayacak, gözünün önünden gitmeyecek.

    shutter island'daki ashecliffe hastanesi tehlikeli akıl hastalarına hizmet veren bir kompleks; yetkin doktorlara, donanıma, katı kurallara sahip.
    uygun bulunanlara gözden girilen veya beynin açılması suretiyle lobotomi uygulanıyor. "arıza" yapan sinirler çıkarılarak insanın huzurunu bozan anıları yok ediliyor. doktorlara göre hasta rahatlıyor, sakinleşiyor fakat hayalete dönüşüyor. sessiz, sarsak bir hayalet.
    soğuk savaş yılları sürerken, ajanların yakalandığında konuşmalarını engellemek için yürütülen bu proje hastaların denek olarak kullanılmasından başka bir amaca hizmet etmiyor.
    anıları olmayan dolayısıyla işkence altında bile anlatacak bir şeyi olmayan hayaletler..
    yıllar içinde yüzlerce deney, yüzlerce ameliyat..
    acı veren anıları unutmak insanoğlunun en büyük arzularından.. fakat bedeli bu. aslında travmaların bedeli..
    nazi artığı alman doktor "travma sözcüğü yunanca yara demek, almanca rüya.." demişti..

    dedektifle tıbbi ekip arasında oldukça gerilimli birkaç gün geçer. fırtına, rüzgar, yağmurun oluşturduğu karanlık distopik bir atmosferde dedektif, birbirine karışan hayaller, gerçekler, rüyalar ve özellikle ölmüş sevdiklerinin hayali ile oldukça zor anlar geçirir. ekip tarafından kafası karıştırılmak suretiyle sürekli sınanır.
    sonunda doktor cawley(ben kingsley) tüm itirazlarına rağmen onu tıbbi sicili ile yüzleştirir. kendisi bir süredir dedektif değildir, adaya birlikte geldiği yardımcısı, yardımcısı değil, 2 yıldır ondan sorumlu olan doktordur. adaya geldiği andan itibaren tüm çalışanların içinde olduğu bir tiyatro oynanmıştır.
    kişiliklerinin, eşine uygun bulduğu kişiliklerin, isimlerinin çözümlenmesi yapılmıştır.
    2 yıl boyunca kendisine düzenli ilaç tedavisi uygulanmış, tam düzeldi sanırken başa dönülmüştür. öyle der, doktor müdür cawley..
    bu son şansıdır. yoksa lobotomi uygulanacaktır.
    çözülür tedy daniels, mesele kendini affedemiyor oluşudur. dediğine göre, eşinin hastalığını görmezden gelmiş, tedavisini yaptırmamıştır. bu yüzden eşinin de çocuklarının da katili odur.
    tedy yaşadıklarıyla ve yüzleştikleriyle yaşayamayacağını anlar, yardımcısına/doktoruna girişteki cümleyi söyler ve son derece aklı başında olarak ama hasta taklidi yaparak kendi sonuna doğru, hayalete dönüşmek üzere direnmeden yürür.
    kendisine verdiği hem ceza hem ödüldür bu..

    shutter island sıradan bir gerilim filminin çok ötesinde, insan psikolojisinin gizemli dehlizlerinde yolculuktur.
    akıl hastalıklarının ardındaki insanın dayanma gücünü aşan travmatik deneyimlere; 2. dünya savaşı'na katılan askerlerden başlayarak, abd'nin özellikle vietnam, ırak, afganistan savaşlarından sonra yüksek sesle dile getirilen tssb ve ayrıca bipolar bozukluk, alkolizm, mp gibi muhtelif hastalıklara hatta uygulanmış tedavi yöntemlerine bir projektör tutar.

    shutter island efsane oyunculukları, hüznü, ürkütücü atmosferi ile seyredeni etkisi altına alan ve kolay unutmayacak bir film.

    her karaktere uygun olmayan bir fiziğe sahip leonardo di caprio'nun bu çok zor rolün üstesinden yüzünün akıyla çıktığını söylemek gerek.
    mark ruffalo, ben kingsley, michelle williams, emily mortimer, patricia clarkson ve küçük yan rollerdekiler bile çok başarılı oyunculuk çıkarmışlar.
    çekimleri peddock adası, whittenton kayalıkları, wilson dağı gibi gerçek mekânlarda yapılan filmin izleyici üzerinde yarattığı o ürpertici etkiyi mekân seçimindeki başarı kadar görüntü yönetmeni robert richardson'a borçluyuz.
    fakat krzysztof penderecki'nin no. 3: passacaglia – allegro moderato'su olmasa ne richardson ne de mekân o sinir bozucu etkiyi yaratmakta bu kadar başarılı olabilirdi.
    filmin "hoş geldiniz!" diyen soundtrack'i nasıl bir film izleyeceğinizin işareti..
    birbirinden güzel tüm müzikleri, passacaglia dahil, scorsese'nin uzun süredir çalıştığı robbie robertson tarafından seçildi.

    anladığım kadarıyla, shutter island eleştirmenler tarafından beğenilmedi. fakat izleyenler tarafından çok beğenildi. scorsese'nin en çok gişe hasılatı yapan bu 2. filmi, martin scorsese ve leonardo di caprio'nun ödül almayan tek işbirliği olarak sinema tarihine geçti.