hesabın var mı? giriş yap

  • tam anlamıyla bir seçim rüşveti.

    "buna göre, 5 milyona yakın ailenin 2 bin liraya kadar olan borcu icradan düşecek."

    2biner liralık kömür makarna almak yerine senin benim paramla borçlarını siliyorlar. yazık.

  • bu hareketin içinde barındırdığı hayvanlığı, bencilliği ve kabin kalabalıklaşacağı için daha çok sıkışacaklarını öngöremeyecek kadar düşünme tembeli olunmasını geçtim; işin en ilginç tarafı dünyaya 2 gram katkı yapmamış ve yapmayan bir halkın bu kadar aceleyle nereye gittiği.

    her gün;
    herhangi bir icat, buluş? yok.
    dünya insanlarına katkı? yok.
    doğaya katkı? sırf zarar.
    çevresine katkı? mümkünse zarar.
    işinde iyileştirme? o da yok.
    öğretim? ne öğrenmişler ki öğretsinler.

    peki bu aceleyle allah'ın her günü nereye yetişiyorsun sen hacı dayı?

  • üniversite 2. sınıfta evlenseydim, kuracağım cümle olurdu.

    herhalde bu cümleyi kuran ilk erkek de ben olurdum amk.

  • test sayılarını bilmeden çizilen her grafik, yani gördüklerimizin %99'u, yanıltıcı.

    "italya'da 1 ay önce 100 vaka vardı, şimdi türkiye'de şu kadar var" tarzı kıyaslar sosyal medyada çok yaygınlar. "türkiye'deki vaka sayısı 1000'e yükseldi" gibi söylemler geleneksel medyayı da domine ediyor. hepsi yanıltıcı.

    farklı test politikaları uygulayan ülkeler arasında vaka kıyası yapamazsınız. hatta aynı ülkede değişik test politikası dönemleri arasında da kıyas yapamazsınız.

    ne yazık ki test bilgileri ülke bazında gönüllü olarak bildiriliyor ve hepsi güvenilir değil. global bir dsö veritabanı yok. our world in data manuel olarak şunları oluşturmuş:

    -ülke bazında toplam test sayıları:
    -ülke bazında test oranları (milyon-kişi başına)

    ama bunlara göre oranlamak da yetmiyor çünkü her ülkenin test metodolojisi farklı.

    sadece ağır semptomları olanlar mı, şüphesi olanlar mı, yoksa rastgele mi?
    sadece hayattakiler mi, yoksa önceden ölmüş olanlara da mı?

    örneğin abd'de hem test sayısı nüfusa oranla çok az (~15k) hem de test kriteri aşırı katı. fakat medya o kadar sorumsuz ki, sağcı olsun solcu olsun, anaakım olsun alternatif olsun, ısrarla "toplam vaka sayısı"ndan bahsediyorlar. bu sebeple millet, "330 milyonluk ülkede 3-4 bin vaka bir şey değil, grip her sene yüzbinleri hastaneye yatırıyor, bu bir liberal globalist komplo" kafasında. halkın yarısı bunu ciddi bir tehdit olarak görmüyor. giderek katılaşan önlemler başarılı olur da virüsün yayılması yavaşlarsa ve hastanelerde kapasite aşımı olmazsa, bu sefer diyecekler ki "biz demiştik abartıyorsunuz" diye.

    yanisi: az test yapılan ülkelerden gelen veriler, hastalığın gerçek yayılma hızından ziyade testlerin yayılma hızını ölçüyorlar.

    ***

    1-2 gün önce bu konuda ufak bir podcast serisine başladım. merak etmeyin, üstüme vazife olmayan tıbbi tavsiyelerle işim yok. kaynaklar da bölüm açıklamalarında bulunuyor. (spotify | google | itunes | diğer ).

    ilk bölümün başında, tam da böyle *yalan olmayan ama yine de yanıltıcı olan* veriler yüzünden şunu demiştim: sağlık personeli ve yöneticiler dışında, çoğumuzun son dakika haberlerini takip etmesinin hiçbir faydası yok, bilakis zararı var. an be an güncel istatistik vermeyin. gerçek tabloyu yansıtmıyorlar. sebep olduğu anksiyetenin yanında, priming etkisi yüzünden, sonradan görecekleri yalan yanlış haberleri yaymaya da daha müsait oluyor insan.

    daha fazla tedbir, daha az haber. (keep calm and panic responsibly.)

  • tam olarak 90'lı yılların başına tekabül eder.
    bakmayın şimdi loft'un sıradan bir marka olduğuna, o dönemde statü simgesiydi neredeyse. ben hiç alamadım ama giyinmeyeni dövüyorlardı nerdeyse. pantolonun arka cepleri büyük ve daha aşağı yerleşmişti paçaları biraz geniş, çift dikişli ve dikişler biraz yukarıdaydı. loft etiketinin altından kemer geçerdi. marka görünsün diye millet, tişörtü, kazağı pantolonun içine sokardı.
    popüler olan bir de gri rengi vardı sanki.

  • 5-6 yaşlarında iken [1992-93] yaşadığım ve hayatta garibanlık sebebiyle başıma gelen en acı olaylardan birini paylaşmak isterim.

    izmir'in küçük bir ilçesinde yaşayan 5 çocuklu fakir bir aileydik. babam iş bulunca çalışan ama beş çocuğa yetişeyemen bir badanacı [duvar boyacısı] ydı.
    elektriksiz, susuz farklı evlerde aralıklarla 7-8 sene kadar rezilce yaşadık. ailecek yoksulluğun ve muhtaçlığın her türlüsünü gördük. camiden, mezarlıktan su taşıdık, pazar bitimi ucuz sebze meyve almaya, toplamaya gittik. daha neler neler...

    neyse, bir yaz akşamı annem ve 5 kardeşimle parktan eve dönmüştük. koşup oynadık derken o kadar susamışım ki, eve girer girmez hemen koşup tahta dolabın içindeki bulduğum ilk şişeyi kafama diktim. zira evde buzdolabı bile yoktu.

    ansızın içime bir ateş düştü, boğazıma bir bıçak saplanmış gibi oldu. can acısından ve boğazımdaki yanmadan sesim bile çıkmadı, gözlerimden kanlı bir yaş gelmeye başladı, boğuk sesler çıkara çıkara köpürmeye başladım. meğer evde aydınlanmak için kullandığımız gaz yağı bitmiş, annem de bakkaldan gazyağını yeni alıp gelmiş ancak aceleyle evden çıkarkan ulaşamayacağımız bir yere koymayı unutmuş.
    içtiğim suya benzer sıvı gazyağıymış. gırtlağım ve ses tellerim oracıkta parçalandı...

    annem durumu farkedince çığlık çığlığa beni kucağına alıp büyük ablamla birlikte hastanaye koştu, taksi vs çevrede yok, arabalarsa tek tük geçiyor. yolda babama ve sarhoş bir arkadaşına rastladık, onlar da geri dönüyorlarmış. bu kez onlar da peşimize takıldı bir süre sonra acil servise vardık. ben olanı biteni fragmanlar halinde hatırlıyorum. acilde önce litrelerce suyla midemi yıkadılar, daha sonra yine belki bir litre kadar zeytinyağını mideme bastılar ve ambulansla behçet uz çocuk hastanesi'ne bizi sevk ettiler.

    birkaç gün hastanede yatmışım, uyandığımda babam ve ablamın çok acıktıkları, simit alacak kadar bile paraları olmadığı ve benim kurtulduğuma dair sevindirici haberi ilçedeki anneme verecek bir telefonu edemediklerine dair bir yürek burkan bir konuşmaya şahit oldum. ikisi de yoksulluktan canlarindan öyle bezmişlerdi ki ben ayılınca önce usul usul sonra da hüngür hüngür ağlamaya başladılar. zavallı annem kim bilir o iki gün zarfında ne hissetti, nasıl kendini teskin etti bilemiyorum.

    kendimi toparladıktan sonra hastaneye babamın bir senet imzalayıp bırakarak bizi çıkardığını, ilçeye giden dolmuşlara yalvar yakar veresiye binerek eve geldiğimizi hatırlıyorum. boğazım ve ses tellerim aylarca kendine gelemedi, konuşamadım. az buçuk sesler çıkarmaya başladığımda da sesim ergenlik çağına yeni girmiş akordsuz bir oğlan çocuğu gibi çıkıyordu. fakat katı gıdaları belki bir sene kadar rahatça çiğneyip yutamadım.

    sonraki yıllarda hayatı toparlamak ve ailemin güçsüzlüğüne inat güçlenmek için elimden geleni yaptım, babamın babası, ablalarımın abisi rolüne büründüm, küçük yaşta çalışmaya başladım. para, pul, itibar, kariyer vs hepsini tek tek söke söke kimsenin de hakkına girmeden çekip aldım. ailemi yoksulluk girdabından bir şekilde çıkardım.
    ramazan ayları başta olmak üzere büyüdüğüm semtlerde tıpkı bizim gibi yoksul ailelere elimden geldiğince son 8-10 senedir yardım etmeye çalışacak bir hale geldim.

    kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmazmış derler. soğuk su işi bende yıllar geçtikçe takıntıya dönüştü, o günden sonra asla ılık ve sıcak su içmedim, içemedim. yaz kış dolapta her daim soğuk su bulundurdum. beni yakından tanıyan evine gittiğim veya evime gelen herkes mutlaka soğuk su ikram etmeye yoksa da mutlaka ılık su dolu bardağın içine buz atıp getirmeye başladılar. zira kimseye açıklayamasam da o soğuk suyu içmezsem sanki yine içimin yanması başlayacakmış gibi hissediyorum...

    kıssadan hisse çevrenizde yardıma muhtaç birileri varsa mutlaka bir şeyler yapmaya çalışın, kimin hayatına nasıl dokunacağınızı bilemezsiniz...