hesabın var mı? giriş yap

  • altunizade capitol d&r'da, kitap rafları arasında, 15-18 yaş arası olduğunu düşündüğüm bir hanım kızımız tarafından dile getirilen hayret ve sevinç cümlesi. muhtemelen son 2 yıldır ilk defa kitap okumasına neden olacak bu kutlu olayı giyim kuşam ve prozodi açısından kendisinden ve birbirlerinden ayırt etmenin mümkün olmadığı arkadaşları ile paylaşırken kulak misafiri olduğum kutlu haber.

    aslında bir nevi yardım çığlığı olarak da algılamak mümkün. şu birkaç kelimelik kısacık cümleden bile son 20 yıldır yaşadığımız yadsınamaz mallıklar ile ilgili fikir edinmek mümkün değil mi a dostlar?

    halid ziya uşaklıgil'i tanımıyor veya bu sıradan dizinin bir uyarlama olduğunu bilmiyor olması değil bence mesele. kanımca, çok daha ciddi bir mesele var bu cümlede!

    kitap kavramı, "çıkan", zamanı gelince yeşeren veya düzenli servis edilen bir obje olarak algılanmaya ne zamandan beri başladı?

    turfanda hıyar mı lan bu?

    tamam gazetelerdeki boy boy ilanlardan, marketlerdeki cikletlerin kenarına koyularak satılanına; her televizyonu açtığımızda son yazdığı kitabını kameralara tutarak röportaj veren yazarlardan, dergilerin yanında eşantiyon verilenine, "kitap" ön planda sanki endüstriyel bir ürünmüş gibi algılanmaya başlanmış olabilir. ama bu kadar da mı koptuk gerçeklikten artık?

    bir kitap, bir beste, bir heykel veya resim ne zamandan beri ısmarlama mobilya, kesilmiş çelik veya banttan üretilen buzdolabı muamelesi görmeye başladı arkadaş!

    hani bu ülkenin çocukları manevi değerlere bağlı ve muhafazakar kişiler olacaklardı. hani şanlı tarihimiz ve asil milletimizle gurur duyacaktık. gavur ve gomonist propagandalarından koruyacaktık yavrularımızı. bu yüzden asmadık mı lan sağdan soldan 50 kişiyi. bu yüzen işkence görmedi mi binlerce genç aydın.

    ne oldu gladio'nun pezemenkleri? daha bıkmadınız mı yalan söylemekten? "yanılmışız, her şeyi istediğimiz gibi uyguladık ama sonuç bklediğimiz gibi olmadı. özür dileriz" de demediğinize göre, o söylemlerinizin de hiçbiri sikinizde değilmiş demek ki!

    manevi değeriniz ana akım` :mainstreammedya, milli değerinizwall street` borsası olunca, yine de şükredin bizim gençliğe hıyar ağaları. delikanlılar birbirini dürtüp "kalem ve klavye icat olmuş olum biz de yazabilecekmişiz" diye geyik de çevirebilirlerdi. size kalsa bu ülkeye bilgisayar ekipmanı olarak sadece mouse sokardınız ya...

  • tanri dunyayi yarattigi zaman gelecekteki uluslarin temsilcilerini yanina çagirmis her birine ikiser erdem vermis...

    isvicrelilere;

    duzenlilik ve yasalara saygi...

    ingilizlere;

    sogukkanlilik ve asalet...

    japonlara;

    caliskanlik ve sabir...

    italyanlara;

    nese ve romantizm...

    fransizlara;

    sarap ve guzel yemekler

    turklere;

    zeka, durustluk ve tayyip sevgisi...

    meleklerden biri bu dagitimdan sonra tanri'ya sormus:
    "butun uluslara ikiser erdem verdiniz neden turklere 3 tane?"

    "evet ama" demis tanri "sadece ikisini kullanabilecekler"

    boylece;
    bir turk zeki ve tayyip'ci oldugu zaman durust olmayacaktir...
    bir turk durust ve tayyip'ci oldugu zaman zeki olmayacaktir...
    bir turk hem zeki hem de durust oldugu zaman tayyip'ci olmayacaktir

  • hakkında çıkan menajer dedikoduları doğruysa birilerinin çok fena soyduğu kulüptür.

    şöyle ki; sabri sarıoğlu'nun menajeri ekrem onuk, hamza hamzaoğlu'nun konyaspor dan takım arkadaşı. bunu belki tesadüf olarak görebiliriz ama 32 yaşında olan kendi oyuncuna sözleşme uzattı diye 500 bin tl ye yakın menajerlik parası veriyorsan bunda bi gariplik vardır. hatırlanırsa cüneyt tanman sabri'nin ücretiyle ilgili bu para çok değil hatta menajerlik ücreti bile içinde diye vurgu yapmıştı sabri'nin aldığı parayı savunurken. bu menajer aynı zamanda eray işcan'ın da menajeri.

    bir diğer konu ise aydın yılmaz. yine hatırlanırsa aydın yılmaz 2 sene önce istediği parayı alamayınca kulübe rest çekip gitmiş, yazın iki ay boyunca takım arkadaşları çalışırken tatil yapmış ama kendine o beğenmediği parayı bile verecek kulüp bulamayınca fatih terim devreye girerek aydın yılmaz'ın sözleşmesini ilk istediği fiyattan 2 sene uzattırmıştı. şu an ise geçtiğimiz 2 sene içinde neredeyse oynamayan aydın'ın sözleşmesinin uzatılması gündemde.

    aydın yılmaz'ın menajeri ahmet bulut. fakat ahmet bulut'un ortağı ya da onun deyimiyle asistanı fatih terim'in damadı volkan bahçekapılı. bu da tesadüf olabilir tabi ama bence biraz fazla. aydın gibi bir oyuncuyla o paralardan sözleşme yenilemek şüphelenmek için yeterli sanırım.

    fatih terim'in eli hala galatasaray'ın üstünde ve bence sözlükte de çokça dendiği gibi hamza hamzaoğlu'nun ahmet davutoğlundan bir farkı yok.

  • tuba diyor ki; ‘kendi kitabını istedi bir de ya mal mı ne bu adam?’
    açıkça söylemek gerekirse, ısrarla kendi kitabını kaynak olarak isteyen ve sınavı o kitaptan yapan öğretmenlere ben de aynı şeyi söylüyorum. tuba saygısız değil, tuba aklı çalışan bir öğrenci. öğretmenin bu dayatmasına karşı çıkan bir öğrenci.

  • ailesinin öğrettiğini yapan çocuk denmiş. evet tabii ki ailesinin öğrettiğini yapıyor ama dikkat edin etrafta kimse yok. onay verecek ya da takdir edecek bir aile üyesi veya büyük insan yok. kimsenin görmediği yerde yapıyor. bunu bilinçsizce birileri görsün diye değil gerçekten benimsediği için yapıyor. o aileye de o çocuğa da kurban olurum. inşallah benim çocuğum da böyle olur. memleket bok gibi oldu, insanlar bok gibi oldu ama o bayrak ve o bayrağa rengini verenler her zaman bizim için kutsal olacak.

  • iliskiden korkmaktan ziyade, insanin kendisinden korkmasidir.

    her heyecan icinde baslayan maceranin, en nihayetinde ayrilikla son bulmasinin ardindan, artik yeni bir iliskiye bir caba sarfedebilecegini dusunmemek ve yeni iliskideki yeni tarafa da haksizlik etmek istememektir.

    duygularin can acitmaktan baska bir ise yaramadigini anlayan insan, yasayabilecegi en ciddi kayiplardan sonra sanirim hissizlesebiliyor.

    korkmanin sebebi, artik heyecan hissedememektir. korkmanin sebebi, artik hicbir sey hissedememektir..

  • yapılan bir yorumdan türkiye'nin özetini anlayabileceğiniz haber.

    "ali vural 17.2.2012 12:38:00
    yorumlara bakiyorumda,istemeyenler,cekemeyenler camur atmaya baslamislar bile.."

    ki bu en beğenilen yorum.

    akpli kafası dediğimiz tamamen örnekteki gibi işte. insanlar akla ve mantığa dayalı bunun olamayacağını, olsa bile % kaçının türk malı olacağını merak etmişler. adam direkt olarak dayamış cevabı: çekemeyen anten taksın!

    arkadaş işte bu kadar sorgulamaktan, düşünmekten uzak olduğunuz ve her söylenen şeye 'alkış' tuttuğunuz için bu hâle geldik. yazık, çok yazık.

  • türkiye'den yeni çıkıp henüz avrupa yasalarını unutmuş olacak ki nerede olduğunu hatırlatmışlar.

    üzülmedim.

  • elektriksel olmayan bir varlıktan zaten söz edemeyiz. maddeyi oluşturan atomların yapısı bile düşünüldüğünde elle tutulur gözle görülür bir şeyin elektriksel bir karakterden tamamen yoksun olması beklenemez. haliyle bu soruda asıl merak edilen noktalar, "dışarıdan gelen bir elektrik akımı bizi öldürüyor da kendi vücudumuzdaki neden öldürmüyor?" veya "vücudun büyük bir oranı su ise neden suya elektrik atan pikachunun gazabına uğramış totodilelar gibi kıvranmıyoruz? " gibi sorular olabilir.

    netleşmesi gereken ilk noktalardan biri insan vücudundaki elektrik iletiminin tellerdeki gibi olmamasıdır. (#90049909) vücuttaki elektrik iletimi polarizasyon ve depolarizasyon döngüleri ile gerçekleşir, iyonların hücrelerin içine ve dışına pompalanmasıyla potansiyel enerji farklılıkları oluşur. yani vücuttaki elektrik iletiminin temel prensibi iyon konsantrasyonunda değişim yaratılmasıdır.

    dışarıdan gelen bir elektrik akımının ise sizi öldürebilmesinin iki temel sebebi olabilir:

    1) düşük akımlarda sizde halihazırda var olan elektriksel impuls düzeninin bozulması.

    2) yüksek akımlarda açığa çıkan yanma gibi hasarlar.

    birinci durumun basit bir örneği kalbinizdeki doğal pacemakerın işleyişinde problem çıkmasıdır. normalde kalbinizin sinoatriyal düğümünde özelleşmiş hücreler vardır, bu hücreler kendi kendilerine depolarize olabilirler. en yüzeysel açıklama ile; bunun etkisi kalpteki diğer bazı yapılara yayılır, başka nodlara ulaşır ve kalbin ritmik atışı da elektriksel uyarının harmonik bir işleyişi ile sağlanır. dışarıdan bir akım geldiğinde bu harmoni bozulur ve fibrilasyona neden olabilir. kalp düzgün atmadığında yeterli kan da pompalanmayacağından defibrilatör gerekir.

    ikinci durum ise yıldırım düşmesi gibi, vücutta mekanik bir travma yaratabilecek olan vakaları ifade etmektedir. elbette voltaj ne kadar yüksek olursa ölümcül bir hasar alma riski de o kadar artar.

    vücuttaki suyla ilgili kafa karıştırıcı fikirlere kapılmadan önce de ufak bir hatırlatma yapmakta fayda vardır; bizler her ne kadar "su elektriği iletir." desek de, saf su elektriği o kadar da iletmez. bizim "su elektriği iletiyor." diyor olma sebebimiz suda çözünmüş olan maddelerdir. (örn: tuz) bildiğimiz gibi vücudumuzdaki su da saf olarak değil vücut sıvılarında bulunur. vücut sıvılarında da sinirlerin, kalbin ve kasların düzgün çalışmaları için sinyal taşımada görev alan, elektrolit adını verdiğimiz yüklü parçacıklar mevcuttur. (örn: sodyum) yani burada aslında vücuttaki sinyal iletimi için bir dezavantaj değil avantaj vardır.

    kısacası elektrik vücudun düşmanı değildir. mühim olan hayati faaliyetlerin sürdürülebilmesi için gereken bazı sinyal iletimlerinin düzeninin bozulmaması ve vücutta ölümcül olabilecek mekanik hasarların oluşmamasıdır.

    * * *
    ps: herkes kendisinden emin bir şekilde "akım düşük", "voltaj düşük" falan demiş, bir de soruyu soran kişi gereksiz yere aşağılanmış. oysa cerrahi bir operasyonda doğrudan kalbe vereceğiniz çok düşük bir akımla da kalp ritminin içine etmeniz mümkün. mesele sadece düşük akım veya düşük voltaj değil, o düşük akımın ve voltajın size nereden nasıl uygulandığı.