• insanları saçma beklentileri nedeniyle hayal kırıklığına uğratan bir haneke filmi. bu altı üssü bir tv filmidir çünkü. haneke'nin bir edebiyat uyarlamasının altından da hakkıyla kalkabileceğinin en güzel kanıtı için (bkz: la pianiste)

    aradaki fark içinse kendi sözlerine kulak vermek gerekir:

    "i would draw a definite line between "the castle" and "the piano teacher," because "the castle" was made for television, and i'm very clear about the distinction between a tv version and a movie. films for tv have to be much closer to the book, mainly because the objective with a tv movie that translates literature is to get the audience, after seeing this version, to pick up the book and read it themselves. my attitude is that tv can never really be any form of art, because it serves audience expectations. i would not have dared to turn "the castle" into a movie for the big screen; on tv, it's ok, because it has different objectives. but with "the piano teacher," if you compare the structure of the novel to the structure of the film, it's really quite different, and i feel i've been dealing very freely with the novel and the way it was written. i would say that my version of looking at the story is pretty distanced and cool, while the novel itself is almost angry and very emotional. the novel is much more subjective and the film is much more objective. "
  • kesinlik ve şüphe, ümit ve korku, mantık ve saçmalık, düzen ve kaos ikilemleri üzerine kurulmuş, franz kafka'nın başyapıtı.
    ..
    kafka'nın kahramanları akıl dediğimiz aydınlanmış bölümde görünmeye isteksiz olan gerçeği arar gibi, karanlıkta el yordamıyla yürürler. "gözleri açılıp, çıplaklıklarını fark etmeden önce", sanki bilinçsiz uyumu arıyor gibidirler. şato, sanki bir gölgeler çatışması gibidir, sanki kahraman, anın sıkıcı karmaşasının ötesindeki ve araştırmasının sonundaki karanlık uyumun farkındadır. k. hep tepenin üzerindeki uzak şatonun yolunu tutar, hep bir şeye ulaşma noktasındadır ama tam da oraya varamaz. şatoya bakarken "k. ne kadar güçlü olarak bakarsa, daha zor farkeder ve ne kadar derin izlerse, her şey yarı karanlığa gömülür." çabanın kendisi bir engeldir, çünkü bireyin ve bağımsız bir varlığın bilinçli ifadesi, uyumun reddidir.
  • yonetmen kitaba uymadıgında tu kaka diyenler, uydugunda aa boyle sey mi olur diyenler.... soz konusu kafka olunca ve yonetmen orjinale sadık kalmak isteyince bence bu dogru karar... ya filmi sonlandırmaya kalksaydı, senaryoda uyarlama yapsaydı kim bilir neler yazacaktık...
    kitabını okumamıs ve filmi izlemis biri olarak bence cok basarılı idi. cekimler, kafka atmosferini yaratabilmesi, karakterlerin konumlanması vs... lynch olsun trier olsun haneke olsun zaman zaman cizgilerinde bir farklılık yapıp boyle tek basına kalan filmler yapıyorlar ve yeteneklerinin sadece standart tarzlarında kalmadıgını gosteriyorlar.. homur homur soylenmek yerine belki filmi kitaptan ayırıp izlemek daha mantıklı....
  • kafka'nın k’sının bakışının üzerinde sabit duramadığı şeyin kendisidir şato: “kaçmanın, tepede olmanın, bulanık ve kaygan olmanın, her şeyin elden gelmesinin, sistemin ulaşılmaz iç-mantığının unutmayla, unutulmayla, hatırlama ve hatırlatmayla ilişkiye girdiği insan köylerinin yönetim merkezi ya da gregor samsa’ yı böceğe çeviren sihirli ama çirkin işlerin, insan-olmanın hiçbir değerini gözetmeyen modern dünyanın –kadastrocular atayan- öz mekanı.”

    şundan eminiz bir "şato" var, saklıyor başarıyla kendisini ve yaşama tümden hakim: kendisini unutturan bir doğası var, yalnız bunu biliyoruz ama neyin nesidir işte bu henüz uzak bize, kırıntılarımız bizi doyuracak kadar, onları arkamızdakilere bırakacak kadar değil. geçmişte ve şimdide unutulmuş, kaçmanın hatırlayamamayla, anlamanın kafada tutamamayla özdeşleştiği ne varsa o hepsini hesaplayarak geleceği yaratıyor: “rastlantı” diyoruz biz bazen gerçekleşene, olumlu ya da olumsuz imlemler taşıyabilir ama rastlantının gerçekleşmesinin beklenen şeyin unutulması olduğu, yeni bir hatırlamayı ve kendini gerçekleşen duruma uydurmayı zorla dayattığı ortada. gerçekleşene “sürpriz” dediğimiz zaman, beklenen ya da sıradan olan gene unutuluyor ama bu sefer zorla bir unutuş sözkonusu değil, rahatlıkla teslim olunan bir unutuş geçerli. “kötü yazgı” dediğimizde ise tamamen olumsuz bir gerçekleşme ve unutuş karşımızda duruyor, huzur ve mutluluğun artışında bir azalma ve kaygı hissinin yoğunlaşması durumu: beklentinin aşılması ya da zorla beklentiyi unutmaktan daha çok yeni bir bekleyişin, acının, kaygı ve endişe dolu gözlerin insana hatırlatılmasıyla karşı karşıya kalıyoruz.

    kafka için bir direniş ve arayış insan-olmanın anlamı ve anımsanmasıyla ilgili her zaman varoldu ve onun kahramanları her seferinde bir savaşın içerisinde buldular kendilerini fakat “kötü yazgı” bütün savaşıma rağmen kahramanları teslim aldığında insanlık için umut ve iyimserliğin unutulduğunu sezer, karamsarlık ve çöküşün beklentilere eşlik eden alarmlı saatler gibi duymaktan sağır olan kulakların önünde her saniye çaldığını duyumsarız. şatoyu temsil eden klamm’ ın hem geçmiş hem gelecek bakımından birisini, bir şeyi unutması aslında onun ve temsil ettiği şeyin artık insanlık için “sürprizi ve rastlantıyı” unuttuğunu göstermektedir: olanaklı mutluluklar ve geleceği-kurmalar yerini kötü yazgının eninde sonunda bir şekilde yaşama müdahale edeceği korkusuna bırakmıştır: burada kötü yazgı, dinsel bir tasarım olmaktan çok, insanlığa gene başka bir insanlık tarafından biçilen unutuşun doğrudan sonucudur. k’ nın bakmaya çalıştığı şey şato değildir sadece, kendisine de bakmaktadır aynı zamanda, şatoyu ele geçiremedikçe kendisinden uzaklaşır, parçalanmışlığı içerisinde bir böceğe dönüşür ve şato’ nun tepeden barnabas ile birlikte yuvarladığı elma şekilli mektupların kafa karıştırıcılığı ile bilincinin ölümüne doğru uyuşur: nedenini hiçbir zaman anlamadığı olayların altında uykuya dalar. * buradan çıkan odur ki, unutuş, nedenleri bilmemek ve sürprizler ile rastlantıları saf dışı bırakan kötü yazgıyı yaşam olarak kabullenmektir.

    bir şato var!, artik sürprizler ile raslantıları saf dışı bırakan: kötü yazgıyı yaşam olarak kabullenmek.
  • muhteşem bir roman.
  • ayni zamanda almacada kilit anlamina gelmektedir. kafka bu kelime oyunu ile belki edebiyat tarihinin en guzel kitap adini secmistir.
  • max brod tarafindan baskiya hazirlanan metinde olan bazi bölümler ,malcolm pasley tarafindan baskiya hazirlanan metinde yoktur. cem yayinevi tarafindan basilan metine ek olarak sonunda eksik olan kisimlar da yayinlanmistir.

    kafka eserlerini yazdiginda yayinlanmasini istememistir ama dostu max brod un , kafka nin ölümünün ardindan kitaplarin basilmasiyla , kafka tüm dünyaca taninmistir.

    sato , bir roman olmasina ragmen , hakkinda onlarca yorum yapilabilecek bir yapiya sahiptir. çünkü yalnizca bir adamin basindan gecenler anlatilmamis, cagin yönetim anlayisi hakkinda da bilgiler verilmistir.
    okudugum cogu yoruma göre, sato cennet olarak nitelendirilmis, k ise cenneti arayan yalniz bir yabanci olarak yorumlanmistir.

    bana göre , sato devlettir. köylerin üstünde, bir tepede herkesin çok büyük saygiyla baktigi , kurallarina ve yasaklarina sorgusuz boyun egilen bir yapidir. satodaki beyler, memurlar, usaklar, sekreterler ve köylülerle münasebetleri itibariyle , satoda yürütülen yogun calisma da bürokrasinin bir temsilidir.

    kafka -tabi benim yorumladigim kadariyla- ütopik bir devlet-halk-hizmet triosu yaratmistir. köylülerin , köydeki is adamlarinin bir isi oldugunda , satoya gitmektense , satodaki beyler, sekreterler köye iner , islerini orada görürler. hizmetin ayaga gitmesi olarak yorumlayabiliriz. ama tabiki , yazismalarin uzunlugu, farkli departmanlar arasindaki iliski kusursuz gibi görünse de , en ufak bir kadastrocu ihtiyacinin bir kaosa sebep olmasi , bürokrasinin zaaflarini göz önüne cikarmaktadir.

    kitabin ana kahramani k da ,sürekli satoya gitmek istemektedir. tek basina geldigi , yabanci bir köyde , etrafindaki insanlar tarafindan önceleri bir yabanci saygisi görse de , ki buna ihtiyatli davranmadan kaynaklanan bir seviye koruma cabasi da diyebiliriz, zamanla insanlarla kaynastikca , horgörülen biri haline dönmüstür.

    barnabas ailesinin dislanma sebebinin bir beye olan saygisizlik olmasi , ki bu saygisizlik ve verilen tepki arasindaki sarkastik durum da insani hayrete düsürür , günlük insan hayatindaki dislanma , dedikodu gibi kavramlarin toplumsal yasayis üzerindeki etkisini göstermektedir.

    k nin gönlünü calan frieda nin entrikalari , diger kizlarin frieda k iliskisine bakis acilari da cok gercekci ve tüm olaganligiyla resmedilmistir ki burada kafka nin kadinlara olan ilgisinin ve faiselerle olan iliskisinin de payi büyüktür.

    beyler , memurlar, usaklar arasi kati hiyerarsi , simdiki devlet sisteminin de bir yansimasidir. tabi ki köyle ic ice olmalarindan kaynaklanan farkliliklar da vardir. klamm frieda iliskisi gibi.

    k , köye kadastrocu olarak cagrilmis ama kadastrocuya ihtiyac olmamasindan dolayi , köydeki bakiligini devam ettirebilmek için türlü isler yapmistir. insanlarin icine sizip , iyi ilskiler kurup , onlardan biri gibi olma cabalari cok fazla sonuc vermese de , yabanciliktan siyrilma , ve onlardanlasma oyunlarini sonuna kadar sürdürmüstür.

    dedigim gibi k nin satoya ulasma amaci , cennete ulasma ümidi olarak yorumlanmaktadir. k satoya gidememis olsa da , odaci kizla yasayacak olmasi onun cennete ulastiginin kaniti olabilir.
  • kafka'nın arkadaşı ve mirasının yöneticisi olan max brod'ın yakmayıp yayımladığı kafka romanı.
    kafka; vasiyetnamesinde, yayımlanmamış tüm yapıtlarının "eksiksiz bir şekilde okunmadan yakılması"nı istediyse de dava ve kayıp (amerika) adlı kitaplarla birlikte bu harika eser de, yazarın ölümünden sonra yayımlanmıştır.
  • şato üstüne yazmıyorum. o niyetle gelmedim en azından. yalnızca kafka'yı da kapsamıyor. nereye giderse oraya. ama bu kitabı yeni okuduğumdan herhalde, elim buraya gitti.

    derler ki, şato bir tanrıymış, bir cennetmiş. ya da dur, ucuz eleştirmenler gibi yapayım; şatoda tanrı ya da cennet metaforu var diyesilermiş! kuyruklu yalan! bir bir açıklayacağıma dair iddiam yok, olsa da sönük kalır; fakat inanıyorum ki bunun çok daha ötesinde şeyler var o kitapta. k.'dan tut barnabas'a; klamm'dan tut, muhtara kadar, hepsi apayrı şeyleri çağrıştırıyor nedense.

    genelde bağımsız bir öykü diye bilinir, ki ben de dava'yı okuyana kadar öyle olduğunu sanıyordum ama değilmiş, kapıcı diye bir anlatısı vardır kafka'nın.

    "kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. bu kapıcıya taşradan bir adam gelir, kanundan içeri girmek ister. ama kapıcı, kendisini şimdilik içeri bırakmayacağını söyler."

    daha fazlasını açmaya gerek görmüyorum, meraklıların zorlanacağı bir şey yok, her yerde bulabilirler. yalnızca sonunu hatırlatmam gerekecek. yıllarca bekleyip umudunu yitiren taşralı, elden ayaktan düştüğü ve tamamiyle güçsüz kaldığı bir anda, kapıcıya son bir soru sorar: "benim bildiğim, herkes kanuna varmak için çaba harcar. peki, nasıl oluyor da, bunca yıl benden başkası girmek istemedi bu kapıdan?" kapıcı, adamın artık son anlarını yaşadığının farkına varmıştır. iyice sağırlaşan kulaklarına doğru eğilerek bağırır: "bu kapıdan senden başkası giremezdi, çünkü yalnız senin içindi kapı. gideyim de kapayayım artık."

    anlatıdan çıkardığımız o kadar çok sonuç var ki, hani oturup sırf girişini bile günlerce tartışıp gene de bir hal yolunu bulamayabiliriz. nitekim kafka da bu anlatıdan sonra kendi kendine birkaç farklı sonuç üstünde tartışmıştır. meselenin özü, varmaya yakınsanan sonuçta. kafka'nın en güçlü iddiası, kapıcının da başkaları tarafından kandırıldığı ve içeri o adamı sokmamasının tembihlendiği, aksi halde başına büyük işler alacağı gibi bir telkinde bulunulduğu yönünde.

    buraya atlamamın sebebine gelirsem; şato'da da aynı meselenin olduğunu düşünüyorum ben. köylülerin şatodan uzakta ve dedikodularla örülen bir hayat yaşadıkları apaçık. k.'nın, ne köylülere, ne şatoya yaranamayışının başlıca sebebi de bu. çünkü k., köylüler gibi işi oluruna bırakmıyor, büyük bir yabancılaşma içinde, her gün ve her gecesini şatoya ulaşabilmek için harcıyor. aslına bakarsan, uğraşının asıl sebebi olan kadastroculuğa kabulü pek de umrunda değil. başlarda bunun için koşturuyorsa da, sonradan öncelikleri tamamiyle değişiveriyor.

    klamm, şatonun temsili. köylülerin ve k.'nın en çok sözünü ettiği, görülmeye en yaklaşan kişi. kitap boyunca şatoya ulaşmanın tek yolu da zaten klamm'a ulaşabilmek; onunla konuştuğu zaman, bütün amacına ulaşacağına inanıyor k. fakat gariptir ki, klamm'ı gördüğünü iddia edenlerin dışında onun varlığı bile şüpheli bir karakter olması, adının almanca'daki anlamını da* aklımıza getiriyor. şatoya gelip giden haberciler, klamm'ın uşakları, frieda, otelcinin karısı; hepsinin ağzında tek bir şey var; şatoya ulaşılamaz, klamm'la görüşülemez!

    dönüşüm, dava ya da şato, temel olarak birbirinin aynı altmetinlerden oluşuyor. yirminci yüzyılın eleştiri tarihinde en sık tekrarlanan şeyi ben de tekrarlamadan edemeyeceğim; kafka'nın yapıtları, insanın toplum içindeki yalnızlığını anlatır! böcek fobili bir yazarın, sıkıntılı düşlerden sonra devcileyin bir böceğe dönüşen karakteri ile, bir sabah ne olduğunu bilmediği bir suçlamayla karşı karşıya olduğunu öğrenen karakteri arasında neredeyse hiçbir fark yok. aynı yabancılaşmayı, aynı karşı çıkmayı ve aynı kabullenmeyi her ikisinde de görebiliyoruz. gerçi dönüşüm, gerek yapısal açıdan, gerek altkurgusu itibariyle diğerlerinden ayrılan bir noktadaysa da, orada aileye karşı duyulan utanç ve aşağılama ile, dava'da yargıçlara ve avukatlara duyulan korku ve saygının temeli aynı. toplumun belirgin yargılarıyla başa çıkamazsanız, ona uymak zorundasınızdır! bükemediğin bileği öpmek gibi mi? belki.

    şato'yu en az k. kadar bilmeyen köylülerin, k.'nın tam tersi bir şekilde şato'yu hiç merak etmemesi de buraya dayanıyor. köy, toplumu temsil ediyor. belirgin kurallar eşliğinde çalışabilen bir sistem; gerekmediği kadar saygısızlık yapılabiliyor ancak; dedikodunun sınırı, ertesi gün muhatabını görene kadar; dışlama misyonu herkesin üzerinde en başından beri var! daha barnabasların suçlarının ne olduğunu bilmeden, tamire verilen ayakkabılarını geri alabilirler! hiçbir dayatmaya ve hiçbir zor koşulmaya bırakmaksızın, tam da olması gerektiği gibi, gereken cezayı gerektiği ölçüde, doğaçlama usülle verebilirler! çünkü onlar akşam yemeği ardına, filancalara ne zamandır gitmedik diye düşünüp misafirliğe gitmeye karar verebilirler; bir davete kolunda birileri olmaksızın gittiklerinde çıplak vücutla şömineye atılacaklarının kabusunu görürler; sözlenmeden evlenmezler, evlenmeden sevişmezler; sohbetleri alkol masasında, samimiyetleri çay partisinde ve rejimleri doktor reçetesindedir!

    ne ailesiyle, ne de toplumla sağlıklı bir ilişki kurabilmiş kafka'nın bu kitapta izini sürdüğü metaforu uzaklarda aramamak gerek. hasta olana geçmiş olsun demeyi, hapşıranı çok yaşatmayı, ölenle ölebilmeyi beceremez kafka, k.'dan bir farkı yoktur. ancak canına tak ettiğinde topluma katılmayı ister; fakat kendinden ödün vermediğinden onu da beceremez. ömrü boyunca şato'nun peşinden koşar, toplumun yazılmamış kurallarının gizliden yazıldığı yeri anlamaya çabalar. üst leveldan başlamaması gerektiğini söyleyen olmamıştır, daha ağırdan alması gerektiğini elbette bilmez.

    şatonun köylülere hiçbir kural, hiçbir koşul dayatmadığına dikkat etmek gerek. gerek köylülerin, gerek şatodakilerin her biri, yapılması gerekenin tastamam bilincinde ve bunun dışına zerrece çıkmıyor. yapılması gerekenin ne olduğundan söz açılmıyor, birileri görevini unutmuyor ya da bir gün sabah uyanınca başkaca şeyler yapmayı düşünmüyor. ağız birliği etmişçesine, k.'ya herkes kadastrocu diye sesleniyor, evine almıyor, uzaktan bakıyor. fakat belirgin bir aşağılamanın olduğunu da söyleyemeyiz. tıpkı kafka'nın babasına beslediği hisler gibi, uzaktan bir korku ve gizliden bir alay; hepsi bu. varıyla yoğuyla, k., köylülerin ve şatonun gözünde saygın bir yer edinmek için, elindeki tek kozu kullanmaya çabalıyor; kadastroculuğa kabulünü istiyor. bu payeyi edindiğinde, artık köyden biri gibi görüleceğini, sürülüp uzaklaştırılma tehlikesini savuşturacağını düşünüyor.

    işte tam da bu noktada, dava'daki anlatıya dönmek istiyorum. kapıcının kandırılmış olabileceğini, aslında o kapının ardında daha başka bir çok kapının bulunmadığını, hatta o kapıdan taşralının geçmesinin hiçbir önem ya da tehlike arz etmediğini düşünmemiz gerektiğini söylüyor kafka.

    köylülerin şatoyu fazlaca büyütmüş olabileceklerini düşünebilir miyiz? kitabın en başında, takip ettiği yol şatoya çıkmayınca geçici olarak bu isteğinden vazgeçen ve sonraları anlatılanlara kulak verip şatoyu görmeye gitmeyi bile düşünmeyen k.'nın ya da ona bu dedikoduları fısıldayan köylülerin, aslında şatonun içerisinde ne olup bittiğini bilmediklerini iddia etsek çok mu ileri gitmiş oluruz? kuşkusuz ki şatonun yokluğunu iddia edemeyiz, çünkü neticede görünen bir yapı ve oradan gelen ve oraya giden memurlar elbette var; fakat gerçekten de bu denli karamsar bir tabloyla karşı karşıya kalmış mıdır k.?

    köyün toplumu temsil ettiğini düşündüğümü söylemiştim. belirgin kuralları olan, bunların dışına asla çıkmayan, fakat bu kuralları zamanla değiştirebilen, capcanlı bir organizmadır toplum. yaşlılara yer verilir, bayramda büyüklerin elleri öpülür, çocuklar harçlık koparmakla yükümlüdürler... fakat bu kurallar hiçbir yerde ve hiçbir zamanda yazılı bir dayanağa sahip olmamıştır. kuralların dışına çıkanlar yalnızca toplumun dışına itilirler ve bu büyük bir özgüvenle, hiç aksamadan ve şaşılacak yer bırakmadan, büyük bir uyumla yapılır. barnabas'ın ailesinin toplumdan dışlanmasından sonra, baba'nın şato'daki memurlara derdini anlatması, fakat karşılık olarak suçsuz olduğunu duyması, köylülerin gözünde ailenin mevkiini değiştirmiş midir? bu konuda şatodan köylülere bir dayatma var mıdır?

    toparlayayım; şato, köylüler üzerinde mutlak hakimiyet kuran bir otoriteden daha çok, köylülerin kendince kabullendiği ve özünü araştırmaya gerek görmediği soyut bir kavramı temsil etmektedir. buna genel ahlak da diyebiliriz, görgü de, gelenek de, töre de... köylüler yapacaklarını doğuştan kazandıkları bilgilermiş gibi, düşünmeden ve tartışmadan, öylece bilirler. şatoya gidemezler, şatodan birilerini kolay kolay göremezler, herhangi bir şeye tek başlarına müdahale edemezler. ancak ve ancak, bir arada olduklarında bir güce sahip olabilirler. bu güç bile somut bir güç olmanın dışındadır. iki yardımcısını ikiz zanneden k.'nın, onları ayrı ayrı gördüğünde aslında birbirlerine hiç benzemediklerini fark etmesinin sebebi de budur. k.'nın karşısında sayısı belirgin olan bir köylü topluluğu değil, tamamiyle bir bütün olmuş ve k.'nın bir hüviyet kazanması gerektiğini bilen ve bu gerçekleşmeden onu aralarına almayacaklarının bilincinde olan bir yığın vardır. pink floyd'a ille de gönderme yapılacaksa ben yapayım, evet, duvardaki tuğlalardır onlar!

    ernst fischer'ın, şato'yu devlet kavramına benzetmesinden çok da farklı değil bu. yalnızca biraz daha soyut. fakat, her ne kadar en yakın dostu da olsa ve hatta kafka ile çokça tartışmış ve bir şeyler öğrenmiş de olsa, max brod'un iddiasına katılmadığımı belirtmeliyim. tavşan dağa küsebilir, dağın umrunda olmayabilir, fakat tavşan bu saatten sonra neyi neden umursasın ki?

    şato, bir tanrı, bir inayet değildir. şato, toplumun öğrenilmiş kurallarının gizlice üretildiği soyut bir kavramdan ibarettir.

    devlet demekte ısrarcı olana lafım yok tabii.
  • şato romanında, kadastrocu (bay k.), akşam karanlığında şatonun köyüne varır, ama şatoya bir türlü giremez, oysa oradan çağırılmıştır, beklemeye karar verir, boşuna, bir mekan elde edemeden oradan oraya sürünür durur; bir okula hademe olarak atanır, ama ona bir oda verilmediği için, eğreti olarak sınıflarda yatar kalkar. uyumsuz (saçma) bir durumdur bu, eğretilik onun ruhunu da biçimlendirmektedir.
hesabın var mı? giriş yap