427 entry daha
  • şu entry'i (bkz: #54617690) girdikten sonra ''ben deee ben dee'' şeklinde bazı mesajlar aldım. maarri'den henüz bi geri dönüş almamış olsam da kuzenimin zamanında arşivlediği 20 maarri entry'sini huzurlarınıza sunuyorum.

    (bkz: asimilasyon hatası)

    ''ufak bir hatadır. (bkz: #45155605)

    gelin itiraf edelim, hepimizin zaman zaman dalgınlıkla asimilasyon yaptığı olur. beşer şaşar demişler sonuçta, insan bazen yorgun oluyor, bazen dikkatsiz oluyor, gözünden kaçıyor filan, bir bakmışsın hoop asimilasyon olmuş. elbette çok da büyütmemek lazım böyle şeyleri.

    bunun gibi benzeri başka hatalar da vardır, katliam hatası, soykırım hatası gibi mesela. pek çok ülkenin geçmişinde böyle hatalar yaşanmıştır. burada önemli olan nokta, hatalarımızdan ders çıkarmayı bilmemizdir. ancak ne kadar dikkatli olursak olalım, maalesef illa ki arada bir asimilasyon veya katliam yapabiliriz, insan faktörü sonuçta, hiçbir şeyin garantisi yok. mesela devlet farkında olmadan vatandaşlarının bir bölümünün anadilini yasaklayabilir, nihayetinde biliyorsunuz bürokrasi epey karışık bir ortam, weber'den bilirsiniz, epey keşmekeştir yani. bissürü evrak ıvır zıvır işleri dolanır ortalıkla, mevzuattır ottur boktur püsürdür derken arada gözden kaçabilir, bir bakmışsınız arada birkaç milyon insan asimile olmuş. yapacak bir şey yok. her yerde oluyor bunlar. aborjin'den tut inka'ya, kızılderilisinden afrikalısına, dünyanın her coğrafyasında yaşanmış maselef. büyük filozof fatih terim'in dediği gibi, everything is something happened.

    tabi, asimilasyonu hata olarak görmeyenler de mevcut olabilir, oluyor. mesela asimilasyon başlığında şöyle harikulade bir entry ile karşılaştım: (bkz: #39171584) bu arkadaş her kimse çabucak ulaşın, resmen harcanıyor, şimdiye unicef'in başında olması gerekirdi. çeşitli dillerin yok olmasını, insanlığın kültürel mirası açısından hakkıyla değerlendirecek böyle nadide beyinlerin özel korumaya alınması lazım.

    şakayı bir kenara bırakacak olursak, asimilasyonun, asimile eden açısından meşrulaştırılması, elbette, asimilasyona maruz bırakılanın aşağılık, vahşi, ilkel, barbar vs. bir kültüre sahip olduğu, aşağılanmayı hak ettiği ve asimilasyonun aslında kendisi için bir lütuf olduğu, kendi iğrenç kültüründen azat olup medenileşme şansının kendisine bahşedildiği algısı üzerine inşa edilir. bu açıdan, muktedir köpeklerinin üzerine düşen vazife de, sürekli bu aşağılıklık vurgusunu canlı tutmaktır, asimilasyonun bir hata olduğunu kabul etmek bu vurgu ile maalesef tezat oluşturur. yani unicef'in başına geçmesi gerektiğini düşündüğüm arkadaşın pozisyonu, asimilasyonun bir "hata" olduğunu düşünen arkadaşın pozisyonuna göre daha tutarlı bir pozisyon. bunları hesaba katalım lütfen.

    sartre, fanon'un "yeryüzünün lanetlileri" isimli muazzam kitabı için yazdığı muazzam önsözde, şöyle der:

    "deniz-aşırı topraklardaki askerlerimiz, metropollere özgü evrenselciliği reddederek, insan ırkına numerus clausus’u uygular: insanın hemcinsini soyması, köleleştirmesi ya da öldürmesi suç sayıldığından, onlar sömürge halkının insanın hemcinsi olmadığı ilkesini geçerli kılarlar. bizim vurucu güçlerimiz bu soyut kesinliği gerçekliğe dönüştürme görevini almışlardır: ilhak edilen toprakların sakinlerini gelişmiş maymun düzeyine indirgeyerek, sömürgecinin onlara yük hayvanı muamelesini yapmasını haklı çıkarmaları için emir verilmiştir. sömürgeci şiddeti, bu köleleştirilmiş insanları salta durdurmayı amaçlamakla kalmaz, onları insanlıktan çıkarmaya da çalışır. onların geleneklerini yok etmek, onların dilleri yerine bizim dilimizi yerleştirmek ve kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yerle bir etmek için elden gelen her şey yapılacaktır; yorgunluktan serseme döneceklerdir."

    velhasıl, muktedir köpekliği yapacaksak, hakkıyla yapalım, layığıyla yapalım. bize yakışan, bila kayd-ü şart sahibimizin, efendimizin yanında durmaktır. asimilasyonsa asimilasyon, katliamsa katliam, soykırımsa soykırım. hepsine eyvallah, hepsinin arkasında durmalıyız. öyle zora geldi mi geri adım atacaksak, götümüz başımız oynayacaksa, devletimizin kimi yaptıklarına "hata" filan diyecek olursak, bir yere varamayız. o işin sonu kötü olur, çünkü devletimizin hata yapabilen bir şey olduğunu kabul etmiş oluruz, itikadi açıdan kendimizi sıkıntıya sokarız, maazallah işin sonu toprak vermeye kadar gider.

    köpek isek, köpekliğimizi bilmeliyiz. braveheart izlediğimiz zaman sondaki "freedooom" çığlığına değil, kral edward'ın yatağındaki hazin ölümüne ağlamalıyız, bize yakışan budur. çünkü gerçek hayatta, hepimiz edward'ın, edward'ların yanındayız, kralımızın, devletimizin köpeğiyiz, muktedirlerin, müstekbirlerin askerleriyiz.

    unicef fahri başkanı arkadaşın şöyle bir entrysi ile sizlere veda edeyim. son cümleye epey güldüm: (bkz: #39621933) aşağılıyomuşum gibi algılanmasın lütfen.''

    (bkz: atatürk ve kötülük problemi)

    (zamanında bu başlığı açmış, ardından bütün entrylerimi silince öksüz bırakmıştım, ama öyle kalmasına gönlüm elvermedi, mevzu da güncelliğini korumaya devam ediyor zaten, o yüzden tekrar kopyalıyorum.)

    öncelikle: (bkz: kötülük problemi/@maarri)

    kısaca özet geçelim: din felsefesinin en kadim meselelerinden biri olan kötülük problemi, kabaca, ''mutlak iyilik sahibi ve her şeye gücü yeten, kadir-i mutlak bir tanrı varsa, dünyadaki bunca kötülük niçin var?'' sorusudur. bu soruya karşı cevap verme arayışına da, yani "tanrı'yı haklı çıkarma" çabasına da, ''teodise'' adı verilir.

    atatürk'ün icraatlerine yönelik yapılagelen savunmalar da, teologların kötülük problemine cevaben ileri sürdüğü argümanlarla epey paralellik gösterdiği için, mevzuyu bu açıdan masaya yatırmak hoş olabilir. o yüzden şimdi, teologların kötülük problemine karşı verdiği cevaplarla, atatürk'ü her hal-ü şartta savunmaya azmedenlerin takındığı pozisyonlar arasındaki paralellikleri inceleyeceğiz. güncel bir örnek olduğu için, dersim katliamı üzerinden gidelim.

    mevzuya karşı takınılan tavırları 4 başlıkta toplayabiliriz gibi:

    1. pozisyon: ''yok böyle bişi, ne alakası var, yok banane banane yok işte'' pozisyonu. mutlak nihilist pozisyon. olayı tümden inkar ediyor, hiç böyle bir şey olmadı, olamaz, mimkin değil diyor. ortada bir katliam filan yok, hepsi yalan, cart ve curt. ermeni soykırımı mevzusu başta olmak üzere pek çok mevzuda epey paylaşılan bir pozisyon, idi, ama zamanla terkedilmek zorunda kalınan bir pozisyon olmaya mahkum maalesef. dersim konusunda da paylaşılıyordu zamanında, ancak son yıllarda artık bu kafada olan kimse kaldı mı bilmiyorum, kaldıysa eğer yakalayıp getirin, müzede sergilemek lazım çünkü.

    kötülük problemi mevzusunda da, bu pozisyonun birebir karşılığı var. hatta süreç de #16702336 şurda anlatılana genel olarak benzer bir şekilde işliyor, olayı duyanların ilk tepkisi genel olarak inkar şeklinde gerçekleştiği gibi, mevzuyla ilk ilgilenen teologların yaklaşımı da, genel olarak, kötülüğün ontolojik varlığını reddetme şeklinde oluyor. bu yaklaşıma göre, kötülük diye bir şey yoktur, kötülük, adem-i iyiliktir, yani kötülük dediğimiz şeyler, iyiliğin yokluğudur. aynı karanlık gibi. ''karanlık'' diye bir şey yoktur, karanlık ışığın yokluğudur. çirkin kadın yoktur, az votka vardır. tanrı, zatı gereği kötülük yapmaz, kötü bir şey yaratmaz.

    pozisyonun avantajları: güzel bir kafası var. meşruiyet arayışına girmekle hiç uğraşmıyorsun, kendini yormuyorsun, bodoslama dalıyorsun her iddiaya, direk reddediyorsun, yok diyorsun, sen yok dediğin zaman yok olacağını zannederek mutlu oluyorsun. olayın berkeleyci tarz idealist bir havası da var bir yandan, ''var olmak algılanmaktır'' düsturundan hareket ediyor gibi, ama tabi pozisyonun sahipleri olayın felsefi zemininden haberdar mıdır bilemeyiz.

    pozisyonun dezavantajları: eninde sonunda göt oluyorsun. olay inkar edilemeyecek bir hale geldiği zaman sap gibi ortada kalıyorsun, hemen diğer pozisyonlara geçiş yapıyorsun, meşruiyet inşa çalışmalarına girişiyorsun.

    kötülük probleminde de, diğerlerine göre, en çürük pozisyon olduğu söylenebilir.

    2. pozisyon: ''atatürk yapmadı, miki yaptı'' pozisyonu. bu pozisyonun sahipleri, olayı inkar edemiyor, yani bir üst level'a geçmişler, ve atatürk'ün hatadan münezzeh bir tanrı olduğu gerçeğinden hareketle olayı açıklamaya girişiyorlar. en temel savunmaları, daha önce de belirttiğimiz gibi, ''atatürk iyiydi de çevresi kötüydü.'' hep çevresindekiler yaptı böyle kötü şeyleri, atatürk hiç bişi yapmadı.

    kötülük probleminde bu pozisyonun sahipleri de, kötülüğün varlığını kabul ediyor, ama bundan dolayı tanrının sorumlu tutulamayacağına dair açıklamalara girişiyor, buradan özgür irade vs. mevzusuna dalınıyor, olay gitgide kompleks bir hal alıyor. misal kimisi tanrı'nın insana cüz-i irade vererek kendi kudretini sınırladığı iddiasından yola çıkıyor, kimisi tanrının tabiat kanunlarıyla kudretine sınır çektiğini söylüyor, vs.

    avantajları: olay hepten inkar edilmediği için, ilk pozisyona göre daha sağlam ve ''vicdanlı'' bir duruş söz konusu gibi. yani ortada bir katliamın, bir kötülüğün var olduğu kabul ediliyor, yanlış yapıldığı teslim ediliyor, ama hatanın sahibi olarak atatürk'ten başka her şey gösteriliyor, bir şekilde adres şaşırtmacası sağlanmaya çalışılıyor.

    dezavantajları: bu pozisyonun önemli dezavantajları söz konusu, kötülüğün varlığını açıklamak için, başta temel alınan öncüllerden vazgeçme temayülü ortaya çıkabiliyor, bu temayül tanrının sıfatlarını kesip biçme şeklinde tezahür edebiliyor. yani kötülüğü açıklayabilmek için, tanrı'nın kadir-i mutlak olduğu inancından taviz vermek gibi netameli bir pozisyona düşülebiliyor, tanrı'nın gücünün her şeye yetmediği gibi bir anlamın çıkarılabileceği duruşlar sergileniyor.

    atatürk'ü dersim katliamından ve diğer binbir çeşit olaydan sıyırmak için gösterilen çabalar da, benzeri dezavantajlara sahip. bir yandan ''o ülkemizi yoktan var etti, o olmasaydı babamız kimdi bilemezdik'' diye nutuklar atıyorsun, bütün iyilikleri ve başarıları tanrı'ya, pardon atatürk'e atfediyorsun, her şeyi tek başına yapmış gibi kutsayıp yüceltiyorsun, ama sonra açıklayamayacağın ve inkar edemeyeceğin bir kötülükle karşılaşınca hemen çamura yatıyorsun, atatürk'ü ''tek adam'' konumundan çıkarıyorsun, kudretini sınırlıyorsun, çevresinde olup bitenden habersiz, veya çevresindekilere söz geçiremeyen, arkasından işler çevrilen basiretsiz bir adam konumuna düşürüyorsun, itikadi açıdan kendini büyük sıkıntıya sokuyorsun.

    3. pozisyon: ''evet atatürk yaptı, yaptı ama hele bir sor niye yaptı'' pozisyonu. bir başka adıyla, ''dönemin şartları'' pozisyonu. anlaşılcağı üzere, bu pozisyon, olayı tamamen kabul ediyor, atatürk'ün baş sorumlu olduğunu da kabul ediyor, ve ''devletin bekası için yapmak zorundaydı, başka türlüsü mümkün değildi'' gibisinden bir meşruiyet arayışına girişiyor.

    bu pozisyonun kötülük problemindeki izdüşümü de, leibniz ve gazali gibi bir ontolojik dalış oluyor: ''bu dünya yaratılabilecek mümkün dünyalar arasında en iyisidir'' diyorlar, birileri de karşı çıkıp vay efendim sen kim oluyorsun da tanrı'nın kudretine sınır çekiyorsun filan diye atar yapıyor, tanrı istese daha iyisini yaratamaz mı diyorsun ne demek istiyorsun sen yani açık konuş diye tehditler savuruyor, ortalık karışıyor.

    avantajları: diğer iki pozisyona göre, en tutarlı pozisyon. hiçbir inkar yok, hiç devekuşu gibi başını kuma sokmalar yok, olan biten her şeyi kabul ediyorsun. ama olayı tamamen de sahiplenmiyorsun, yani bir yandan ortada biraz nahoş bir durum olduğunun da farkındasın, yani vicdandan tamamen feragat etmiyorsun hala, ama bu noktada tarihsel determinizme doyamayarak, başka türlü bir şey yapılamayacağını iddia ediyorsun. sadece dersim katliamı değil, kürt meselesinin kökeni dahil her türlü mevzuda epey işlevli bir pozisyon. istiklal mahkemeleri, şark ıslahat planı, takrir-i sükun, kürtçe'nin çarşıda pazarda dahi konuşulmasının yasaklanarak doğrudan asimilasyona girişilmesi, vs. hepsi yapılmak zorundaydı, homojen bir ulus devlet olmak için başka çare yoktu. bakın ne de güzel muhteşem bir ulus devletimiz var şu an, 90 yıldır yüzbinlerce kürdün ve türkün canına mal olsa da, sonuçta devletimiz işte, atsan atılmaz, satsan satılmaz. vatan sağolsun. icabında hepimiz ölelim de, devletimiz kaim olsun. efendim? devlet benim güvenliğimi korumak için var, insan gibi yaşayabilmem için var, en azından öyle olmalı; benim canıma kasteden, varlığımı reddeden, dilimi konuşmamı yasaklayan devlet yerin dibine batsın mı diyorsunuz? çok ayıp. devlet bizim için değil, biz devlet için varız.

    dezavantajları: tarihsel determinizme fazla yüklenmeden dolayı kısa devre yaşanabiliyor, ''yaratılabilecek mümkün dünyalar arasında en iyisi'' argümanında olduğu gibi, itikadi açıdan sıkıntılı durumlar doğabiliyor. atatürk'ün ''mümkün türkiyeler arasında en iyisi''ni yarattığı, daha iyisinin olamayacağını savunarak atatürk'ün kudretini sınırlamış oluyorsun, atatürk'ü tarihsel şartların kaçınılmaz olarak belirlediği bir figür konumuna indiriyorsun, o ''olympos'tan inerek bizleri kahrolası düşmanlardan ve padişahlardan yıldırımlar saçarak kurtaran, hepimizi yoktan var eden, babamızın kim olduğunu bilmemizi sağlayan süper kahraman atatürk'' imgesine zarar vermiş oluyorsun. madem yapılan kötülüklerden dolayı atatürk'ü sorumlu tutamayız, onu suçlayamayız, o dönemin şartları belirledi tamamen diyorsun, öyleyse atatürk'ü niçin tarihin akışını değiştiren, dönemini altüst ederek yoktan yaratan bir tanrı olarak satmaya kalkışıyorsun, niçin iyi olarak gördüğün eylemlerinden dolayı onu yüceltiyorsun? bu nasıl bir tarihsel belirlenimdir ki, bütün kötülükleri açıklıyor, ama bütün iyilikler atatürk'ün zatından kaynaklanıyor, onun başarısı oluyor? eğer yaptığı kötülüklerden dolayı atatürk'ü sorumlu tutmayacaksak, onu suçlamayacaksak, yaptığı iyiliklerden dolayı da onu yüceltmemeli, tebrik etmemeliyiz, sonuçta onlar da dönemin şartları sonucu kaçınılmaz olarak gerçekleşen, tarihsel koşulların belirlediği sonuçlar.

    bu sorulara karşı, dut yemiş bülbül gibi kalıyorsun, özetle temel dezavantajın bu.

    4. pozisyon: ''evet atatürk yaptı, çok güzel de oldu, çok iyi güzel oldu taam mı!'' pozisyonu. mutlak faşist pozisyon. aynı 3. pozisyonda olduğu gibi, bu pozisyon da olayı tamamen kabul ediyor, atatürk'ün baş sorumlu olduğunu da kabul ediyor, ama ''yaptı ama hele bir sor niye yaptı'' gibi çekingen bir duruş sergilemeyerek, direk ''iyi ki de yapmış, oh olmuş, gene olsa gene yapmak lazım'' diye bodoslama dalıyor. kimisi pozisyonu daha da uç noktalara taşıyarak, ''az bile yapmış, keşke hepsinin soyunu sopunu kurutsaymış da, kimse şimdi çıkıp dedelerinin hesabını soramasaymış'' diyebiliyor. (ermeni soykırımında da aynı tutuma rastlamak mümkün.)

    bu pozisyonun kötülük probleminde doğrudan karşılığı yok gibi, çünkü vicdandan tamamen vazgeçiş söz konusu. bu tutumun sahibi, tanrı'nın mutlak iyilik ve merhamet gibi vasıflarından vazgeçmek mecburiyetinde, böyle bir şey de ibrahimi dinlerin tanrı anlayışından kopuş anlamına geliyor. ama atatürk özelinde devlete karşı takınılan tutum, ''tanrı her ne yarattıysa iyidir ve güzeldir, biz kötü algılasak da o netice itibariyle iyidir, biz tanrının hikmetini bilemediğimiz için kötü algılıyoruz, vs.'' tutumuyla paralellik arz ediyor. devlettir, ne yapsa yeridir, iyidir ve güzeldir. ''güya ikaz için doğal afetler nasıl kullanılabiliyor, kavimler topyekun nasıl yok edilebiliyor, kötülerin yanında masumlar niye ölüyor, iyilerin çektiği bunca acı niyedir?'' veya ''tanrı yarattıklarının büyük çoğunluğunun cehenneme gideceğini bile bile niçin yarattı?'' sorusuna karşı takınılan kimi tutumlar da benzeri mahiyette olabiliyor, insana atfedilen cüz-i iradeye aşırı vurgu yapılarak, ''hepsi hak ediyor, tanrı az bile yapıyor'' gibisinden savunmalar gelebiliyor, hristiyan teolojisindeki, bilhassa augustin'de ortaya çıkan ''ilk günah'' mevzusunun ağırlığı da buradan neşet ediyor.

    avantajları: tutarlılık açısından 3. pozisyondan bile kuvvetli. hiçbir inkar yok, hiç devekuşu gibi başını kuma sokmalar yok, olan biten her şeyi kabul ediyorsun ve üstüne sonuna kadar savunuyorsun, katliamı yapanların doğrudan mirasçısı olarak öne atılıyorsun. 3. pozisyondaki gibi, ortadaki durumun ''nahoş'' bir durum olduğu düşüncesinde değilsin, bilakis her şey gayet muhteşem. vicdanı tamamen elden çıkardığın için, hiç kendini herhangi bir tartışmaya sokmuyorsun, iletişim kurulabilecek bir muhatap olmaktan çıkıyorsun.

    dezavantajları: beyni devlet tarafından istimlak edilmiş, devlet-i ali'nin bekası dışında hiçbir etik ilkesi olmayan, toplumun üstünde ve aşkın transandantal bir varlık olarak kutsiyet atfettiğin ''devlet'' söz konusu olduğu zaman her türlü rezilliğin işlenebileceğini savunarak ahlaktan ve vicdandan, kısacası insanlıktan istifa etmiş, su katılmamış bir faşist olduğunu tescil ettirmiş oluyorsun.

    son olarak, şunu belirtmek lazım. bu pozisyonların sahipleri, atatürk'ü eleştirenlerden önce, kendi aralarında kapışmak zorundalar. yani önce kendi aranızdaki tartışmayı bitirip, ortak bir pozisyonda uzlaşmalı, ondan sonra atatürk'ü eleştiren vatan hayinlerine karşı net bir cevapta ittifak etmelisiniz. şu halinizle, bölünmüş durumdasınız, bu da kötü oluyor, vatan hayinlerine koz vermiş oluyorsunuz. birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, dış mihrakların kışkırtmasıyla böyle oyunlara alet olarak bölünmemiz çok acı verici.

    bir kez daha bize ayrılan sürenin sonuna geldik. haftaya yine aynı gün aynı saatte buluşmak üzere, hepinizi hasretle kucaklıyor, sevgiyle öpüyorum.

    (bkz: ermeni soykırımı)

    soykırımın sorumluluğundan var gücüyle kaçma, inkar etme, kafayı kuma gömme, hiç olmadı kürtlerin üzerine yıkma arayışının tek bir tedavisi var: milliyetçiliğin bir hastalık olduğunu idrak etmek ve hastalıkla yüzleşmek.

    soykırım, bu ülkede yaşayan herkesin, milliyetçiliğin niçin hastalık olduğunu, yanlış olduğunu, akla ve vicdana aykırı olduğunu idrak edebilmesi için bir fırsat. türklüğü de, kürtlüğü de sarıp sarmalayarak sahiplenmenin, yüceltmenin, kutsamanın, ne pahasına olursa olsun savunmanın altını tek başına oyabilecek bir suç ortaklığı. bu suçu inkar etmek, hafifleştirmek, meşrulaştırmak, suç ortaklığını nesilden nesile taşımak demek.

    "bize soykırımcı diyorlar"

    hayır, mevzuyu böyle algılayarak, suça ortak oluyorsunuz, belki ermeni milliyetçileri tarafından yapılan ithamı haklılaştırıyorsunuz bir nevi, kendi kendini gerçekleştiren kehanet oluyor. bütün türkleri soykırımcılıkla, gaddarlıkla, barbarlıkla, zulümle itham etmek, yalnızca milliyetçi bir kafanın ürünü olabilir, neyse ki bunu yapan çok kişi yok, ama böyle algılayan çok kişi var, ve bu algı da elbette yalnız milliyetçilikle mümkün olabilen bir algı.

    buradan çıkarman gereken sonuç, gaddar, vahşi, vicdansız bir millet olduğun değil. başka hiçbir milletten daha aşağı değilsin.

    ama daha üstün de değilsin. mesele de bu zaten, kabullenemediğin nokta bu. tarih boyunca dünya üzerindeki pek çok topluluğun uygun koşullar gerçekleştiği zaman işlediği bir suçu işledin, yalnız değilsin, senin yerinde başkaları da olsa aynı suçu işleyebilirdi, nitekim işlediler. tarafları değiştirsek, aynı suçu ermeniler de işleyebilirdi, kısacası kendini kimseden farklı görmene lüzum da yok, imkan da yok. türk olarak doğmak elinde değildi, elinde olmayan, tercih etmediğin bir varoluş formasyonunu mutlak ahlaki format belleyip yüceltmen de, aşağılaman da anlamsız. varoluşunun değerini türklükte, kürtlükte veya ermenilikte araman, anlamsızlığın soykütüğü.

    soykırım, işte bu arayışının zeminini dinamitliyor, bu yüzden bu kadar kızgınsın. kendine dair temelsiz sanrılarının, ne kadar yüce, ne kadar merhametli, ahlaki açıdan diğer milletlerden ne kadar farklı ve üstün olduğuna dair içi boş varsayımlarının altını dinamitliyor, bu yüzden kabullenemiyorsun. "türk soykırım yapmaz" diyorsun, ya da "müslüman soykırım yapmaz" diyor bir başkası. hayır, yapar, yaptı, yapıyor. türk de soykırım yapar, kürt de yapar, müslüman da yapar, hristiyan da yapar. ahlakı yanlış yerde arıyorsun, bu yüzden bu kadar histerikleşiyorsun, bu yüzden gitgide saldırganlaşıyorsun.

    soykırımı, ittihatçıların devleti organize etti, teşkilat-ı mahsusa yol açtı, sivil halk da türküyle kürdüyle iştirak etti. hukuki açıdan esas sorumlu devlettir, yalnızca bizzat katlettiklerinden değil, katledilmelerine imkan tanıdıklarından, göz yumduklarından, görmezden geldiklerinden de esas sorumludur. kendi vatandaşı olan milyonlarca insanı, suriye'nin çöllerine doğru, her türlü saldırıya karşı savunmasız bir şekilde, doğrudan katliam olmasa bile açlıkla, hastalıkla yok olup gidecekleri aşikar olan bir yolculuğa çıkardığı için esas sorumludur.

    manevi açıdan da, bu insanlık suçunu inkar eden, yok sayan, haklılaştıran, devletin bekası için yapıldığını iddia ederek meşru gören herkes suç ortağıdır, müştereken ve müteselsilen sorumludur. kendinizi bu mirasın temsilcisi olarak addedip, soykırımın failleriyle kendinizi özdeşleştirip, devletin imamlığında namaza duruyorsanız, evet siz de suçlusunuz, siz de sorumlusunuz.

    ama böyle yapmamak, dolayısıyla böyle hissetmemek de elinizde. sizler devletiniz değilsiniz, sizler insansınız. sizler eşi benzeri olmayan kar taneleri değilsiniz, sizler uygun koşulları bulabildiği zaman, ya da kendisini yeteri kadar tehdit altında hissettiği zaman, ya da yeteri kadar büyük yalanlara inandırıldığı zaman, her türlü cinayeti, tecavüzü, iğrençliği işleyebilen varlıklarsınız, dünya üzerindeki bütün insanlar gibi. insan, işte bu yüzden aşılması gereken bir varlıktır, aşmanın yolu da, rasyonel zemin üzerine oturtulmuş bir vicdanı birlikte inşa etmektir.

    devletin, ittihatçıların, teşkilat-ı mahsusanın mirasını sahiplenmeyin, talatları, cemalleri, bahaettin şakirleri atanız olarak görmeyin, ermenileri, süryanileri, keldanileri, eline geçirdiği bütün gayrimüslimleri katleden, kadınlarına tecavüz eden, evlerini gasp eden türkleri ve kürtleri atanız olarak görüp sahiplenmeyin. ermenilere kucak açan, ermeni çocuklarını evine saklayıp gizleyen, icabında canı pahasına onları korumaya çalışan türkleri ve kürtleri sahiplenin, onların mirasına sahip çıkın. trabzon'daki ermenileri toplayıp gemilere doluşturup karadeniz sularına gömen trabzon valisi cemal azmi'yi değil, konya'daki ermenileri civar köylere saklayıp tehcirden korumaya çalışan, tehcirin "milli mefkûre" olduğunu söyleyen merkez komiteye karşı "hangi milli mefkure? böyle bir zulme milli mefkure demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir" diyen, nihayetinde de görevden alınarak sürülen konya valisi cemal bey'i atanız olarak görün. savaştan sonra yargılandığı zaman aynen nürnberg mahkemelerinde savunma yapan nazi subayları gibi "ben yalnızca emirleri uyguladım" minvalinde konuşan boğazlıyan kaymakamı kemal bey'i değil, kendisine iletilen tehcir emrine karşı "ben valiyim, eşkıya değil" diyerek emri uygulamayı reddeden, sonucunda da doğal olarak görevden alınan ankara valisi mazhar bey'i atanız olarak görün.

    kısacası, türklüğü veya kürtlüğü yüceltmeyin, insanlığı, vicdanı yüceltin, türklüğe veya kürtlüğe atfettiğiniz ahlaki değerleri yüceltin, sahiplenin. ermeni olarak, japon olarak, brezilyalı veya etiyopyalı olarak doğsaydınız da aynen sahiplenebileceğiniz değerleri yüceltin.

    "kabul edersek tazminat isterler, toprak vermeye kadar gider bu iş"

    asıl mevzu bizim tarihimizle, devletimizle yüzleşmemiz ve hesaplaşmamızdır, ve bu açıdan, soykırımı kabul etmenin maliyeti, kabul etmemenin maliyeti karşısında bir hiçtir. biz devletin bekasının insan hayatından daha değerli olduğuna inandığımız sürece, geçmişte işlenen bütün devlet cinayetlerini bu bakışla meşrulaştırdığımız sürece, devlet bize yaslanarak cinayet işlemeye devam edecek. http://www.internethaber.com/…da-edilir-629534h.htm

    bu gerçekle yüzleşmediğimiz sürece, demokrasi namına, insan hakları namına yaşanabilir bir ülke olamayacağız. bu milliyetçilik hastalığından kurtulamayacağız, kendimizi dünyanın merkezinde görüp, herkesin işini gücünü bırakıp bizimle uğraştığı gibi saçma bir paranoyadan, bunun kaçınılmaz sonucu olan yalnızlaşmadan ve irrasyonelleşmeden kurtulamayacağız. soykırımı kabul etmemek bize asgari bir demokrasinin zerresini bile teneffüs edememeye mal oluyor, bunun değerini, milyar dolarlarla ölçemezsiniz.

    tazminat, olsa olsa sembolik bir rakam olur, toprak talebi ise, ciddiye alınabilir kuvvette dile getirilen, paylaşılan bir talep bile değil, üç beş ermeni milliyetçisi dışında. artık bu toprak fetişizmini bırakalım, çizdiğimiz saçma sınırları anlamsızlaştıracak bir dünya isteyelim. bırak toprak vermeyi, ermenistan'la sınırları kaldıralım, türkün toprağı ermeninin olsun, ermeninin toprağı türkün olsun, buna yönelik politikalar geliştirelim, bunun için mücadele edelim. dünya, milliyetçilerin eline bırakılmayacak kadar değerli, en azından ona bu değeri verebilmemizi sağlayabilecek bir hale dönüşmesi için yaşayalım.

    hrant'ın dediği gibi, ermenilerin bu topraklarda gözü var, ama bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip altına girmek için: https://www.youtube.com/watch?v=bzwycb9lurg
    384#50758969 22.04.2015 16:59maarri•••
    soranlar oluyor, kaç para alıyorsun ermenilerden diye. aylık 15000 dolar alıyorum arkadaşlar, ama bu ay biraz eksik yatırdılar, canımı sıktılar, biraz daha bekleyeceğim, yine yatırmazlarsa kendileri bilirler, ermenicilerin hain planlarını bir bir deşifre ederim buradan, size söz veriyorum.

    gelgelelim. (bkz: #50785757) bunun üzerinden gideyim.

    hayatımda ilk tanıştığım ermeni arkadaş, bir dolmuşta yer verdiği başörtülü teyzenin kendisine teşekkür edip nereli olduğunu sorması üzerine "ermeniyim ben teyze" deyince, teyzenin "estağfurullah evladım" dediğini anlatmıştı. o geldi aklıma şimdi.

    tanıştığım ikinci ermeni arkadaş da, 4-5 yaşlarında çocukken sokağa çıktıkları zaman ermenice konuşunca annesinin, babaannesinin azarladığını anlatmıştı. evde konuştuğu dili sokakta niçin konuşamadığını anlayamadığını anlatmıştı.

    her neyse. ne diyoruz? "müspet değerler" diyoruz. bu müspet değerlerin başında, konuştuğumuz mevzu açısından, adalet ve hakkaniyet geliyor, bunlardan bahsetmeye başladığımız anda da bir etik çerçevesi kurmaktan ve vicdana yaslanmaktan kaçamayız. yani daha önce "ne vicdanı yea, ne ahlakı" vs. minvalinde geliyordun, o gelişlerinin niçin anlamsız olduğunu daha fazla izah etmekle uğraşmayacağım. argümanların beni adaletsizlikle itham ediyor, bunun üzerine biraz düşünürsen, daha önce "vicdana yaslanarak kendini haklılaştırıyorsun" gibi bir ithamda bulunmuş olmanın anlamsızlaşacağını idrak edebileceğini anlatmaya çalıştım, kısacası ahlak mevzusunda kafan çok karışık, bence kafanı toparlamaya çalıştıktan sonra daha nitelikli bir şekilde konuşabiliriz.

    ilişkiler tek taraflı değil, çift taraflı da değil, epeyce çok taraflıdır, ve bir problem varsa bu tek taraftan değil, çift taraftan da değil, epey girift bir ilişkiler yumağından, izini big bang'e kadar sürebileceğimiz muazzam bir nedensellik zincirinden kaynaklanmaktadır. ahlak felsefesine dalmadığımız gibi, tarih felsefesine de dalmayalım, çünkü ermeni soykırımını tartışırken aslında tam olarak neyi tartıştığımızı anlamaktan epey uzaksınız, 100 yıl önce bir şeylerin olup olmadığını, olduysa eğer kimin suçlu olduğunu vs. tartışmayı, mazide kalmış, olmuş bitmiş bir tarihi yerli yerine oturtmayı aşan bir tartışmanın içindeyiz, doğrudan bugünümüzü şekillendiren, 100 yıldır süreklilik arz eden bir devlet politikasını, bir resmi ideolojiyi, ve bu resmi ideoloji üzerinden hala meşrulaştırılan hak ihlallerini tartışıyoruz.

    soykırım, bu ülkede demokrasinin de, çoğulculuğun da, çeşitliliğin de, renkliliğin de, laikliğin de rezil bir seviyede olmasını açıklayan mevzulardan biri; mübadeleler, 1934 trakya saldırıları, 6-7 eylül saldırıları üzerinden hrant dink'e, misyoner cinayetlerine kadar uzanan bir sürekliliğin ilk büyük ifadesi. homojen, üniter bir ulus devlet tahayyülü üzerinden yok edilen, sürülen, mübadele edilen, nihayetinde de devlet tarafından yapılan organizasyonlarla sivil halkın katliam ve yağmalarına karşı savunmasız bırakılarak korkutulan ve kaçırılan gayrimüslimlerin 100 yıldır maruz kaldıkları hak ihlallerini bir bütünlük içinde ele almak istediğimiz zaman, devletin kurucu fabrika ayarlarını soykırımda bulabiliyoruz. soykırımla yüzleşmek ve hesaplaşmak, işte bu yüzden önemli.

    8 sene önce katledilen hrant'ın davası hala bitmedi, hala aydınlatılmadı, işin içinde olduğu apaçık ortada olan sürüyle devlet görevlisi, cinayetten aylar önce haberdar olduğu kesinleşen subaylar, katille ve azmettiricilerle ilişki içinde olan emniyetçilere, istihbaratçılara hiçbir şey yapılmadı, bunlar terfi bile aldılar, hala aramızda dolaşıyor, hala devlet hesabına çalışmaya devam ediyorlar. yine 8 sene önce malatya'da boğazları kesilerek vahşice katledilen misyonerlerin davası da hala bitmedi, tutuklu katiller ve onlarla ilişkide olan subaylar (eski il jandarma komutanı da var içlerinde) hepsi geçen yıl serbest bırakıldı, üç kişiyi bıçakla yavaş yavaş doğrayan bu vahşi yaratıklar ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşıyor şu an, maktullerin yakınları korkudan sokağa çıkamıyorlar.

    soykırım olmuş bitmiş bir şey değil, 100 yıldır süregelen bir şey. devlet yüz yıldır gayrimüslim vatandaşlarını öldürüyor, tehcir ediyor, her vesileyle kovmaya çalışıyor, gitmemekte direnenlerin haklarını gasp ediyor, vakıflarına el koyuyor, ülkeyi onlar için yaşanmaz hale getiriyor, bütün bu suçlarına sivil halkı da ortak ediyor, çoğu zaman arka planda organize edici, azmettirici, ortam hazırlayıcı olarak görevini yapıp gerisini sivil katillere bırakıyor. 6-7 eylül'ün bir özel harp dairesi işi olduğunu, başarıya ulaştığını söyleyen emekli orgeneral, mgk sekreteri ile, ogün samast'la karakolda fotoğraf çektiren polisler arasında bir süreklilik var. teşkilat-ı mahsusa ile jitem arasında bir süreklilik var.

    http://www.candundar.com.tr/_v3/#did=2667

    geçtim gayrimüslimleri, geçtim kürtleri, alevileri, en makbul kimlikleriniz bile bu devletin nezdinde insan yerine koyulmanız için yeterli değil. sarıkamış'ta resmen ölümün koynuna fırlatılan on binlerce insanla, daha üç sene önce afyon'da gece vakti cephanelik düzenletilen ve patlamayla havalara uçan, vücudunun parçaları etraftan zor toplanan, hiçbir sorumlusunun ceza almadığı, tutuklu bile yargılanmadığı katliamın kurbanları olan 25 asker arasında da bir süreklilik var. "üç beş füze attırırım gerekirse, savaş çıkarırım" diyen devlet aklı hiçbir zaman değişmedi. aynı devlet, zorla silah altına aldığı, kendi iğrenç tahakkümünü sürdürmek için ölmeye öldürmeye yolladığı gençler için sadece anlamsız ve haksız savaşları değil, en güzel intihar ortamını da hazırlıyor, son on yılda intihar eden asker sayısı, şehit olan asker sayısından daha fazla: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28448734.asp

    kısacası, sen kendi vatandaşını, kendi türk, müslüman, sünni, yani makbul kimlik kriterlerinin hepsini karşılayan vatandaşlarını bile, eğer yoksulsa, sahipsizse, it yerine koyan, köpek muamelesi çeken bir devletin evladısın. bıkmadan, usanmadan öldüren, öldürten, intihar ettiren, ve hiçbir şey olmamış gibi hayatın kaldığı yerden akıp gitmesini sağlayan bir devletin evladısın. ey türk evladı, devletini tanı!

    peki. devlet nasıl bu kadar rahat cinayet işleyebiliyor, nasıl vatandaşlarının hayatını bu kadar rahat hiçe sayabiliyor, devlet mahkemeleri nasıl kurbanlarla bu kadar açık dalga geçebiliyor, devlet neden bu kadar pervasız?

    çünkü işlediği bütün cinayetleri meşrulaştıran bir ideolojiyi, doğduğu andan itibaren bütün vatandaşlarına pompalıyor, devlet cinayetlerini haklılaştırmak için kıçını yırtan bir zombiler sürüsü yaratıyor, ve bu kitleleri, sıçtığı bokları temizlemesi için tuvalet kağıdı olarak kullanıyor.

    işlenen her devlet cinayetini haklılaştırmak için, maktulleri suçlayan, hiç olmazsa sorumluluğun yıkabildiği kadarını onlara yıkmaya çalışan bir ezeli refleks sayesinde bu tartışmayı yapıyoruz. ne yapıp ne edip, sorumluluğun mümkün olduğu kadarını ermenilere yüklemeye çalışıyorsun, elinden geldiğince ortadaki pisliği temizlemeye çalışıyorsun.

    avrupa insan hakları mahkemesi'nin, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının ihlali, polisin orantısız güç kullanımı ve ilgili yaşam hakkı ihlalleri ile ilgili davalarda özellikle vurguladığı, tekrar tekrar vurguladığı bir şey var. hepsi her zaman "göstericilerin içinde şiddete başvuranlar vardı, gösteri barışçıl değildi" şeklinde savunma yapan devletlere karşı, aihm hep aynı noktayı vurguluyor: şiddete başvurmayan göstericilerin hakkını ihlal edemezsin arkadaşım. yani misal, eğer 10000 kişilik bir kalabalık toplandıysa, bu kalabalığın içinden 50 kişi, 100 kişi şiddete başvuruyor, etrafa taş atıyorsa, sen bütün bu gösteriyi gayrimeşru ilan ederek bütün göstericilere gaz bombalarıyla saldırıp dağıtamazsın, şiddete başvurmayan göstericilerin gösteri yapma hakkını ihlal edemezsin. devletsen eğer, gidip o 50 kişiyi, 100 kişiyi tespit edeceksin, onlara müdahale edeceksin, nasıl yapacağını ben bilmem, sen vatandaşlarının hakkını korumakla mükellef olan ve meşruiyetini bu iddiadan alan bir devletsen eğer bunu yapacaksın, işin kolayına kaçıp bütün göstericilere kuduz köpek gibi saldıramazsın. saldırırsan eğer ben seni tazminata mahkum ederim diyor aihm.

    ve sen şimdi kalkmış, üç beş tane ermeni çetesinin işlediği cinayetler yüzünden, üç beş bin kişilik ermeni örgütleri yüzünden, yurdun dört bir yanındaki 1 milyondan fazla ermeni'nin tehcir edilmesini meşrulaştırmaya çalışıyorsun aklın sıra. edirne'deki, kırklareli'ndeki, bursa'daki, konya'daki, afyon'daki, kütahya'daki, her şeyden habersiz yaşayıp giden ermenilerin bile kadın çoluk çocuk demeden yerinden yurdundan edilmesinin, yok edilmesinin sorumluluğunu, taşnaklara da yıkmaya çalışıyorsun aklın sıra.

    işte sen bu kafa yüzünden rezil bir haldesin. işte sen bu kafa yüzünden, aihm'in kurulduğu 1959 yılından bu yana, konsey üyesi 47 ülke arasında, hakkında en çok dava açılan, en çok mahkumiyet alan ülkesin. adil yargılanma hakkının ihlalinden dolayı en çok ceza alan ülkesin. ifade özgürlüğü ihlalinden dolayı en çok mahkum edilen ülkesin, en yakın rakibine neredeyse 5 kat fark atmış durumdasın. işkence ve kötü muamele yasağının ihlalinde de başa oynuyorsun, rusya'nın ardından ikincisin.

    işte senin bu kafan yüzünden bok gibi bir ülkede yaşıyoruz güzel kardeşim. çünkü sen bu bokluğu meşrulaştırmak için yırtınıyorsun, sen bu bokluğun eleştirilmesini, düzeltilmek istenmesini "vatan hainliği" olarak, "türk düşmanlığı" olarak yaftalayarak ülkeyi bu kadar yaşanmaz hale getiriyorsun. bir bataklığın içine doğup büyüyorsun, içine doğduğun bataklığı cennet belleyip belletmeye çalışıyorsun.

    ittihat terakki'den taşnaklara geçeceksek, taşnaksütyun'un ve diğer ermeni örgütlerinin niye ortaya çıktığına da gidelim, berlin antlaşmasına, daha da öncesine gidelim. ama yok, sen muhteşem bir devlettin, bütün vatandaşlarına hiç ayrımcılık yapmadan muhteşem bir hayat sunuyordun, hep kahrolası emperyaliklerin kışkırtmaları yüzünden bütün halklar sana isyan etti, yoksa sen sütten çıkmış ak kaşıktın, ama mecbur kalıp katliam yaptın, soykırım yaptın, asimilasyon yaptın. kürtleri de pis emperyalikler kışkırttı, durduk yere isyan ettirdi. yoksa senin bir zulüm yaptığın, vatandaşlarını it yerine koyduğun, haklarını gasp ettiğin, yok saydığın nerede görülmüş ki, soykırım yapasın? gerçekten büyük iftira, büyük haksızlık. hep tek taraflı bakıyoruz :( sen narsist ve paranoyak bir hasta değilsin, biz kötü niyetli, devamlı seni arkandan vurmaya çalışan, senin yüce merhametinin ve adaletinin kıymetini bilmeyen nankör hainleriz, sen muhteşem bir devletsin evet.

    sen kendi askerine, kendi savcısına, kendi subayına, kendi emniyet müdürüne bile yeri geldiği zaman zerre kadar acımayan bir devletin evladısın güzel kardeşim, artık tapındığın tanrıyı tanı.

    tehciri, soykırımı, böyle saçmalıklarla meşrulaştıramazsın, boşuna kasma. nasıl ki şu an pkk'yı gerekçe gösterip ülkenin her tarafındaki milyonlarca kürdü tehcir etmeye kalkışamayacağın, ve pkk üzerinden bunu meşrulaştırmaya kalktığın zaman saçmalamış olacağın gibi. bu saçmalıkta ısrar ettiğin sürece daha da rezil oluyorsun, daha da yalnızlaşıyorsun, daha da manyaklaşıyorsun, daha da paranoyaklaşıyorsun. dünya artık soykırım olup olmadığını tartışmıyor bile, sen kafanı kuma gömmüş bir şekilde gerçeklerden kaçmaya çalışıyorsun, ama açıkta olan kıçını herkes görüyor. hastanenin ortasına sıçıp kaçtığını zannediyorsun, ama ortada apaçık bir bok var, ne yaparsan yap saklayamıyorsun. akıntıya karşı kürek çekiyorsun, on yıllardır her mevzuda bunu yapıyorsun, kürt meselesinde de yaptın. edebildiğin kadar inkar ediyorsun, yok sayıyorsun, bir noktadan sonra daha fazla inkar edemez hale geliyorsun, yaptıklarını inkarı bırakıp meşrulaştırmaya çalışıyorsun, karşındakileri suçlamaya çalışıyorsun, sorumluluğunu gözden kaçırmak için elinden gelen her şeyi yapıyorsun, daha fazla yok sayamadıklarını küçümsemeye, aşağılamaya başvurarak nefretini boşaltıyorsun. 10 yıl öncesine kadar kürt meselesi hakkındaki bütün fikri "kürt diye bir şey yok ulan, pis bölücüler, türksünüz işte, bölücülük yapmayın"dan ibaret olanlar, şimdi muhataplarını zorla kürt yapıyor, "ben türküm kardeşim, anadilim türkçe, ülkenin en batısında doğdum" dememe rağmen ısrarla dönüp dolaşıp "kürtsün, türk düşmanısın kabul et pis kürtçü" diyor.

    inkarın sonu yok, soykırımı da eninde sonunda kabul edecek herkes. genocide kavramını üreten ve bm'ye sunan raphael lemkin, bu kavramı ermeni tehcirine bir isim koymak için üretti, (kendi ağzından duymak için: https://www.youtube.com/watch?v=mobygla7fdc)

    yani biz şu an "soykırım mıydı değil miydi" diye tartıştığımız zaman, soykırım kavramının üretilmesine neden olan olayın soykırım olup olmadığını tartışmış oluyoruz, işte bu kadar ahmakça, bu kadar saçma, bu kadar irrasyonel bir davanın içindeyiz. devlet, bu kadar inkarda ısrar ederek, daha sonra da bu kadar meşrulaştırma çabasıyla yırtınarak, işi kendi elleriyle bu kadar içinden çıkılmaz bir hale getirdi, hala da bu saçmalıkta ısrar etmeye devam ediyor. bir yalana ne kadar büyük yatırım yaparsanız, itiraf etmesi de o kadar zor olur. inkar ettikçe inkara olan bağımlılığınız gitgide artar, çünkü inkardan dönmenin maliyeti gitgide artar, kendi kendinden beslenen inkar olur. (bkz: path dependence)

    ermeni çetelerinin işlediği cinayetlerle, ermenilerin yüzleşmesi gerekiyor, biz bu pisliği böyle örtmeye çalışamayız, olsa olsa pisliği daha da büyütmüş oluruz. lenin diyor ki, "bir hatayı büyütmek istiyorsan, onu savun." biz bu pisliği artık örtmeye çalışmayı, meşrulaştırmaya çalışmayı, başkalarının sorumluluğuna dikkat çekmeye çalışmayı bırakıp, kendi sorumluluğumuza dikkat kesilmeli, bu hala süregelen soykırımın artık bitmesi için çabalamalıyız. ermeni cinayetlerine vurgu yapmak bizim demokratikleşmemize, bizim daha insana yakışan bir ülke olmamıza katkı sağlamıyor, bilakis içinde yaşadığımız bataklığı tahkim etmeye hizmet ediyor. işi bitene kadar kullandığı, en pis işlerine sürdüğü milliyetçileri bile işi bittiği zaman tuvalet kağıdı olarak bir kenara fırlatan devlete hizmet ediyorsun, bütün çaban, bütün uğraşın, bu devletin, icabında seni de gözünü kırpmadan kendi varlığına feda edecek olan bu devletin pisliklerinin temizlenmesi, hoş görülmesi, meşru görülmesi için. hiç öyle "ben devletçi değilim" mavalları, dadaloğlu fermanları okuma, bütün yaptığın, bütün düşündüğün, bütün derdin, bütün hizmetin devlete yönelik, sen bu devletin kulusun, farkında olsan da olmasan da, kabul etsen de etmesen de devlete hizmet ediyorsun. milliyetçilik eninde sonunda bir devlet ideolojisidir, dönüp dolaşıp devlete hizmet eder, bütün o vatan millet edebiyatları, bütün o türklük mefkureleri, bütün o romantik idealler, özünde devlete hizmet etmekten başka, gücü, iktidarı muhafaza etmekten başka hiçbir boka yaramayan teferruatlardır.

    evet, biz kendi pisliğimizle yüzleşmeliyiz, ermenilerin suçlarıyla hesaplaşması gerekenler ermeniler. hocalı katliamıyla yüzleşmesi, hesaplaşması gerekenlerin de, milliyetçilik hastalığından kendini kurtarabilmiş vicdanlı ermeniler olması gerektiği gibi.

    tekrar aynı örneğe dönelim, ve ahlak mevzusunu da oradan bağlayalım. sen ermenistan'da doğsaydın, şu anki halini simüle edecek olsaydık, türklerden nefret eden, hocalı katliamını meşrulaştıran bir ermeni milliyetçisi olacaktın. hocalı katliamından bahseden, vicdanını kaybetmeyen, hakkaniyetini kaybetmeyen, milliyetçilikten hastalığından kendini koruyan ermenilere, "türkler bizi o kadar öldürürken neredeydiniz, niye onlara sesiniz çıkmıyor, işte siz bu yüzden hainsiniz, ermeni düşmanısınız, türkçüsünüz" diyecektin, onları güya "adaletsizlik"le, tek taraflı bakmakla itham edecektin. bütün milli kimliği soykırım travması üzerine inşa edip türklerden topyekun nefret etmenin niçin anlamsız olduğunu, yanlış olduğunu anlatmaya çalışan ermenilere hain diyecektin.

    bütün bu rezilliğinle, karşındakileri adaletsizlikle itham ederken kendini otomatikmen vicdanın tarafına konumlandırdığının, vicdana yaslandığının farkında olmayıp, karşındakileri vicdana dayanarak kendilerini meşrulaştırmakla itham edecektin, bu saçmalığın bir türlü farkına varmamakta inat edecektin.

    ermenistan'da doğsaydın, "türkçü" ifadesi senin için en ağır hakaret olacaktı, "kün tuğ bolgıl kök kurıkan" ifadesi de senin için hiçbir anlam ifade etmeyecekti. illa ki yine bir ahlak çerçeven olacaktı, yine adaletten bahsedecektin, farkında olsan da olmasan da, kabul etsen de etmesen de vicdana dayanacaktın, görüşlerini de vicdana dayanarak haklılaştırmaya, empoze etmeye çalışacaktın.

    öyleyse buradan varmamız gereken yer, daha doğrusu gitmemiz gereken yol açık: adalet arayışının türklükle, ermenilikle alakası yok, dünyanın hangi coğrafyasında doğduğundan, hangi dili konuştuğundan bağımsız olarak bir adalet kavramın ve bir vicdan kavrayışın olacaktı, ve bunların üzerinden haklılaştırdığın bir dünya görüşün olacaktı. adaletten ve adaletsizlikten bahsedebilmemiz için, bizim bilincimizin üstünde ve dışında, mutlak bir iyilik ve kötülüğün varlığına yaslanmaya ihtiyacımız yok, kendi bilincimize içkin olan vicdanı rasyonel bir zemine oturtmaya çalışarak bir ahlak inşa edebiliriz. yani illa ki her durumda zaten bir ahlak inşa ediyor ve onu sürekli güncelliyoruz, mesele, üzerinde mümkün olduğu kadar uzlaşabileceğimiz, aramızda kurduğumuz iletişimi mümkün ve anlamlı kılan bir ahlak inşa etmek.

    eğer sahip olduğun görüşün bütün insanlığa hitap edebilmesi gerektiğini, aksi takdirde bir çöp olduğunu kavradıysan, sırf bu coğrafyada doğduğun için adını "türkçülük" koymanın ne kadar saçma olduğunu da idrak edememen için bir sebep yok gibi görünüyor. yüz yıldır bu devletin resmi ideolojisi olan ve yüz yıldır işlenegelen binlerce vahşetin müsebbibi olan, doksan yıldır ilkokul kitaplarından itibaren zorla bütün millete benimsetilmeye çalışılan bir ideolojiyi, çok özgün bir şekilde kendine mal etmişsin gibi ortalıkta dolanır, üstüne de "benim görüşüm kürde de, ermeniye de hitap ediyor" dersen eğer, olsa olsa bizi umutsuzluğa sevk edersin, başka bir şey yapmış olmazsın. "ne vaat ediyorsun kürde, ermeniye, de bakalım hele" diye sormayı bile anlamsız buluruz, çünkü yüz yıldır ne bok vaat ettiğini görüyoruz, yaşıyoruz. hrant'ın katledildiği sokaktan geçerken senin görüşünün bize vaat ettiklerini hatırlıyoruz, mahkeme kapılarında aşağılanırken senin vaat ettiklerini görüyoruz, biber gazı solurken senin görüşünü soluyoruz biz. cumartesi anneleri yıllardır senin vaat ettiklerin yüzünden bekliyor istiklal'de.

    öyle bir görüşü benimse ve savun ki, ermeni olsaydın da senin için anlamlı ve sahiplenilebilir olsun. bu görüşün adını "türkçülük" koymak gibi bir eblehlik yaparak kendinden başka kimseye hitap edemeyeceğini idrak et her şeyden önce. eğer adalet istiyorsak, insan onurunu, özgürlüğünü ve özgürlükte eşitliğini istiyorsak, ki istemeliyiz, bu isteğimizin türklükle kürtlükle ermenilikle alakası yok, adını da türkçülük kürtçülük ermenicilik koymak gibi bir saçmalığa lüzum yok. "türkçülük" dediğin şeyin içini her ne ile dolduruyorsan, bize ondan bahset, belki aynı şeyden bahsediyoruzdur. ama buradan bakınca, şu ülkenin haline, yüz yıllık geçmişine bakınca, "türkçülük" dediğin zaman, bize pek insanlıktan, adaletten, müspet değerlerden bahsediyormuşsun gibi gelmiyor maalesef; tahakkümden, zulümden, devlet ceberrutluğundan, hamasetten, romantik bir nostaljiden, içi boş bir gururdan ve kibirden başka hiçbir şey vaat etmiyorsun. ne kürde, ne ermeniye, ne kadına, ne lgbt'ye, ne de herhangi bir başka ezilen kimliğe, herhangi bir dezavantajlı gruba vaat ettiğin hiçbir iyi şey yok, bir allahın kuluna en ufak bir faydan yok, yalnızca muktedire, yalnızca devlete, yalnızca tahakküme hizmet ediyorsun.

    (bkz: hdp'li vekillerin istiklal marşı'nı okumaması)

    şimdi mesela, ramazanda sokakta sigara içerken yanıma gelip "biraz saygılı olun lan burası müslüman memleketi" diyen ramazan magandasını anlarım, yani anlamasam da kafamda bir yere koyabilirim, ve o adamla tartışmaya girmem, yaptığı şeyin niçin ahlaksızca olduğunu, asıl saygısızlık yapanın kendisi olduğunu anlatmaya çalışmam, anlayacağını umut etmem çünkü.

    ama bakıyorsun, şu sözlükte yazan, internetle haşir neşir, yıllardır sosyal medya kullanan, muazzam bir enformasyon kaynağına sahip olan ve her türden fikre istemese bile maruz kalan, her kesimden her görüşten herkese ulaşma ve öğrenme şansı olan, dünyadan haberdar olma imkan ve kapasitesi o ramazan magandalarından çok daha fazla olan yüzlerce genç, yani kendisine ilkokulda belletilen düşünceleri aşma imkanına fazlasıyla sahip olan, yüzlerce genç, o ramazan magandasından tamamen farksız tepkiler veriyor. birilerine zorla bir şey yaptırma veya yaptırmama hakkını kendisinde görüyor, birilerine zorla bir şey okutmayı saygısızlık olarak görmüyor, bilakis bu zorlamaya uymamayı saygısızlık olarak algılayabiliyor.

    sizler manyaksınız. gerçekten, hepiniz manyaksınız. ve bu manyaklığı kendinize hak görüyorsunuz.

    ben bu ülkede doğdum, bu devlete vergi veriyorum, bu devlet benim insan olarak doğmamdan ileri gelen haklarımı ve özgürlüğümü korumak için var, bu devletin görevi bu, benim hak ve özgürlüklerimi korumakla mükellef bir örgüt. o parlamentoda benim de temsil edilme hakkım var, ve ben bana kimsenin zorla marş okutamayacağını savunan temsilciler görmek istiyorum. kim ne marş istiyorsa okusun, isterse ayağa kalkarak, isterse amuda kalkarak, isterse ağlayarak okusun, ben okumak istemiyorsam bana kimse zorla okutamaz.

    insanlar sizin kutsallarınıza karşı sizin gibi duygular hissetmek zorunda değiller arkadaşım, bunu o taş kafalarınıza eninde sonunda sokacaksınız. sizin kutsallarınıza, inandıklarınıza, marşınıza, bayrağınıza herkes tapmak zorunda değil, sizinle aynı duyguları hissetmek zorunda değil. bir gerekçe sunmak zorunda bile değil hiç kimse bunun için, ırkçı, dinci bir marş olduğunu hatırlatmak zorunda bile değil, okumak istemiyorsa okumaz, bu kadar basit. saygı duymayı öğreneceksiniz, insan olacaksınız. siz okumak istiyorsanız okuyun, sizin okumanıza kimse karışmadığı sürece kimseye böyle havlamaya hakkınız yok. ama kimseye istemediği bir şeyi zorla okutamazsınız, bak ne diyorum, o-ku-ta-maz-sı-nız. okumadığı için de böyle koro halinde havlayamazsınız.

    klasik dinci ahlaksızlığı bu. insanlara zorla oruç tutturmayı, zorla davul dinletmeyi, zorla ezan dinletmeyi kendisine hak görüyor, dinlemek istemediğini dile getirirsen saygısızlık yapan sen oluyorsun. güya pek seküler, ateist milliyetçi bile kalkmış istiklal marşını savunuyor. her zaman derim, seküler milliyetçilik dinci milliyetçilikten daha ahmakçadır, daha irrasyoneldir, dolayısıyla daha tehlikelidir. insanın tek taptığı devlet olursa, ortaya böyle irrasyonel bünyeler çıkıyor.

    tekrarlıyorum. kimse sizin marşınıza, bayrağınıza, milli ve dini kutsallarınıza saygı duymak zorunda değil. sizin marş okumanıza, bayrağa saygı duymanıza engel olmadığı, sizin ibadetinize engel olmadığı sürece, hiç kimseye karışamazsınız, karışma hakkını kendinizde göremezsiniz.

    ben ayağa kalkmalarından bile rahatsız oldum, umarım marş okunurken kimsenin ayağa kalkmak zorunda olmadığını herkesin idrak edebildiği günleri de göreceğiz.

    kimisi de kalkmış, "büyük türk milleti önünde yemin ettiler" diyor. ulan hem zorla saçma sapan bir metni okutuyorsun, hem de bundan gurur duyuyorsun utanmadan.

    ama değişecek, o metin de değişecek eninde sonunda, ömrünüz yeterse hepiniz göreceksiniz. o irrasyonel zihinleriniz, o manyaklıklarınız azalarak bitecek, insan olmayı, insana saygı duymayı öğreneceksiniz, sizin çocuklarınız, torunlarınız sizi böyle manyaklaştıran bir eğitim sisteminden geçmeyecek. bunun için mücadele edeceğiz.
    75#52563590 23.06.2015 19:49maarri•••
    kimsenin hayatına kimse karışamaz, evet, herkesin özgürlüğü birdir. bunu diyen adam sizden çok daha anlamlı bir hayat görüşüne sahipti.

    neymiş, ağzımızdan bakla çıkarmışız, yemini değiştireceğimizi söylemişiz. minik faşistimiz bunu bir çelişki olarak algılamış. yani saçma sapan bir metni zorla okutmaya, kürtlere, ermenilere ve bu ülkede yaşayıp kendisini türk olarak tanımlamayan milyonlarca insanın temsilcilerine zorla "büyük türk milleti" önünde yemin ettirmeye hakkının olmadığını söylediğimiz için çelişki algılamış. e normal, çünkü adam çoğunluk ve güçlü olan kesime mensup olarak doğduğu için başkalarına tahakküm uygulamayı en doğal hakkı addetmiş, ona böyle belletmişler, elinden tahakküm "hakkını" alacağımızı söylediğimiz zaman kendi özgürlüğüne tecavüz edildiğini düşünüyor, "hani siz özgürlükten bahsediyorsunuz, şimdi yani benim size zorla biat ettirme, zorla içtimaya durdurma özgürlüğümü elimden mi alacaksınız?" diye feryat ediyor. evet, bu kaz kafanıza sokmak zor biliyorum, ama o tahakküm hakkınızı, o tahakküm özgürlüğünüzü elinizden alacağız eninde sonunda. kimseye zorla biat ettiremeyeceğinizi, kimseye zorla marş okutamayacağınızı, kimseye zorla "büyük türk milleti" diye yemin ettiremeyeceğinizi, kimseyi zorla türk ilan edemeyeceğinizi, kimseyi zorla türkçe konuşturamayacağınızı, bu ülkede türk olmayanların, anadili türkçe olmayanların da var olduğunu ve en az sizin kadar bu ülkede özgürce yaşamaya hakları olduğunu eninde sonunda o kafanıza sokacağız. kimse zorla marş okumayacak, kürsüye çıktıkları zaman bütün türkiye vatandaşlarına yemin edecekler, "büyük türk milleti"ne değil. çünkü bütün türkiye vatandaşlarını temsil edecekler. bu ülke sizin babanızın malı değil, kürdün de ermeninin de en az sizin kadar söz hakkı var.

    şu "türkiyelileşme" mevzusu da epey yanlış anlaşılmış sanırım. türkiyelileşme derken, sizin kutsallarınıza kayıtsız şartsız biat etmekten bahsetmiyor kimse, kürdistan için çalışmayı değil, bütün türkiye için çalışmayı ve türkiye sınırları içinde herkes için eşit ve özgür bir yaşam için çalışmayı savunduklarından bahsediyorlar.

    artık şu kafanızı biraz çalıştırın arkadaşım, şu 100 yıl öncesinde çakılı kalmış saçma sapan ideolojik kamburunuzdan kurtulun. bir arada yaşamak için birbirimizin kutsallarına biat etmek, ortak kutsallarda buluşmak, ortak ülkülere baş koymak, ortak bir davaya gönül vermek zorunda filan değiliz, bunlar 100 sene önce gerekli görüldüğü için dayatılan ve binbir türlü tahakküme, zulme yol açan saçmalıklar yığını, on binlerce insanın hayatına mal olmuş, bu ülkeyi dünyanın en yaşanmaz ülkelerinden biri haline getirmiş saçmalıklar yığını. bak ne diyor: http://www.tv5haber.com/…uzursuz-ulke-secildi!.html türkiye avrupanın en huzursuz ülkesi seçilmiş. dünyada da 162 ülke arasında 128'inci.

    artık mutluluğu ortak kutsallarda aramayı bırakın, ortak bir kutsal etrafında birleşme arayışı insanlık tarihi boyunca yaşanan binlerce savaşın, katliamın, en büyük insanlık suçlarının müsebbibi. artık bir arada, birbirimizi yemeden, birbirimize hayatı cehennem etmeden yaşamayı öğrenebiliriz, bunun için ortak kutsallar etrafında birleşmeye filan ihtiyacımız yok, çünkü bu dayatma birleştirmekten çok bölüyor, mutluluktan çok mutsuzluk getiriyor, bunu bir idrak edebilseniz ne kadar irrasyonel şeyler peşinde koştuğunuzu da anlayacaksınız. kutsallarınızı, "iyi" insan olmak için şart koşmayı bırakın artık. "allaha inanmayan bacısına tecavüz eder niye etmesin ki" diyen adamdan zerre kadar farkınız yok, o adam iyi bir insan olmanın şartının allaha inanmak olduğunu düşünüyor ve bunu dayatıyor, çevresinde allaha inanmayan insanlar görmek istemiyor, çünkü korkuyor, kendisini güvende hissetmiyor. siz de istiklal marşına saygı duymayan birinin iyi biri olabileceğine inanamıyorsunuz, kendinizi güvende hissetmiyorsunuz, "benim kutsalıma saygı duymuyor öyleyse tehlikeli" diye düşünüyorsunuz, insanlara güvenebilmek için ortak kutsallar etrafında birleşmeyi şart görüyorsunuz. dediğim gibi, bir arada yaşamamızın, mutlu ve huzurlu yaşamamızın önündeki en büyük engel bilakis bu kafa.

    bir arada yaşamamızın yolu birbirimize bir şeyler dayatmaktan vazgeçmekten geçiyor. rıza ile kurulmamış her türlü birliktelik zulüm ve tahakkümden ibarettir, ve yıkılmaya mahkumdur. içinde mutlu olmadığınız, huzur bulmadığınız, özgür olamadığını bir evi sevemezsiniz. eğer içindeki insanlar mutsuz yaşıyorsa, bir evi yüceltmenin hiçbir anlamı yoktur. evimizi sevmemizi sağlayan şey, duvarları değildir, içinde yaşayan insanlardır, onlarla olan birlikteliğimizdir, mutluluğumuzdur. evimiz de, yalnızca bu mutluluğun zemini olduğu için, bizi tehlikelerden koruduğu için anlamlıdır. yeni bitmiş bir inşaata karşı herhangi bir duygu beslemeyiz, ne zaman ki içine oturur, sevdiklerimizle bin bir çeşit anı yaşarız, işte o zaman orası bizim "evimiz" olur, severiz, içinde kendimizi güvende hissederiz, huzur buluruz. ama evin içinde kendimizi güvende hissetmiyorsak, huzur bulamıyorsak, şiddete uğruyorsak mesela, o evi sevmeyiz. böyle bir durumda kimse de bize "ev haini" diyemez. "vatan haini" kavramı da, "ev haini" kavramından daha anlamlı bir şey değildir.

    kısacası, ev bizim mutlu yaşamamız için bir araçtır, bir amaç değildir. ev bizim için vardır, biz ev için var değiliz. evi yapan, ona anlam veren biziz, biz olmasak evin hiçbir anlamı yok. eğer eve kendimizden bağımsız bir anlam atfeder, onu başlı başına bir amaç haline getirir, içinde yaşayan insanların mutluluğundan daha önemli, daha kutsal bir şey gibi düşünürsek, o evi korumak uğruna içindeki insanları mutsuz etmeyi meşrulaştırırsak, amacı araca feda etmiş oluruz, yani mantıksız, irrasyonel davranmış oluruz.

    adına "vatanseverlik" ya da her ne derseniz deyin, milliyetçilik işte bu irrasyonelliğin, bu mantıksızlığın kurumsallaşmış halidir. koca koca kitleleri esir alır, nesilden nesile aktarılır. vatanı, milleti, devleti, bayrağı, marşı, kültür mirasını vs. insandan bağımsız, insanın mutluluğundan daha değerli kavramlar haline getirerek insan aklına dayatır. eğer üzerinde yaşayan insanlar mutsuzsa, özgür değilse, işsizse, karnı açsa, sömürülüyorsa, eziliyorsa, zulme maruz kalıyorsa, vatanın da, devletin de hiçbir anlamı yoktur. işsiz olduğu halde, karnı aç olduğu halde, ezildiği, sömürüldüğü, dışlandığı, türlü çeşit ayrımcılığa maruz bırakıldığı halde, bayrak gördüğü zaman duygulanan insan; otuz yaşına geldiği halde annesinin memesini emen bir insan kadar korkunçtur, gülünçtür, grotesktir. twitter'da biri yazmıştı: "adam %80 ötv ödeyip araba almış, camına bayrak yapıştırıyor. bırak devlet senin resmini assın."

    velhasıl, kendi ürettiğimiz soyutlamalara takılı kalıp zihnimize sınırlar çizmemeli, anlam verdiğimiz şeyleri kendimizden anlamlı hale getirmemeliyiz. aklımıza, mantığımıza ihanet etmemeliyiz, irrasyonel davranmamalıyız. üzerinde yaşadığımız toprak parçasını anlamlı bir hale getirmek istiyorsak, kaçıp gitme hayallerinden kurtulmak istiyorsak, birlikte nasıl daha mutlu, daha özgür, daha onurlu yaşayabileceğimize kafa yormalıyız. evimizi nasıl daha yaşanabilir bir hale dönüştürebileceğimize kafa yormalıyız, bunun için mücadele etmeliyiz. bunun yolu da, her şeyden önce, irrasyonelliği bırakıp, kendi başına hiçbir anlamı olmayan şeylere anlam atfetmekten vazgeçip, "marş" diye, "bayrak" diye, "vatan" diye, "devlet" diye bize kutsal belletilerek bin bir çeşit saçmalığı, zulmü, tahakkümü meşrulaştırmak için kullanılan kavramları sorgulamaktan, şüpheyle yaklaşmaktan geçiyor.

    (bkz: 3 dakikada apo troll'lerinden kurtulma rehberi)

    arkadaşlar haber verdi, tatilimi yarıda kesip döndüm sizin için. "apocu" diye hedef göstermişsiniz, "korktunuz di mi, korktular ehehe" diye sırıtmışsınız bir de üstüne, tam olmuş. "milliyetçilik aptallıktır" diyenleri de kara listenize eklediğinizi açıkça belirterek, bu yargıyı kendi ellerinizle haklı çıkarmışsınız bir kez daha, tebrik etmeye geldim.

    evladım, ben apocu değilim. ama üstüne basarak söyleyeyim: ben bir vatan hainiyim.

    sizin "vatan" diye yüceltip kutsadığınız toprak parçasının, üzerinde yaşayan insanlardan bağımsız zerre kadar değeri, kıymeti yok benim gözümde. sizin "millet" dediğiniz şeye aidiyet hissetmiyorum, sizin "devlet" diye taptığınız tanrıya da tapmıyorum.

    ibn arabi gibi söyleyeyim daha net olsun: sizin taptığınız şey benim ayağımın altındadır.

    ve bu size, beni ve benim gibi düşünenleri hedef gösterme hakkı vermez. bu ülkede bizim de en az sizin kadar hakkımız var. bu ülkedeki insanların nasıl daha mutlu yaşayabileceğine dair bizim de bir fikrimiz var, fikrimizi ifade etme hakkımız var. apocu diyerek, terörist diyerek bizi yok saymayı, sesimizi kısmayı, hatta mümkünse yok etmeyi gönlünüzden geçirdiğinizi biliyoruz, hayatınızı birtakım insanların özgürlüklerine tecavüz edilmesini savunmakla geçirdiğinizi biliyoruz, sözlükte elinizden tek gelen şey bizim ifade özgürlüğümüze tecavüz edilmesini savunmak olduğu için sabah akşam çığırdığınızı biliyoruz, ama dünya sizin istediğiniz yönde dönmüyor maalesef. engelleyerek başınızı kuma sokabilirsiniz en fazla, ama götünüz açıkta, görüyoruz.

    chomsky, on yıllardır dünyanın en büyük terör örgütünün abd olduğunu söylüyor, on yıllardır üstüne basa basa abd ordusunun terör örgütü olduğunu söylüyor, ve bunu abd'nin en büyük üniversitelerinde söylüyor. on yıllarca mit'de ders veriyor, abd'nin ve aynı zamanda dünyanın en büyük üniversitelerinde konferanslar veriyor, abd politikalarını en ağır dille eleştiriyor. amerikalı bir yahudi olarak israil'i yerden yere vuruyor, filistin davasını sonuna kadar sahipleniyor, ve bunu da yine muazzam güçte bir yahudi lobisinin bulunduğu abd'de yapıyor. yani adam her iki kimliğine de, amerikalı ve yahudi kimliklerine de düpedüz "ihanet" ediyor. ve başına hiçbir iş gelmiyor, hiçbir zaman hakkında en ufak bir soruşturma açılmıyor, işini kaybetmek gibi bir korku yaşamıyor, ifade özgürlüğüne hiçbir zaman tecavüz edilmiyor.

    chomsky'nin yazdığı kitaplara şu ana kadar tek bir yerde dava açıldı: türkiye'de. evet, chomsky'nin "kitle medyasının ekonomi politiği: rızanın imalatı" isimli kitabı türkiye'de yayınlandığı zaman, yayıncı hakkında tck 301'den "türklüğü, cumhuriyeti ve tbmm'yi aşağılamak" ithamıyla dava açıldı, chomsky 75 yaşında kalkıp yayıncısına destek vermek için türkiye'ye geldi, dgm'ye kendisini ihbar etti.

    yaşayan insanlar arasında kendisinden en çok alıntı yapılan insan olan, dünyanın yaşayan en büyük entelektüelleri arasında her zaman ilk sıralarda gösterilen, yazdığı kitaplar her dile çevrilip dünyanın her yerinde üniversitelerde okutulan, dünyanın her yerinden konferans vermesi için davetler alan bir adam, yazdıklarından dolayı mahkeme salonuyla sadece bu ülkede muhatap oldu.

    çünkü neden? çünkü bu ülkeye hakim olan zihniyet, sizin gibi gerizekalı nesilleri yetiştirmekle gurur duyan bir zihniyet. bu devlete hakim olanlar da zihniyet olarak sizden iki adım daha ileride değiller, onlar da aynı mekanizmanın ürünleri, ve aynı mekanizma yeni ürünler üretmeye devam ediyor, bu ülkeyi esir alan aptallık kendisini sürekli yeniden üretiyor, nesilden nesile taşıyor. evet, chomsky türkiye'nin kürtlere yönelik politikalarını on yıllardır sert bir şekilde eleştiriyor, çünkü bildiniz, o da bir apocu.

    sartre fransa'nın cezayir politikasına karşı en şiddetli, en sert muhalefeti yürütüyordu, paris sokaklarında fransa aleyhine bildiriler dağıtıyordu. "yeryüzünün lanetlileri"ne yazdığı önsözde, apaçık şiddet övgüsü sayılabilecek ifadeler kullanır, sömürge ülkelerin haysiyetleri için savaşmalarını selamlar.

    fransa'nın gerzekleri de, sartre'nın tutuklanması talebiyle devlet başkanına gittiler, devlet başkanı charles de gaulle, ki kendisi bir generaldir, dedi ki: "sartre fransa'dır."

    yani abd, fransa, kendi içinden çıkan chomsky gibi, sartre gibi adamları, kendisine karşı azılı bir düşman olsalar da, "vatan haini" olsalar da, bir "değer" olarak benimsiyor ve onların ifade özgürlüğünü her ne pahasına olursa olsun koruyor. çünkü o ülkelerin muktedirleri, yani aynı zamanda dünyanın da en güçlü muktedirleri, o adamların ne kadar değerli olduklarını biliyor. çünkü ifade özgürlüğünün laf olsun diye savunulası bir şey değil, gerçekten de ülkenin değerini yükselten bir şey olduğunu biliyorlar, kendilerini en ağır şekilde eleştiren insanları bir övünç kaynağı olarak benimsiyor, "sartre fransa'dır" diyorlar. çünkü biliyorlar ki yüz yıl sonra, sartre'ın tutuklanmasını isteyen gerzeklerin hiçbirinin adını kimse anmayacak, ama sartre anılmaya devam edecek, insanların aklına fransa dendiği zaman sartre gelecek. çünkü biliyorlar ki 2400 yıl önce sokrates'i ödürenlerin adını şu an kimse bilmiyor, ama hepimiz sokrates'i tanıyoruz.

    sen ise, şu ülkeden çıkıp nobel alan tek adamı, sokakta korumasız dolaşamayacak bir cehenneme çeviriyorsun bu ülkeyi. bu ülkede kürtler, ermeniler öldürüldü dediği için. hrant gibi bir değeri mahkemelerde süründürüp hedef haline getiriyor, sonra katlediyor, sonra katilinin eline bayrak verip "söz konusu vatansa gerisi teferruattır" yazısının altında hatıra fotoğrafı çektiriyorsun karakolda. hala katillerini koruyorsun, iltifat ediyorsun, daha da yüksek mevkilere getiriyorsun.

    işte bu yüzden onlar abd, fransa; sen ise götü boklu türkiye'sin. milliyetçiliği bile onlardan öğrendin, onların filozoflarının 250 sene önce düşünüp yazdığı şeylerden ilham aldın. aydınlanma düşüncesini de, liberalizmi de, sosyalizmi de, moderniteyi de, postmodern düşünceyi de onlar üretti, sen mal mal seyretmeye devam ediyorsun. onlar rousseau, descartes, hobbes, spinoza, kant, hegel, schopenhauer, marx, nietzsche, freud, heidegger, foucault, sartre, weber, hume, bergson, wittgenstein, bentham gibi nice insanlar yetiştirdi. locke, milton, stuart mill gibi insanlar yüzlerce yıl önce ifade özgürlüğünü teorize ederek savunmaya çalıştı, sen 2015 yılında hala onları anlamaya bir gram yaklaşmış değilsin.

    sen onların ürettiklerini çoğunlukla götünden anladın, güya dine savaş açıp yalan dolan seküler bir milliyetçiliği yeni din olarak benimsedin, devlet fetişini de aynen muhafaza ettin. bütün hukukunu onlardan ithal ederek, onlar gibi giyinip onlar gibi yaşayarak onların seviyesine çıkacağını zannettin. onlar şimdi insan haklarından bahsediyorlar, sen hala ahmakça bir milliyetçiliği tek varoluş formasyonu olarak bütün vatandaşlarına dayatmaya çalışıyorsun, bu dayatmaya karşı duranların her türlü özgürlüğüne tecavüz etmek için fırsat kolluyorsun, senin devlet ideolojine iman etmeyen herkesi hedef haline getiriyorsun, farklı hiçbir düşünceye tahammül edemiyorsun. sonra "niye bu haldeyiz" diye soruyorsun utanmadan, "türkiye'den siktir olup gitmek" diye başlıklar açıyorsun. niye bu ülkeden dünya çapında filozoflar, bilim adamları çıkmıyor diye soruyorsun. cemil meriç'in dediği gibi, "düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı ülkede, düşünen adam nasıl çıksın?"

    onlar daha geçen hafta eşcinsel evliliğini benimsediler, sen daha bunun tartışılmasını bile hayal edemeyecek bir seviyedesin. avrupa insan hakları mahkemesinde, avrupa konseyi üyesi 47 ülke arasında, hakkında en çok dava açılan, en çok ceza alan ülkesin. ifade özgürlüğü ihlalinden dolayı en çok mahkum edilen ülkesin, en yakın rakibine 5 kat fark atmış durumdasın. kendini her alanda, sürekli rezil ediyorsun ve bununla gurur duyuyorsun. bu rezilliği eleştirerek düzeltmek isteyenlere de hayatı dar etmek için elinden geleni yapıyorsun.

    bunca rezilliğin içinde, yapılan araştırmalara göre hala toplumun dörtte üçü türk olmaktan gurur duyuyor. çünkü gurur duyabileceği başka hiçbir şey olmadığı için, kendi tercihi olmayan bir şeyle, türk olarak doğmakla gurur duymaya çalışıyor. çünkü boğazımıza kadar boka battığımız için, başımızı dik tutmaya çalışıyoruz. toplumun yarısı, ateist, eşcinsel, gayrimüslim komşu istemiyor. o kadar paranoyak, o kadar manyak bir toplum yaratıldı ki bu ülkede, öyle bir tek tipleştirme, öyle bir sosyal mühendislik uygulandı ki, osmanlı'nın bile gerisindeyiz muhtemelen. 500 yıl önce istanbul'da yaşayan ortalama bir müslüman'ın gayrimüslimlere bakışı, şu anki ortalama müslümanın bakışından bile daha ileriydi, çünkü 500 yıl önce şehirde fazlasıyla ermeni, rum, yahudi yaşıyordu, müslümanlar onlarla içiçe yaşıyordu, elbette bir eşitlik yoktu, ama şimdikinden daha ileri bir birlikte yaşam kültürü gelişmişti kaçınılmaz olarak, müslümanlar "ermeni" görünce uzaylı görmüş gibi bakmıyordu, alışmışlardı çünkü, birlikte yaşamayı öğrenmişlerdi. şimdi "ermeni" deyince tüyleri diken diken oluyor insanların, ermeni, yahudi kelimeleri bizzat hakaret olarak kullanılıyor, akit gibi gazeteler bir insanın yahudi olduğunun "ortaya çıkarılmasını" habercilik addediyor, bir insanın yahudi olduğunu vurgulayarak onun "gerçek" yüzünü, ne kadar aşağılık bir insan olduğunu ortaya çıkardığını düşünüyor. akit'le güya farklı bir dünya görüşüne sahip görünen sözcü gibi gazeteler ise, kürt, ermeni, roman, ezidi milletvekillerinin fotoğraflarını basıp "bu ülkenin kıymetini bilin, sizi insan yerine koyup meclise sokuyor" minvalinde manşet atıyor, sanki kendisinin temsil ettiği rezil zihniyete karşı on yıllardır verilen mücadeleler sayesinde değil de, onların lütfuyla meclise girmişler gibi. akit'le birebir aynı kafa, düşman kardeşler.

    gayrimüslimleri katlederek, sürgün ederek, korkutarak, kaçırarak bu ülkenin tüm renklerini, tüm zenginliğini yok ettiler, bu ülkeyi tek bir renge, bok rengine mahkum ettiler. çinli diye koreliye saldırıp linç etmeye çalışan beyinsizler bu ülkede marjinal bir grup değil, bizzat bu ülkenin yetiştirmek için gayret gösterdiği vatandaş tipi.

    velhasıl, bu rezillikte ısrar ediyorsun sevgili kardeşim. tamamen senin gibi düşünen, daha doğrusu düşünmeyen insanlarla dolu bir ülke hayal ediyorsun. ilkokulda 5 yıl boyunca her sabah andımız okuya okuya beyni çürüyen, milli bayramlarda marşlar eşliğinde uygun adım yürüyerek ibadet eden, ayin gibi törenleri, ritüelleri benimseyerek şiirler okuyarak büyütülen bir robot sürüsü hayal ediyorsun. bayrak görünce duygulanmayan, marş okunduğu zaman eşlik etmeyen, 10 kasımda saat dokuzu beş geçe bütün ülkede siren çalınınca saygı duruşuna geçmeyen insanlara tahammül edemiyorsun.

    farklılığa, çeşitliliğe, çoğulculuğa hiçbir tahammülü olmayan, renksiz, daha doğrusu tek renk, yani sizin gibi bok rengi bir ülke hayal ediyorsunuz, çünkü size başka bir şeyi hayal etme fırsatı bile tanımadılar. kitlesel bir beyinsizliği milli değer olarak benimseyip dayatmaktan başka hiçbir vizyonunuz yok. bu zamana kadar büyük ölçüde başarılı da olundu bu konuda, ama dediğim gibi, dünya sizin istediğiniz yönde dönmüyor maalesef. çünkü insan aklı böyle bir ahmaklığa, böyle bir irrasyonelliğe bu kadar uzun süre tahammül edemez, edemiyor nitekim, zorla giydirmeye çalıştığınız don yırtılıyor illaki. "amanın ülkemiz bölünecek" manyaklığıyla devlet ideolojisini eleştiren herkesi hedef haline getirmek, sürdürülebilir bir politika değil, sürdürülemiyor nitekim.

    kaldı ki, ben bu ülkenin bölünmesini bile açıkça ve rahatlıkla savunabilmeliyim icabında, çünkü bu da siyasi bir fikirdir ve korunmaya hakkı vardır. "medeni" dediğiniz ülkelerde insanlar bu gibi konuları da rahatlıkla oturup konuşurlar, tartışırlar, bölünme için referandum yaparlar, insan gibi iletişim kurarak karar verirler. çünkü bilirler ki, vatan, devlet denilen soyut kavramlar, bütün anlamlarını ve meşruiyetlerini insandan alırlar, insandan bağımsız hiçbir değerleri yoktur, insanların mutluluğu ülkelerin bölünmemesinden daha değerlidir. çünkü aslında dünyanın bütün toprakları, tek bir insanın kanını akıtmaya değmez.

    siz ise, geçtim bölünmekten bahsetmeyi, insanları "ben kürdüm" dedikleri için hapislerde işkencelerde süründürmeyi norm diye bellediğiniz için, insanlara şiddete başvurmadan seslerini duyurabilme imkanı tanımadığınız için bu kadar rezil bir haldeyiz. şimdi barıştan, bir arada yaşama kültürünü geliştirmekten bahsediyoruz, bu sefer ayrılıkçı ırkçılar türedi, onlar bölünmeyi savunmaya başladı, hayat gerçekten ironilerle dolu.

    size "vatan haini" olmadığımızı, yani "kötü" insanlar olmadığımızı, en az sizin kadar onurlu ve özgür yaşamaya hakkımız olduğunu anlatmaya çalışmak zorunda kalmamız hazin, ama nasibimize bu düştü, bu ülkede doğduk. ve çekinmeden söylemek zorundayız, biz vatan hainiyiz, sizi de vatan haini olmaya davet ediyoruz. kendinizi bu zavallılığa mahkum etmeyin, kafanızı kuma gömmeyin, farklı fikirleri duymaya tahammül edin, başka türlü insan olmanıza imkan yok çünkü.

    rasyonel ve ahlaklı bir insan olmanın yolu vatan haini olmaktan geçer. içinde herkesin daha mutlu yaşayabileceği bir dünya yaratmak istiyorsanız, her şeyden önce vatan haini olmalısınız. başka ülkeleri, başka milliyetçilikleri eleştirmek kolay ve herkes onu yapıyor zaten, mesele kendi ülkeni, kendi milliyetçiliğini eleştirebilmek. herkes kendi evinin önünü süpürürse, yani herkes kendi vatanının haini olursa, dünya o zaman gülistan olur.

    (bkz: ilber ortaylı)

    tarihçiliği, bilumum milliyetçi, ırkçı, faşist zerzevata meşruiyet taşımaktan ve kanaat önderliği yapmaktan ibaret bir abdurrahman çelebi'dir. devlet tarihçisidir, makbul tarihçidir. bu tarz zevat bu makbuliyetleri sayesinde suyun başını tutar, kimselerin giremedikleri arşivlere girer, devletinin kırmızı çizgilerine, resmi ideolojisine uyumlu, şirin mi şirin bir tarih yazımına hayatlarını vakfederler.

    geçen gün kürtçe üzerinden bir tartışma dönmüştü burada, şimdi ona geleceğim, ama önce şu entry dikkatimi çekti: (bkz: #53072937)

    söz konusu röportajda "'türkiyeliyim' demek de nereden çıktı? 'kürt'üm' dersin olur biter. kanında yoksa türk olmazsın zaten." gibi bir ifade yok, yani düpedüz yalan söylemekten çekinmiyorsunuz, linkini verdiğiniz röportaja tıklanmayacağını mı umut ediyorsunuz nedir, anlamadım.

    ama röportajda yine de ilber ortaylı kafasını anlamak için güzel ifadeler var.

    "...türkiye’nin azınlık gruplarında ikilik vardır. kimliğini açıkça söylersin, ben buyum dersin.

    söyleyebilse söyleyecek...
    -onun sorunu, beni ilgilendirmiyor.

    ama kimliğini açıklayanı ya dövüyorlar ya sövüyorlar.
    -nereye dövüyor? “ben kürt’üm” dersin biter. buna takmayın, yok türkiyelilik yok bilmem ne... orada o kadar türk yaşıyor, almanyalıyım diyor mu?"

    imdii. bunu sözlükte sürüsüne bereket bulunan, cehaletten ölen tosuncuklardan biri yazsa, güler geçersin. ancak ilber ortaylı gibi birinin, bu ülkede 90 yıldır süregiden bir problem hakkında, "ben kürt'üm dersin olur biter" gibisinden saçma sapan bir laf edebilmesi, çok daha korkunç. yani bu açıkça, pervasızca, utanmazca dalga geçmek, başka hiçbir şey değil. anayasal olarak herkese türk kimliğinin dayatıldığını, 90 yıllık bütün kürt sorununun da temelinin bu olduğunu bilmiyor olması mümkün mü? kürt kelimesinin 90'lara kadar gazetelerde kullanılmasının bile epey tehlikeli olduğunu, kürtçenin daha geçtiğimiz yıllara kadar meclis tutanaklarına, mahkeme tutanaklarına "bilinmeyen bir dil" diye geçtiğini, bilmiyor olması mümkün mü? 1925 şark ıslahat planından haberdar olmaması mümkün mü? 12 eylül sonrası kürtçe yasaklarından haberdar olmaması mümkün mü? elbette değil, ama bunun cevabını da veriyor zaten: "onların sorunu, beni ilgilendirmiyor." yani umrunda olmadığını söylüyor.

    bir devletin on yıllar boyunca kendi vatandaşı olan milyonlarca insanı ve dilini yok sayması, ilber paşamızın umrunda değil, söyleyebileceği tek şey bu bütün mevzu hakkında. yani bu ülkede akademisyensin, tarihçisin, ve 90 yıldır hüküm süren bir sorun hakkında söyleyebileceğin bütün laf bundan ibaret. ilber ortaylı budur, fazlası değildir. bilimsel bilgi anlamında katkısı, idari tarih hakkında profesör olmadan önce yazıp çizdiklerinden ibaret, on yıllardır hiçbir şey üretmeyen, sağda solda konuştuğu laf kalabalıklarının deşifre edilip kitaplaştırılması ile tarihçiliği popüler bir mecrada devlet fetişizmi çizgisinde sürdüren, bilgiye ulaşma ve yorumlama ayrıcalığını muktedir, müesses nizamın muhafaza edilmesi ve yeniden üretilmesi yolunda kullanan, "literati" kavramının altını dolduran bir tip.

    gelelim kürtçe tartışmasına. geçen gün şöyle bir entry debe'deydi: (bkz: #52985382)

    dünya üzerinde konuşulan herhangi bir dil, lehçe veya şive hakkında "sikik" gibi bir tabir kullanmanın terbiyesizliğini, iğrençliğini geçtim, ne kadar cahilce, ne kadar aptalca olduğunu anlatmaya çalışmakla uğraşmayacağım. mesela o tapındığınız ilber ortaylı bile sorsanız bunun ne kadar ahmakça bir laf olduğunu anlatabilir size, ama şimdi oraya takılmayalım, zavallı ırkçı psikolojisinin, uzun yıllar varlığı inkar edilen bir dili şimdi tanımak zorunda kalmış olmanın getirdiği hırçınlıkla, yenilgi duygusuyla, gururunu muhafaza etme arayışıyla saçmalamasından ibaret, bu ergenlikler ciddiye alınmaya bile değmez. bu kürtçeyi aşağılama modası daha bir müddet daha devam edecek, zamanla aşağıladıkları şeyin, daha doğrusu sergiledikleri şeyin kendi cehaletleri olduğunu illaki kavrayacaklar, susmak zorunda kalacaklar. hayır hiçbiri de demiyor ki lehçe olsa ne olacak mesela, dil olmasa ne olacak, sonuçta milyonlarca insanın konuştuğu bir "şey" var, bunun daha dün sırf gıcıklık bölücülük olsun diye üretilmiş bir şey de olması mümkün değil, böyle bir şey var ve konuşuluyor, bu ülkedeki milyonlarca insanın anadili, yani doğduklarından sonra annelerinden bu dili öğreniyorlar, evlerinde bu dille konuşuyorlar. milyonlarca insan dünyayı bu dille algılıyor ve yorumluyor, bu dille iletişim kuruyor. "sikik" nedir lan gerizekalı? o sik kafanla neyi aşağıladığını sanıyorsun aklın sıra? madem böyle bir dil yok, veya "önemsiz" bir dil, (ki bir dil hakkında önemli veya önemsiz gibi bir yorum yapmanın da ne kadar beyinsizce olduğunu anlatmaya çalışmanın lüzumu yok), niye yasaklanmış, yok sayılmış, zaten "olmayan" veya "önemsiz" bir dil?

    insanları aşağılamanın, onları bir haysiyet mücadelesine itmekten başka bir boka yaramadığını, bu aşağılık tavrın on yıllardır on binlerce insanın canına mal olduğunu idrak etmekten acizsiniz, bütün mevzunun temelinin bu aşağılama ve haysiyet mücadelesi olduğunu anlamaktan hala uzaksınız, yazdığınız iğrençlikleri okuyan bir kürdün ne hissedeceğini anlamaktan uzaksınız, ve insan diye ortalıkta dolaşıyorsunuz hala.

    ama bu ergenler de elbette kendi cehaletlerinin içten içe farkındadırlar, üzerlerine gitseniz, kendi boş beyinlerine ve olmayan bilgi dağarcıklarına yaslanamayacaklarının farkındadırlar, işte ilber ortaylı gibi isimler, bu cahil cühela bebelerin yaslanabileceği kanaat önderliği işlevini görürler.

    milliyetçilik, devletçilik, ırkçılık, bunların hepsi bir soğan gibi kat kat bulunurlar; ırkçılar en beyinsiz, en cahil gruptur ve kendileri dışında kale alınabilir bir argüman üretmekten acizdirler, bu yüzden altlarında bulunan katlardan destek alırlar, soğanın cücüğü işlevini gören devletçi, milliyetçi kanaat üretim fabrikaları sayesinde ayakta dururlar.

    ilber ortaylı, kitaplaştırılan konuşmalarının her yerinde, tarihe olan ilgisizlikten, bilgisizlikten yakınır, tarih bilmek için dil bilmenin, coğrafya bilmenin elzem olduğunu yüzlerce kez vurgular; çevre ülkelerin tarihlerini, arşivlerini çalışmadan kendi tarihimizi de doğru düzgün öğrenemeyeceğimizi söyler, rus tarihini, alman tarihini, balkan tarihini, kafkasya tarihini, arap tarihini, ermeni tarihini öğrenmeden, kısacası batıyı ve doğuyu bilmeden kendimizi de bilemeyeceğimizi söyler, batıyı bilmek için latince ve yunanca bilmenin elzem olduğunu, islam coğrafyasını ve tarihini anlamak için arapçanın öncülü olan sami dillere, aramca ve ibrancaya da vakıf olmanın elzem olduğunu söyler, söyler de söyler. haklıdır da, binlerce yıldır iç içe geçmiş dillerin ve kültürlerin tarihine bir bütün olarak yaklaşmak ve etkileşim içinde okumak, öğrenmek, analiz etmek gerekir.

    ve fakat, bunu diyen adamın, yanı başında 90 yıldır yok sayılan, yasaklanan bir dil hakkında söyleyebileceği hiçbir laf yoktur. yüzlerce yıldır bu topraklarda konuşulan, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız milyonlarca insanın konuştuğu dilin yok sayılmasıyla, yasaklanmasıyla, engellenmesiyle hiçbir problemi yoktur. ve bu adam, güya bir tarihçidir, üstelik güya dar kafalı milliyetçiliği de eleştiren, dünyaya açık olmak gerektiğini, etrafımızı, çevremizi öğrenmeye açık olmak gerektiğini, etrafımızda konuşulan dillerin ve onları konuşan insanların tarihinin aynı zamanda bizim de tarihimiz olduğunu, onları öğrenmeden kendi tarihimizi de doğru düzgün öğrenemeyeceğimizi söyleyen bir tarihçidir. ve yüzlerce yıldır yan yana yaşadığımız kürt hakkında, kürtçe hakkında söyleyebileceği hiçbir laf yoktur. bunun ne kadar muazzam, ne kadar ilginç, ne kadar korkunç bir şey olduğunu idrak etmekten acizdir, işte ideoloji böyle bir şeydir. bizi 100 yıldır renksizliğe mahkum eden sefil ve dar kafalı bir resmi ideolojinin ne kadar korkunç bir cinayet işlediğine dair söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. işte bu sayede, binlerce beyinsiz ırkçının sahiplenebileceği bir adam olur, ona yaslanarak ırkçılıklarını üretmeye devam ederler.

    dünya üzerine konuşulan her bir dil, yaşayan bir tarihtir, bir dünya görüşüdür, bir kısım insanın dünyayı ve kendini algılama biçimidir, dil varoluşun evidir. bu şuura erişmedikten sonra, ne sizden, ne de kanaat önderlerinizden hiçbir şey olmaz. sizden zaten bir bok olmaz da, kanaat önderlerinizin size, bu zavallılığınızın her şeyden önce kendinize hakaret olduğunu anlatması lazım, ama o yollara girmek pek güvenli değildir işte maalesef, mesela ismail beşikçi gibi hayatının 17 yılını hapiste geçirmenin lüzumu yok sonuçta, televizyonlarda, konferanslarda, akademinin güvenli sularında rahat rahat atıp tutmak varken ne gerek var değil mi.
    204#53195076 14.07.2015 15:57maarri•••
    ilber ortaylı'nın kesinlikle haklı olduğu bir konu var, katılmamak mümkün değil bu konuda kendisine: hepiniz cahillikten ölüyorsunuz. hatta çoktan ölmüşsünüz, haberiniz yok maalesef. pek çoğunuzun ortaylı'nın tek bir kitabını bile okumadığına eminim. ama dökülmüşsünüz hemen ortalığa. bilmeden taptığınız ilahlarınıza laf gelince hepinizin böyle dökülmesi çok şirin oluyor, şuradaki hindilere benziyorsunuz buradan bakınca: https://www.youtube.com/watch?v=q9zvgcorttw

    öncelikle, kimsenin size "kürtlere acıyın, kürt hareketini sevin" dediği yok, siz kimsiniz de kürtlere acıyorsunuz zaten? kürtlere türklük dayatması, türkçe dayatması yapmayın arkadaşım, bunu yapan devletin politikasını savunmayın, bu saçmalığın arkasında durmayın. bunları söylemek için kürtlere acımak, pkk ve apo'yu sevmek filan da gerekmiyor. müthiş bir abrakadabrayla, bütün bu tahakkümü ters yüz edip "maarri'nin doğrusunu kabul etmezsek faşist oluyoz, maarri ile hemfikir olmayan herkes faşist" gibi minik çakallıklarla bir çıkış bulmaya çalışıyorsunuz hep, alışkınım buna, ama olmuyor canım benim, valla olmuyor. bir "doğru" dayatan sizsiniz, bir "doğru"nun insanlara devlet gücüyle dayatılması söz konusu ve siz de bu devletin bebeleri olarak bu dayatmayı savunuyorsunuz, bu dayatmayı bırakmanız gerektiğini söylediğimde kendinize bir şeyler dayatıldığını hissediyorsunuz, insanlara bir şey dayatma hakkınızın elinizden alınmaya çalışılmasından dolayı tedirgin oluyorsunuz, çünkü çok alışmışsınız o mağrur, mütehakkim, muktedir, çoğunluk pozisyonuna. geçtim kürtleri, bir türk olarak ben de bana türk milliyetçiliğinin dayatılmasını istemiyorum arkadaşım, bu devletin eğitimi ve medyası yüzünden ilk gençlik yıllarıma kadar ben de hayatımı milliyetçi zırvalıklarla geçirdim sizin gibi, bu devletin bana bunu yapmaya hakkı yok, (size de yok, ama bu tahakkümü hissedecek idrakiniz de hadım edildiği için acınası bir durumdasınız maalesef), hadi benden geçti, çocuğum olursa ona yapmasını istemiyorum, bu kadar basit. rahat bırakın insanları diyorum, siz de koca bir güruh olarak "olmas banane banane rahat bırakmayız" diyorsunuz, sonra faşist deyince, gerizekalı deyince "seninle aynı fikirde değiliz diye faşist olduk di mi" diyorsunuz, gerizekalılığınızı tescil ediyorsunuz.

    bakın bu mevzuları niçin bu kadar yazdığımı bir türlü idrak edemiyorsunuz, tam olarak neyin tartışmasını yaptığımızı anlamaktan acizsiniz. gayet özgür bir ortamda, hayatımıza hiçbir teması olmayan, alakasız teorik mevzularda fikri mastürbasyon filan yapmıyoruz, gayet hayatımızı çepeçevre kuşatan bir tahakkümden bahsediyoruz, bize bunun dayatılmasını istemediğimizi söylüyoruz. gidin kiminle aynı fikirde olursanız olun, ne bok yerseniz yiyin, ama insanları rahat bırakın, devlet gücüyle, devlet aygıtlarıyla, zorunlu eğitimle ve her türlü araçla insanlara kendi fikirlerinizin empoze edilmesini savunmayı bırakın, çocuklarını sizin fikirlerinizle yetiştirmek istemeyen insanlara saygı duymanız gerektiğini öğrenin, çoğunluk olmanın size böyle bir tahakküm kurma hakkını vermediğini idrak edin, demokrasi denen, insan hakları denen şeyden biraz nasiplenin. şu devlet dayatmasını ortadan kaldırın, ondan sonra ne haliniz varsa görün, ne bok düşünüyorsanız düşünün, türk milliyetçisi mi oluyorsunuz, devlet fetişisti mi oluyorsanız, ne bok oluyorsanız olun, bu kadar basit.

    çocuklarınıza zorla osmanlıca, kuran vs. dersi verilmesinden rahatsızlık hissediyorsanız ve devletin buna hakkı olmadığını düşünüyorsanız, ne anlatmaya çalıştığımı da idrak edebilmelisiniz, kafanızı zorlayın biraz. devletin kuran dersi dayatmasına ve bu dayatmayı savunanlara karşı sesinizi çıkardığınız zaman, "sizin gibi düşünmüyoruz diye bize hakaret ediyorsunuz" gibi bir cevapla karşılaşırsanız ne hissedeceğinizi düşünün, buna mukabil "senin benim gibi düşünüp düşünmemen umrumda değil gerizekalı, bana bir şeyler dayatmayı bırak, bunu istiyorum sadece" gibi bir cevap vermenizin ne kadar haklı ve meşru olacağını düşünün, ve şimdi o cevabı kendi kendinize verin, beni bu kadar yormayın.

    ilber ortaylı da, sizler de, apaçık bir şekilde böyle bir dayatmayı savunuyorsunuz, konumunuz bu. nerede durduğunuzu hele bir idrak edin önce, utanmasanız ezilen mağdur azınlık konumuna yatacaksınız. ilber ortaylı, milliyetçiliğin "milli" eğitim sistemimizde çok rol oynamadığını söyleyebilen, birgül ayman güler'in "türk ulusu ile kürt milliyeti eşit gösterilemez" lafına destek verebilen, mhp siyaset okulunda konuşma yapıp "bizim militarist olmamızın ne zarar var? bizim vasfımız askerlik", "sivil siyaset kendini geliştiremezse darbe kaçınılmazdır" gibi laflar edebilen, "açılım boş laftır" deyip kürt sorununa çözüm getirme arayışlarını "türklere karşı tez geliştirmek" olarak tanımlayan bir tip. kimi savunduğunuzu hele bir bilin, ondan sonra konuşun.

    kafasında kendi vatandaşlarına bir ideoloji biçmiş ve bunu açıkça dayatan bir devlet var, ben daha doğmadan beni bir "dava"nın neferi olarak kabul eden ve bu doğrultuda yaşamamı, düşünmemi, yeri geldiğinde de hiç sesimi çıkarmadan zorla askere alınmayı ve kiminle niçin savaştığımı düşünmeden savaşıp ölmeyi ve öldürmeyi üzerime vazife kılan bir devlet var, vatandaşlarının 90 yıldır resmi ideoloji olarak belirlediği dışında bir ideolojiye sahip olmasına fırsat vermemek, iletişim araçlarıyla farklı fikirlerini ifade etmesine izin vermemek için her türlü zor ve şiddeti kullanmaktan çekinmeyen, farklı fikirlerle devlet aygıtında söz sahibi olabilme hakkı tanımayan bir devlet var, ilber ortaylı gibi devletlular bu eğitim sisteminin bir dayatma olmadığını, gayet normal ve olması gereken bir şey olduğunu açıklamak, "türk dediğin milliyetçi olur, militarist olur" gibi bir kafa yapısını meşrulaştırmak için tarih üretmekle meşgul, sizin gibi hindi kalabalıkları da, buradaki tahakkümü görmenizi bile imkansız kılacak kadar iktidar tarafından gücün, çoğunluğun, kalabalığın "haklılığı" havuzunda eritilmiş tipitipler olarak ötüp duruyorsunuz. yani bütün bu saçmalıklar yığınının tahakkümüne ses çıkarmak isteyenlerin, tam olarak neye ses çıkardığını bile anlamaktan acizsiniz.

    gelelim mevzuya. bunca kitabı bulunan, yıllardır her yerde her türlü siyasi mevzu hakkında konuşan, bu kadar popüler bir tarihçinin, kürt meselesi ve kürtçe hakkında, ermeni meselesi hakkında bu kadar az konuşması başlı başına çok şey anlatıyor zaten, anlamaktan acizsiniz, biraz daha açalım.

    bütün tarihinin öznesi milletler ve devletler olan, özellikle de "biz" olarak tanımladığı türkler ve türk devletleri olarak tanımladığı devletler olan bir adam, "kendi" tarihimizi anlamak için, özellikle de osmanlı gibi bir imparatorluğu anlamak için çevremizde bulunan halkların, devletlerin de tarihlerini, arşivlerini, dillerini, coğrafyalarını öğrenmemiz gerektiğini anlatıyor her yerde, özellikle dil meselesi üzerinde çok duruyor, batı medeniyetini layığıyla anlayabilmek için latince ve antik yunancanın, islam tarihini ve ortadoğu tarihini anlamak için aramca ve ibranca gibi dillerin bilinmesi gerektiğini, bu konularda uzmanların yetiştirilmesi gerektiğini savunuyor, bu alanlarda çok eksik olduğumuzu söylüyor, ilgisizlikten ve bilgisizlikten yakınıyor. yani tarihi, daha doğrusu "tarihimizi" öğrenmek için, anlamak için, şu an konuşulmayan, ölü dilleri bile öğrenmek ve çalışmak gerektiğini, bu dilleri çalışacak uzmanlar yetiştirilmesi gerektiğini savunuyor.

    ve düşün ki, yanı başımızda yüzlerce yıldır konuşulan bir dil var, bu dil yüzyıllardır birlikte, iç içe yaşadığımız milyonlarca insanın anadili. bu insanlar kendilerini kürt olarak tanımlıyor, konuştukları dili de kürtçe olarak isimlendiriyor. konuştukları dilin bir dil olup olmadığı, bir lehçe olup olmadığı vs. bunlar da tali mevzular, sonuçta böyle bir "şey" var, bu "şey" türkçe değil, burası çok açık, ve bu ülkedeki milyonlarca insan bunu konuşuyor. ve bu insanlar 90 yıldır türk olarak tanımlanmış, hala anayasal olarak türk olarak tanımlanıyor, konuştukları dil de onlarca yıl yasaklanıyor, engelleniyor, yok sayılıyor, ve bütün bu sorunların üzerine kurulu, 30 yıldır süregelen neredeyse düşük yoğunluklu iç savaş diyebileceğimiz, on binlerce insanın hayatına mal olan bir savaş var, ülkenin 30 yıldır en can alıcı, en yakıcı, en güncel, en çok tartışılan meselesi bu.

    ve sen bu ülkede bir tarihçisin, bir akademisyensin, bir bilim adamısın, üstelik dediğim gibi, milliyetçi bir tarihçisin ve "kendi" tarihimizi öğrenmek için etrafımızdaki halkların tarihlerini, dillerini bilmemiz, çalışmamız gerektiğini, bunları öğrenmeden kendimizi de doğru düzgün öğrenemeyeceğimizi her fırsatta konuşan bir tarihçisin, ve bunca soruna yol açan bir mevzu var on yıllardır, ve sen bu konuyu ilgilenmeye değer bulmuyorsun. kendisini kürt diye tanımlayan birileri var, türkçe olmayan bir dil konuşan birileri var yanı başımızda, kim bu insanlar, nece konuşuyorlar, niye konuşuyorlar, nerden gelmişler, konuştukları dil neyin nesi, nasıl bir evrim geçirmiş, "biz" yüzlerce yıldır bu insanlarla nasıl bir etkileşim içinde olmuşuz, bütün bu mevzularla hiç ama hiç ilgilenmiyorsun, senin ilgi alanına girmiyor.

    böyle bir şey olamaz. bakın, "olmamalı" demiyorum, daha da ötesinde, olamaz, olması hiç "rasyonel" değil.

    yani görmeye ve algılamaya çalıştığınız gibi, "nasıl kürtleri yok sayarsın vicdansız herif" gibi bir eleştiri getirmiyorum burada, hindi kadar beyniniz olsa bunu idrak edersiniz ama olmuyor maalesef. bir tarihçinin, hele ki çevre halkların tarihlerini ve dillerini bilmeden "tarihimizi" öğrenmenin mümkün olmadığını iddia eden bir tarihçinin, kürtlere, kürtçeye ve kürt sorununa tek kelimeyle kayıtsız kalması, hiçbir şekilde mantığa oturabilecek bir tutum değil.

    kürtlerin 5000 yıllık tarihe sahip olduğu gibi bir iddia yok ortada gerizekalılar, dünya üzerinde şu an yaşayan hiçbir "ulus" kimlikli topluluğun 5000 yıllık bir tarihinden bahsedilemez. ama sonuçta hiç kimse geçen yüzyılda pat diye uzaydan gelmedi, 5000 yıl önce hepimizin atası olan birileri vardı dünyada, şu anki türklerin ve kürtlerin ataları olan birileri vardı, fakat onlardan türk ya da kürt diye bahsedilemez. muhtemelen, en geç 10000 yıl önce yaşayan birileri, şu anki türklerin de kürtlerin de arapların da ermenilerin de ve daha başka pek çoklarının da ortak atasıydı, 10000 yıl önce ortada ne türkçe ne kürtçe ne arapça ne ermenice diye bir dil yoktu, fakat bunların atası olan diller vardı, hepsi binlerce yıllık süreçte evrimleşerek bugünkü hallerini aldılar, hala evrimleşmeye devam ediyorlar, 10000 yıl sonra eğer dünya hala kalırsa ortada ne türk ne kürt ne arap ne de ermeni diye bir şey olmayacak, şu an konuştuğumuz türkçe kürtçe arapça ve ermenice de olmayacak. velhasıl, kürtlerin kaç bin yıllık tarihleri olduğu, tarihe ne gibi "katkıları" bulunduğu, kürtçenin ne kadarlık bir geçmişe sahip bulunduğu, bilimsel ve kültürel ne gibi üretimlere sahip olduğu, şu an kürtçe konuşan insanların ve konuştukları dilin araştırılmaya değer olup olmadığını belirleyecek unsurlar değil, bilakis tam da bu konular araştırılması gereken konular, hele ki kendi tarihimizi öğrenmek istiyorsak birlikte yaşadığımız insanların ve dillerinin tarihini öğrenmemiz gerektiğini savunuyorsak. ortada türkçe olmayan bir dili konuşan ve kendilerini türk olarak tanımlamayan milyonlarca insan var, resmi ideoloji bu insanların türk olduğunu ve aslında konuştukları dilin de var olmadığını iddia ediyor, buna rağmen bu insanlar epey gıcık ve inatçı, olmayan bir dilde konuşmakta ısrar ediyorlar, bir de üstüne utanmadan bu dilin varlığının tanınmasını istiyorlar. kim bu insanlar, nece konuşuyorlar, niye böyle yapıyorlar, bunlar senin ilgi alanına girmiyor. bunun ne kadar acaip bir şey olduğunu daha fazla anlatmalı mıyım?

    yani yusuf halaçoğlu bile benim gözümde daha saygın bir adamdır, çünkü adam bu mevzularla uğraşıyor, bu mevzulara bir açıklama getirmeye çalışıyor, bir açıklama getirmek zorunda olduğunu, bu ülkede yaşayan bir tarihçi olarak bu mevzulara kayıtsız kalınamayacağını biliyor çünkü. kürtlerin kim olduğuna, kürtçenin ne olduğuna, ermeni soykırımına dair iddialara cevap üretmeye çalışıyor, bunu dert ediniyor. kürtlerin bir kısmı türktür, bir kısmı ermeni dönmesidir vs. diyor, bir sürü şey söylüyor resmi ideoloji çizgisinde, ama bir şeyler diyor nihayetinde, demek zorunda hissediyor kendisini.

    hala ne anlatmaya çalıştığımı anlamadıysanız, daha fazla zorlamanın alemi yok, olmayan beyninizi yakmayalım, devam edelim.

    dediğim gibi, böyle bir tutum, kolay kolay anlaşılabilir bir tutum değil. ve fakat, hadi bunu da anlamaya çalışalım, anlamamıza yardımcı olabilecek sebepler var, eğer resmi ideoloji ile aynı fikirde değilseniz, kürtle ve kürtçeyle uğraşmak yakın zamana kadar epey tehlikeli uğraşlardı, işin ucunda ismail beşikçi gibi 17 yıl hapis yatmak var. bu arada, ismail beşikçi'nin siyasi tutumuna katılmıyorum, yanlış buluyorum, pek çok tezi de tartışmaya açılabilir, ama mesele bunlar değil, mesele bir adamın sırf yazdığı kitaplardan dolayı, resmi ideolojiyi eleştirmesinden dolayı 17 yılını hapislerde geçirmesi. bunun ne kadar hazin, ne kadar korkunç bir şey olduğunu söyleyebilmek için ismail beşikçi ile aynı fikirde olmak gerekmiyor, devlet dinine tabi olmamak, az biraz insanlıktan nasiplenmiş olmak yeterli. ismail beşikçi örneğini, resmi ideolojiyi eleştirmeye kalkmanın bedelini anlatmak için veriyorum; bunu doğru anlamanızı beklemekle hata yapıyorum elbette her zamanki gibi.

    eğer kürdistan'da doğup büyümüş olsaydık ve hepimiz kürt olarak tanımlanıyor olsaydık, hepimize kürt milliyetçiliği dayatılıyor olsaydı, o paralel evrende ilber ortaylı resmi ideolojii eleştirdiği için 17 yılını hapiste geçirmiş olsaydı, ismail beşikçi de şu an ortaylı'nın bulunduğu gibi bir pozisyonda bulunsaydı, ben ilber ortaylı'nın ifade özgürlüğünü savunuyor, ismail beşikçi'yi sert bir şekilde eleştiriyor olacaktım, sizler de ismail beşikçi'yi savunuyor ve "ilber ortaylı türk milliyetçisi, bir de hala onu savunuyorsun" diye üste çıkmaya çalışacaktınız. hayat hazin, farklı paralel evrenlerde farklı devletlerin kurbanları olmak, bir kez geldiğin şu dünyayı devlet tarafından sana belletilen ideolojiyle yorumlamak ve hayatını bu doğrultuda geçirmek acı bir durum, sizleri olmasa da, gelecek nesilleri kurtarabilmek için bu tahakküme karşı durmakla mükellefiz maalesef.

    devam edelim. ismail beşikçi yalnız değil, daha üç beş sene öncesine kadar akademide kürt sorunuyla ilgili çalışmak gayet riskli ve tehlikeliydi, en iyi ihtimalle, yazdığınız tezin kabul edilmesi, kadro bulmanız açısından işinizi epey zora sokuyordu, mesut yeğen'in daha birkaç sene önce yaşadıkları ortada. yani ortada devlet tarafından tabu kılınmış bir mevzu var, dokunan yanıyor. 80'lerin sonu, 90'ların başına kadar, gazetelerde "kürt" kelimesinin geçtiğini bile pek göremezsiniz, o kelimeyi kullanmak bile tehlikeli.

    böyle bir ülkede, bir tarihçi kürt meselesine, kürtlere ve kürtçeye karşı kayıtsız kalabilir, bu mevzulara mümkün mertebe girmemeyi tercih edebilir, onu da anlayabilirim bir noktada. korku gayet insani bir duygudur. hayatınızdan, özgürlüğünüzden, akademik kariyerinizden dolayı endişelenebilirsiniz, bu da anlaşılabilir gayet, tarihçinin, bilim adamının, akademisyenin, entelektüelin misyonuna dair pek bir iddianız yoksa ve bu açılardan muteber olmak gibi bir kaygınız yoksa, bir sorun yoktur pek.

    ama bu mevzu, kolay kolay kaçabileceğiniz bir mevzu değil. nitekim kaçamıyorsunuz, insanlar illaki soruyorlar, "yav böyle bir mesele var, on yıllardır savaş var bu mevzu yüzünden, on binlerce insan öldü, şimdi bu mevzuyu çözmek için uğraşıyoruz, farklı fikirler tartışılıyor, anayasal vatandaşlık tanımının değiştirilmesinden bahsediliyor, türkiyeli gibi bir kavram öneriliyor alternatif olarak, ne diyorsunuz bu mevzular hakkında hocam?" diye bir soru geliyor önünüze.

    böyle bir soruya vereceğiniz cevap, "türkiyeli diye bir şey olmaz, türküz biz, 'ben kürdüm' dersin olur biter, sizin neyi söyleyip neyi söyleyemediğiniz benim meselem değil, beni ilgilendirmiyor" gibi bir şey olamaz arkadaşım, olursa eğer, resmen ve açıkça, insanlarla dalga geçmiş olursunuz, başka da hiçbir şey yapmış olmazsınız, biz de sizin bu komik ve acınası cevabınızın üzerinde dururuz. hele bir de üstüne, başka yerlerde söylediği gibi, "onlar ben kürdüm diyecek diye ben türklüğümden vazgeçecek değilim" gibisinden, resmen kurnazca ve her şeyi ters yüz etmeye yönelik, anlamsızlığın doruklarında gezen ifadeler yumurtluyorsanız, olay resmen trajikomedi halini almıştır.

    buradaki sorun, burada kendisine bir şeyler dayatılan taraf, türkler değil, kürtler. onlar kendilerini kürt olarak tanımlayacak diye sen türklüğünden vazgeçecek değilsin, mesele bu değil, bilakis, sen kendine türküm diyeceksin diye onlar kürtlüklerinden vazgeçmek zorunda kalıyor, bunu zorla, devlet gücüyle, şiddetle dayatıyorsun 90 yıldır, mesele bu. yani bu kadar saçma sapan, bu kadar pervasızca bir ters yüz etme olabilir mi? türklerin kendilerini ne olarak tanımladığı değil mesele, kürtlerin türklerin kendilerini nasıl tanımladığıyla ilgili bir problemi yok. ama devletin, kürtlerin kendilerini nasıl tanımladığıyla ilgili bir problemi var, onların kendilerini kürt olarak tanımlamasına izin vermiyor, onları zorla türk olarak tanımlıyor. yani sana "türklüğünden vazgeç" diyen yok, "kendini türk olarak tanımlama" diyen de yok, "beni türk olarak tanımlama, ben kendimi türk olarak tanımlamak istemiyorum arkadaşım, ben kürdüm, sen de beni böyle tanı, kendini de nasıl tanıyorsan tanı, yeter ki bana kendi kimliğini dayatma" diyorlar. ve "ben kürdüm dersin olur biter" gibi bir komediyle açıklanacak kadar basit değil bu mevzu maalesef, ben kürdüm deyince olup bitmiyor, bunu demeye çalıştığı için insanları hapislerde işkencelerde süründürmüşsün yıllarca, ve anayasal olarak hala bu insanları türk olarak tanımlıyorsun. mhp diye bir parti var mecliste, bütün siyasetini bu dayatmanın süregitmesini savunmak üzerine kurmuş, bütün varoluşunu bu tahakkümün ortadan kaldırılmasını engellemeye endekslemiş. böyle bir partinin %16 oy alabilmesi bile bu ülkenin ne kadar korkunç bir durumda olduğunu anlatıyor.

    on yıllar boyunca bu saçma sapan dayatmayı "türk kavramı bir etnik referans içermiyor, vatandaşlık bağını tanımlıyor" gibi apaçık bir yalanla, kendin bile inanmadığın bir yalanla açıklamaya çalışmışsın, tutmamış nitekim, yememişler, çünkü sadece vatandaşlık bağı diye tanımladığın bir şey olsaydı "türk", azerilerden, uygurlardan, suriyedeki türkmenlerden "soydaşlarımız" diye bahsetmezdin. göktürkleri, hunları, uygurları, "işte bizim şanlı atalarımız, tarihteki türk devletleri" diye anlattıktan sonra, "türk bir etnik kökene referans vermiyor, türkiye cumhuriyeti vatandaşlarını tanımlıyor" gibi bir saçmalığı ileri süremezsin, yemezler, yemiyorlar. bariz bir şekilde, etnik bir referansı var türk kavramının, ve sen de bariz bir etnik milliyetçiliği resmi ideolojinin belkemiği olarak belirlemişsin, ve bu kavramı bir üstkimlik olarak yutturmaya, kürtleri "ne mutlu türküm diyene" diye bağırtarak biat ettirmeye çalışıyorsun, "türkiye türklerindir" diye her fırsatta vurgulama ihtiyacı hissediyorsun niyeyse, yani kaçınılmaz olarak bu ülkede yaşayan etnik topluluklar arasında bir hiyerarşi kurmuş oluyorsun, bu hiyerarşi üzerinden kaçınılmaz ayrımcılıklar yaratıyorsun, kendin diktiğin elbiseye herkesi zorla sokmaya çalıştığın için herkesi zorla türkçe konuşturmaya çalışıyorsun, 1925 şark ıslahat planı ile kürtçenin çarşı pazarda konuşulmasının bile engellenmesi için politikalar yürütmeye başlıyorsun, 1920'lerin sonlarından itibaren "vatandaş türkçe konuş" diye kampanyalar yapmaya başlıyorsun, 1980 sonrası ayrıca kürtçe yasaklar koyuyorsun daha bir üstüne gidiyorsun bu mevzunun. hala bunları inkar etmeye kalkışan gerizekalılar var, hala "kürtçe ne zaman yasaklanmış" diye sormaya cesaret edebilenleriniz var aranızda. gidin şark ıslahat planını araştırın, 49'lar davasını araştırın, 1983 tarihli 2932 sayılı yasa neymiş araştırın, 12 eylül anayasasının 26. maddesinin 3. fıkrası neymiş araştırın, artık kafanızı bu kadar kuma sokmayın.

    mahmut esat bozkurt 1930'da çıkıp "türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. saf türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları, vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler." gibi bir laf ediyor, 1930'larda ırkçı antropolojinin dibine vuruyorsun. (bkz: türklüğü ölçmek) 27 mayıs darbesinin lideri cemal gürsel, darbeden sonra basılan "doğu illeri ve varto tarihi" isimli, kürtlerin aslında ne kadar türk olduklarını anlatmaya çalışan kitaba yazdığı önsözde şu ifadeleri kullanır: "…bugün milli eğitim bakanlığımızca ikinci baskısı yapılan bu eserin, bütün türk aydınları tarafından okunması büyük faydalar sağlayacaktır. çünkü bu eser, doğu anadolu'da oturan, türkçe'ye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini türk'ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın, su katılmamış türk olduklarını bir kere daha ispat etmektedir. hem de inkarına imkan olmayan delillerle."

    kürtlerin aslında dağ türkleri olduğu gibi tezler, 12 eylülden sonra da aynen dile getirilmeye devam edildi, bu tezleri savunan varlıkların soyu tükenmeye yüz tutmuş olsa da, hala kendilerine bazı yerlerde rastlanabilmektedir, azalarak biteceklerdir illaki, elleşmeye lüzum yoktur.

    her neyse. 90 yıl boyunca çıkan pek çok isyanın sonunda, 30 yıldır süregelen bir savaşın sonunda, bu aptalca ve vahşice politikalar yüzünden ölen on binlerce insanın üzerine, bu mevzunun çözümünün bu türklük dayatmasının kaldırılmasından geçtiğini devlet bile idrak etmeye başlıyor, bir çıkış yolu aranmaya başlanıyor. çünkü bu saatten sonra artık bu mevzunun türk dayatmasıyla, kürtçe yasağıyla çözülemeyeceği, aslında en başından beri bu yaklaşımın çözümsüzlüğe mahkum olduğu idrak ediliyor; ya soykırım yapacaksın, ya bölüneceksin, ya da bu meseleye bir çözüm bulacaksın, bu kadar basit. bu mevzu çok uzun bir süre akademide, medyada bile konuşulabilir bir mevzu değilken, bu ifade özgürlüğüne ve akademik özgürlüğe tecavüzün de sürdürülebilir bir mevzu olmadığı idrak ediliyor yavaş yavaş ve insanlar konuşmaya başlıyor, çözüm yolları aranmaya başlanıyor, bu doğrultuda "türkiyeli" gibi bir kavram öneriliyor bir alternatif olarak, bu tartışılmaya başlanıyor.

    ve senin bu kavrama dair fikrin sorulduğu zaman verdiğin cevap, "öyle şey olmaz, ben türküm, sen de kürdüm dersin olur biter"den ibaret. yuh desen yuh kavramı anlamsızlaşır, o derece. senin ne olduğun, kendini nasıl tanımlamak istediğin değil mesele, adam ben kürdüm deyince olup bitmiyor, dedirtmiyorsun, adamı anayasal olarak türk diye tanımlıyorsun hala, resmen zorla kimlik dayatıyorsun. kendini ne olarak tanımlarsan tanımla, ama adam artık türk olarak tanımlanmak istemiyor arkadaşım, bu kadar basit, buna bir çözüm bulmalısın, türkiyeli kavramını beğenmiyorsan başka bir alternatif üretmelisin, bu konuya dair bir fikrin olmalı, bu konu senin ilgi alanına girmeli her şeyden önce, girmemesi düşünülemez çünkü. yani yusuf halaçoğlu gibi "kürt diye bir şey yok aslında" gibi resmi ideolojiyi, devleti bile geriden takip eden bir laf etsen o bile daha anlamlı bir laf, ama sen onu da etmiyorsun, kısacası hiçbir şey söylemiyorsun. bu zamana kadar gelmiş düzenin aynen süregitmesini istediğini bile açıkça söyleyemiyorsun.

    sizin gibi kalabalıklar da, "çözüm öneriniz nedir? neyi teklif ediyorsunuz? bir çözümünüz yok, ne istediğiniz belli değil, çözüm önerisi ile gelin, kafa ezecek kadar şövenizmle değil." vs. gibi laflar edebiliyor utanmadan.

    hdp'nin çözüm önerisi, tartışılmasını istediği şeyler gayet açık, yıllardır söyleniyor, dinlemeyen, anlamamakta ısrar edenler sizlersiniz. hdp'yi de geçtim, ben kendi önerimi söyleyeyim: bu ülkede eğitim sistemi değişmeden, sizleri bu hale getiren bir sistemin müfredatı değişmeden bu ülkede çözüm mözüm olmaz. hdp bu konuya ağırlık vermeyerek yanlış yapıyor. pkk ile devletin barışması değil mesele, benim için sivil insanların barışması asıl mesele, ve eğitim dili, medya dili baştan sonra bu barışa uygun olacak şekilde yenilenmediği sürece bu ülkede toplumsal barış filan sağlanamaz, sizin gibi bebeler her yıl ilkokuldan mezun olmaya devam ediyor çünkü. bu saçma sapan milliyetçi, militarist, şovenist resmi ideoloji hala ilkokul kitaplarından itibaren çocuklara dayatılmaya devam ediliyor. sizler de bir zamanlar bu çocuklardınız, büyüdünüz ve şimdi kürtleri zorla türk olarak tanımlama "hakkınızın" elinizden alınmaya çalışılması karşısında en temel bir hakkınıza, özgürlüğünüze tecavüz edilmiş gibi hissediyorsunuz; devlet tarafından makbul, muktedir, güçlü çoğunluk olarak tanımlanmaktan çıkıp bu ülkede yaşayan ve anadili türkçe olmayan insanlarla tamamen eşit statüde yer alacağınız bir toplumsal sözleşme arayışı karşısında "yenilgi" duygusu hissediyorsunuz, ezildiğinizi, hor görüldüğünüzü düşünüyorsunuz, ama maalesef, hakikati sizin gibi çarpık görmediğim, ters yüz etmediğim için size acıyamıyorum. sizin çoğunluğunuza dayanarak meşrulaştırılan devlet tahakkümüne tam olarak niçin karşı çıktığımızı belirtmek, sizin gazınızı almak, sizi tahakkümü desteklememeye ikna etmekle uğraşmak zorunda kalmak bizim gibilerin kaderi olmamalı, bir kere de kendiliğinizden insan olsanız, bizi bu kadar yormasanız ne olurdu?

    şimdi savunmak için ileri sürdüğünüz diğer saçmalıklara gelelim.

    "nasıl makbul tarihçiyse, 12 eylül kenan evren referandumunda hayır demiş, darbe sonrası istifa etmiş, chp genel başkanına tarih bilmiyor diye ayar vermiş, akp'ye başkanlık sistemi olmaz, nah kurarsınız yeni türkiye'yi demiştir." (bkz: #53196473)

    makbul tarihçi, devlet tarihçisi demek, kenan evren tarihçisi, akp tarihçisi demek değildir. devlet kavramıyla saçma sapan bir ilişki kurduğunuz için, iktidar denince aklınıza hükümetler, cumhurbaşkanları filan geldiği için, bu kadar boş beleş ve cahil cühela olduğunuz için anlamamanız normal, bu zamana kadar yazdığım tonla şeyi anlamadıysanız tekrarlamanın da lüzumu yok. darbe anayasasına hayır demeyi bırak, darbeden sonra içerde yatan, idam edilen ülkücüler var, onlar da "devletçi" değildir he mi? veya siz şimdi akp'ye muhalif olduğunuz için kendinizi "devlete muhalif" addediyorsunuz öyle mi? devlete devlet adına muhalefet yapma ahmaklığını şurada uzun uzun anlatmıştım: (bkz: ulusalcı psikolojisi/@maarri)

    onlarca yıl tarihçilik yapıp devletin 90 yıldır süreklilik arz eden kırmızı çizgileri hakkında, kürt meselesi, ermeni meselesi hakkında tek bir aykırı söylem getirmeyip, resmi tezleri beslemekle uğraşan biri devlet tarihçisidir, başka bir şey değildir. her fırsatta türklerin "devlet kurma yeteneği"ni öven, hatta tarihsel olarak türklüğe yakıştırdığı en büyük meziyet "devlet kurma yeteneği" ve "asker millet" olan bir adamdan bahsediyoruz, oturup iki tane kitabını okusanız bu kadar saçmalamadan önce biraz durup düşüneceksiniz ama nasip.

    2015'te akp'yi eleştirmek kolay, 1980'lerde, 90'larda devletin kürt politikasını eleştirin de görelim kaç okka olduğunuzu. o bok atmaya çalıştığınız sırrı süreyya önder, ki kendisi türktür, maraş katliamı protestosuna katıldığı için içeri girmiş, daha sonra çıkıp tekrar girmiş, böyle böyle hayatının 7 yılı hapiste geçmiş biri. tarihi ölümlerle, işkencelerle, hapislerle, sürgünlerle dolu sosyalistleri, kürt hareketini eleştirmek sizin gibi bebelerin boyunu katbekat aşar, haddinizi bilin. siz polis höt deyince topuklarınızı götünüze vura vura kaçarken, bu insanlar 20 yıl önce, 30 yıl önce, şimdikiyle kıyaslanamayacak kadar vahşi bir devlet aygıtıyla mücadele ediyordu. sünepeler sizi. hala, milletvekili oldukları halde, sizden daha fazla polisle muhatap oluyorlar, sizden daha fazla gaz yiyorlar, kafaları kolları kırılabiliyor hala.

    daha sonra, yasin börü'den bahsedilmiş. yasin börü bir kürttü, hüdapar-hdp çatışması içinde katledildi, onu vahşice katleden alçaklar her kimse, kürt milliyetçiliğiyle açıklayabileceğiniz bir durum yok ortada, çünkü seküler kürtlerle dinci kürtler arasındaki bir çatışma söz konusuydu. hüdapar zihniyet olarak ışid'den hiç uzak olmayan, ışid'i de destekleyen kürtlerin mensup olduğu bir partidir. (kürtlerin tüm kürtleri yüceltecek ve aidiyet hissedecek bir kürt milliyetçiliği kafasına girmemesi için başlı başına yeterli sebeplerden biridir hizbullah-hüdapar çizgisi. kürt hareketine karşı en vahşi tutumları alanlar arasında bizzat kürtler önemli yer tutar, hizbullah gibi, hüdapar gibi, jitem itirafçıları gibi, korucular gibi vs.) kısacası hangi olayı neye argüman yaptığınızdan bile haberiniz yok, devam edelim.

    yalçın küçük'ten, türkan saylan'dan, ilhan selçuk'tan örnekler verilmiş, hayırdır, ne alaka? bunlar, ilber ortaylı'nın devletçi ve makbul bir tarihçi olmadığını nasıl açıklayabiliyor sorması ayıp? ortaylı'nın hapis geçmişinin bulunmamasından dolayı zorlanmışsınız doğal olarak, anlıyorum, ama bu kadar da saçmalamanın alemi yoktu sanki? hdp'ye getirmeye çalıştığınız hiçbir eleştiri de, ilber ortaylı'ya getirdiğim eleştirilere hiçbir cevap teşkil etmiyor, bunu da idrak etseniz hoş olacak.

    bana sinir oluyorsunuz, tamam iyi hoş güzel, anlıyorum, bu keşke sizi oturup biraz doğru düzgün cevap vermeye teşvik etse. bana küfür etmeyi bırakın, yazdıklarıma bir cevap vermeye çalışın. "ilber ortaylı yanılıyor olamaz çünkü çok bilgili, akp'yi de eleştirdi hem" gibi mantıksal safsataları bir kenara bırakın, doğru düzgün karşı argümanlar üretmeye çalışın. aksi takdirde, hindiler gibi kuru kalabalık halinde ötmeye devam edeceksiniz. oyuncak tabancalarla ateş edip duruyorsunuz, komik oluyorsunuz. vurursunuz eyvallah da, ölmezsem sıkıntı büyük.

    (bkz: kötülük)

    şu an çok alakasız (neyle alakasız olduğunu bilmesem de) bir şarkı dinliyorum ve seni bir gece vakti ansızın arayıp ne hissettiğimi anlatmak istedim, ama gündüz olduğunu fark etmek kötü oldu. sevgili kötülük, bu bir itham değildir, seni hiç farkında olmadan bir ömür boyu yaşayanlardan daha kötü olamazsın hiçbir zaman. bu arada, buyur sen de dinle, paylaşmak da bir şeylere direnmektir: https://www.youtube.com/watch?v=mv_3dpw-bry

    alan badiou, "etik-kötülük kavrayışı üzerine bir deneme" isimli kitabında, ki okuduğum en sarsıcı, en sersemletici kitaplardan biridir, nietzsche'nin insanın "doğal" ve ahlakla "kirlenmemiş" haline dair çizdiği çerçevenin haklılığını teslim eder, ancak sonra bir şerh düşer, bu hal, iyi ve kötünün ötesinde değildir, aşağısındadır. iyi ve kötü, ancak insanın özne olabilmesi durumunda ortaya çıkar, aksi takdirde salt kötülükten azade olma şeklinde tanımlanan bir "iyi"ye mahkum oluruz ki, bu da hiç "iyi" değildir. batının insan hakları hukukunun ikiyüzlülüğü ve korkunç eksikliğini de burada arar; yani mesele sadece batının insanı ve haklarını belirleme yetkisini tekeline alarak dünyanın geri kalanı üzerindeki maddi tahakkümünü tahkim eden bir fikri tahakküm kurmuş olması değildir, insanı sadece "bir şeylerden korunması gereken bir varlık" olarak tasavvur eden hukuk felsefesinin ta kendisini hedef alır badiou.

    bütün pratiği, sadece, varlığında inat etmek olan insanın yaşamını ve hayatta kalma arayışını, bir sivrisineğin, bir kedinin, bir yılanın yaşamından ve hayatta kalma arayışından daha "değerli" kılan hiçbir şey yoktur. bütün bu inadın sürüklediği ve birbiri ardına yarattıklarının, bütün bu çıkarın peşinde koşma serencamının içinde, insan, leş parçalama mücadelesi veren sırtlanlardan daha "iyi" veya "kötü" olamaz. aslanın geyiği avlaması, nasıl geyik için kötü, aslan için iyi ise, aynı şekilde, güçlü insanın güçsüzü ezmesinde, halihazırda anlaşılagelmiş "etik" açısından bir "kötülük" aramak, salt çıkarların şekillendirdiği bir çerçevede, çok da anlamlı değildir. çünkü ortada bir özne yoktur, ortada henüz bir "insan" yoktur. ortada sadece bir hayvan vardır, onu hayvandan ayırabilmemiz için elimizde hiçbir meşru gerekçe yoktur.

    badiou'ya şerh düşebileceğim noktalar var, çoğunu bir başka zamana erteleyeyim. bu halin kötülüğü, "basbayağı", "bizatihi" bir kötülüktür. öyle korkunç bir eksikliktir ki bu, kötülüğünü leibniz gibi metafizik bir kötülük kapsamına bile sokamayız. bir kuşun, uçmak yerine sürekli yürümeyi tercih etmesindeki gibi, bir atın hiç koşmamasındaki gibi bir kötülükten de daha ötedeyiz.

    "cellat olarak insan sefil bir hayvandır, ama kurban olarak da daha değerli bir şey olmadığını buna ekleme cesaretini göstermemiz gerekir." diyor badiou. "zindanların ve toplama kamplarının işkencecileri ile bürokratları, kurbanlarına kendileriyle, yani besili canilerle hiçbir ortak yanı olmayan, mezbahaya gidecek hayvanlar gibi muamele edebiliyorlarsa, bunun nedeni kurbanların gerçekten de böyle hayvanlaşmış olmalarıdır.”

    öyleyse hayvanı insan yapan nedir? koşulların onu maruz bırakabileceği hayvanlığın ayartısına karşı koyarak, çıkar gözetmeyen bir çıkarda sebat etmeyi arayarak, hayvanlığa karşı direnmektir.

    aksi takdirde, insan, hiç ağlamayan bir çocuktan daha eksiktir. ve üzerinde evrensel olarak mutabakata varılmış bir "insan hakları etiği" ile, "apaçık" kötülüğün üzerinde mutabık kalarak, kendisini mümkün kılan bütün dinamiklerin yarattığı o "apaçık" kötülükten kendini hiçbir zaman azade kılamaz. toplum, suçun ve cezanın, şiddetin ve karanlığın toplumsal üretimini gözardı edip, tekil kötülük abidelerini parmakla gösterip lanetleyerek kendi ahlaksızlığını temize çekmeyi arar, tıpkı batı medeniyetinin, ışid'in vahşetini parmakla işaret ederek kendi vicdanını temize çekmeye çalışması gibi.

    ışid'in, kafa kesme ve bunu videoya çekerek dünyaya yayınlama pratiği, insanı hayvanlaştırma, hiçleştirme arayışının bir başka tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. kurbanlık koyun gibi yatırılmış, gözleri ve elleri bağlanmış, hayatından önce haysiyeti yok edilmeye çalışılmış insanın tepesinde elinde bıçakla duran insanın durumunda, anlatmak istediğini ancak onu yadsıyarak anlatabilen bir hayvanın acziyeti söz konusudur. cellatların insan olmasına imkan yoktur, ama kurbanların özne olabilme hakkı her daim saklıdır. mesele, o hakkı layığıyla kullanabilmektir.

    mesele, günlük yaşamın rutini içinde doludizgin yuvarlanırken, bize çarparak afallatan hakikate sadık olma cesaretini gösterebilmek, şeyhimiz ne kadar hızlı uçarsa uçsun onun cübbesini bırakmamakta sebat edebilmektir. bütün bu, çıkar gözeten motivasyonun ve onun şekillendirdiği ahlakın çıkışı, ancak ve sadece, direnmekle mümkündür.

    muhtemelen, insan olmak ve öyle kalmak pek kolay değil, ama yürümek, hele ki birlikte yürümek, bütün bedeli paylaşmak, işte sırf bunun için direnmeye değer. ödenecek hesabı alman usulü haline getirmeyip, aşkta ve yürümekte sebat etmek gerekiyor. aksi takdirde, yoksul bile değil, sefil oluyorsun, ve "yoksulluk değil, ama sefalet ayıptır bayım" diyor marmeladov.

    bunu yapabilirsin, şeyh galib'in dediği gibi, "hoşça bak zatına kim zübdei alemsin sen". yürümelisin ve yürüyebilirsin, ne kadar zavallı, ne kadar iğrenç, ne kadar korkunç, ne kadar aciz, ne kadar sefil, ne kadar saçma sapan bir varlık olsan da, bazen şaşırtıcı olabiliyorsun, içinden bazen inanılmaz bir şeyler çıkabiliyor, rachel corrie olabiliyorsun mesela, nejat ağırnaslı olabiliyorsun. çünkü şarkı öyle diyor, "there's something inside you, it's hard to explain."

    evet, nerede okuduğumu hatırlamadığım gibi, bazen yolda olmak, ve yol arkadaşlığı yapmak, varılacak yerden daha değerli olabilir. hele ki öyle bir yer yoksa.

    (bkz: kürt ırkçılığına solculuk deyip durmak)

    solun, solculuğun nasıl ilginç bir sempatisi varsa, en azılı faşist bile gelmiş, solun kürtlerle "kirlenen" adını temizlemeye çalışıyor kendi çapında, sol adına üzülüyor, yani aslında solun o kadar kötü kaka pis bir şey olmadığını, ama pis kürtler yüzünden milletin kötü algıladığını iddia ediyor.

    bu sol sempatisi epey ilginç bir durum, üzerinde ayrıca durmak gerekiyor aslında. 20 30 sene öncesine kadar ağababaları "sol" lafını duyduğu an tüyleri diken diken olan bir nesil, ilginç bir şekilde, solla zerre kadar alakası olmamasına rağmen, solun adını temize çıkarmayı dert ediniyor. sol adına kürtlere nefret kusmak daha çekici geliyor sanırım, yani milliyetçiliğin doğasında mündemiç olan ahlaki tutarsızlığı içten içe hissettikleri için, türk milliyetçiliği adına kürt milliyetçiliğine kin kusmanın sahip olduğu içsel yavşaklığın, tutarsızlığın, ahlaksızlığın belli belirsiz bir farkındalığı sonucu, "ben türküm ve siz kürdüm deme hakkınızı savunduğunuz için sizden nefret ediyorum" demek yerine, "solcular ırkçılık yapmaz siz solun adını kirletiyosunuz solculuk bu değil :(" demek daha tutarlı bir pozisyon gibi geliyor.

    oğlum. evladım. güzel kardeşim. sol, sizin sandığınız gibi güzel bir şey değil lan? valla bak, emin olun değil. siz solu güzel bir şey zannediyosunuz ama, sol dediğin bildiğin vatan millet devlet düşmanlığıdır, enternasyonalisttir, bütün tarihsel pratiği devlete karşı savaşmak üzerine kuruludur. sol hakkında en ufak bir fikriniz olmadığı için, solculuğu atatürkçülük, türk milliyetçiliği sandığınız için, solcu dendiği zaman aklınıza böyle vatanını milletini seven, çalışıp ekmeğini kazanan, vefakar, cefakar yurdum insanı gibi bir şey geliyor, ama emin olun solcu öyle bir şey değil. size yanlış belletmişler hep. solcu dediğin insan bildiğin bölücüdür. mesela marx diye bir adam vardır, bilmem bilir misiniz, epey solcu bir adamdır. onun bir de komünist manifesto adında bir eseri vardır. orada der ki, "işçinin vatanı yoktur."

    yanisi şu kafanızdaki sol sempatisini bir silin atın lan, sol sizin doğal düşmanınız evladım, abilerinize sorun onlar bilir mesela, onlar daha tutarlıydı, solcu komünist gibi kelimeler duydukları zaman hemen silaha davranırlardı. sizin de şu kafa yapısıyla almanız gereken tutum bu, yanlışlardasınız, kendinize gelin.

    mesela bir taneniz demiş ki, rizeli amca bakıyor solcu tipler elinde apo posteri filan, allah devlete zeval vermesin diyerek akpye oy veriyor. canım benim, senin o rizeli amcan "allah devlete zeval vermesin" kafasında olduğu için, o amcanın sola sempati duymasına imkan yok zaten, apo posteriyle filan alakası yok olayın, sen rahat ol.

    bir başkası gelmiş, "türk solunun en büyük hatası" başlığına, "milli devlet yapısına uzak olması" yazmış. (bkz: #44009692) yani şimdi bunun neresinden tutacaksın, nesine laf anlatacaksın. allahın milliyetçileri kalkmış solun en büyük hatasını türk milliyetçiliğinden uzak durması olarak görüyor. sizin niye kafanız bu kadar güzel kardeşim? biz kalkıp "türk milliyetçiliğinin en büyük hatası" diye başlık açıp, "devrim düşüncesine uzak olması" yazıyor muyuz?

    yani o kadar tuhaf ki. çamaşır makinesinin en büyük hatası başlığına, "bulaşık yıkamaması" yazmak gibi bir şey. bir siyasi duruşun, doğası gereği içerdiği bir tutumu, hatta temel tutumunu, o siyasi duruşun en büyük hatası olarak görmek gibi bir ahmaklık, o kadar yaygın ki bu sözlükte.

    hayır kızamıyorum da, vallahi acıyorum. istiyorlar ki, sol böyle hepsinin rahat rahat benimseyebileceği bir şey olsun, ilkokulda ezberledikleri devlet ideolojisiyle uyumlu, böyle şeker gibi, pofuduk ayıcık gibi şirin bir şey olsun, böylelikle hem rahat rahat vatanlarını milletlerini devletlerini sevsinler, hem kürtlere nefret kussunlar hem de solcu olabilsinler. ama olmuyor be güzel kardeşim, niye zorluyorsunuz? nedir bu sol özentiliği, niye böyle ilginç bir karizması var sizin gözünüzde solculuğun?

    velhasıl, lütfen artık vazgeçin sola karşı olan şu karşılıksız aşkınızdan. tekrarlıyorum, iyice yazın şunları kafanıza, sabah akşam tekrarlayın: solcu denilen insan vatan devlet düşmanıdır, devrim diye bir şeyden bahseder bunlar, nihai amaçları budur, devrim dedikleri şey de bildiğin devleti yıkmaktır, anayasal düzenin altından girip üstünden çıkmaktır. bu yüzden zaten solcular yeri geldiğinde teröristlik yaparlar, ellerine silah alıp devletlerine karşı savaşırlar, devletin askerine polisine kurşun sıkarlar. dünyanın neresinde olursa olsun solcular hep bunları yaparlar, her yerde hepsi aynıdır. vatanın milletin olmadığı, eşit ve özgür bir insanlık milleti hayali kurarlar, böyle saçma sapan bölücü fikirlerle sizin kutsal bildiğiniz her şeye karşı savaş açarlar. lütfen solcuları sevmeyelim, sevenleri uyaralım.

    (bkz: kürt meselesi)

    selahattin demirtaş hakkındaki kafa karışıklığı, çok daha geniş bir kafa karışıklığının ufak bir tezahürüdür.

    kürt meselesine dair bütün bakışı, yargıları, kaygıları devlet (ana akım medya, eğitim sistemi) tarafından şekillendirilmiş kitleler, devletin farklı bir rotaya doğru yönelmesiyle birlikte sap gibi ortada kaldı, şimdi olan biteni anlamlandıramıyorlar, anlamlandırmaya yönelik bütün gayretleri, yine devletin kendilerine bellettiği ezberlerden yola çıktığı için aynı fasit dairede dönüp duruyorlar. dünyanın, siyasetin, hayatın gerçekleri ile kendi ezberleri çatıştığı için kafaları karışıyor, bu bilişsel çelişki onları ister istemez rahatsız ediyor, hakikat ile kendilerine öğretilen yalanlar arasında tercih yapmak zorunda kalıyorlar, ama maalesef on yıllardır beyinlerine pompalanan yalanlardan kurtulmak kolay olmuyor, içine düştükleri bilişsel çelişkiden kurtulmak için çoğunlukla gerçekliği reddedip kendi iç dünyalarında hala hüküm süren yalanlara tutunmaya çalışıyor, neyse ki bir kısım ise kendilerine bugüne kadar öğretilenleri, gerçeklikle sınayıp doğru yolu buluyor, hakikati tercih ediyor.

    bu çatışma durumu, özellikle ulusalcı kesim başta olmak üzere, chp tabanı üzerinde gözlemlense de, akp seçmeni içindeki ciddi bir kitle için de geçerli aslında. devletin on yıllardır "terörist, bebek katili, vahşi psikopat vicdansız irrasyonel yaratıklar sürüsü" olarak tanımladığı ve bu tanımın gereği olarak sadece güç zemininde bir ilişki kurarak savaştığı bir örgütle şimdi masaya oturmuş olması, akp seçmeninin önemli bir kısmı için de hala kafa karıştırıcı bir durum. pkk ve öcalan, devlet ve medyası eliyle, 30 yıllık savaş boyunca öylesine şeytanlaştırıldı ki, ve kürt siyasi hareketi üzerinde öylesine bir itibarsızlaştırma politikası yürütüldü ki, şimdi birden direksiyon kıvırıp bu şeytanlaştırılmış örgütü ve başındaki "bebek katili bölücü başı" nın muhatap almak, kolayca hazmedilebilecek bir şey değil elbette.

    şeytanlaştırma tabirini, burada literal anlamıyla kullanıyorum aslında. çünkü ben şahsen bizzat kendim, doksanların başına tekabül eden ilkokul yıllarımda, apoyu şeytan zannediyordum. muhafazakar milliyetçi bir ailede doğup büyümüş olmanın getirisiyle, hemen hemen her akşam televizyonlardan izlediğimiz şehit haberlerinin üstüne, çocuk aklımla apo ile şeytanı özdeşleştirmiştim. yani şeytanın aslında görünmeyen, cin gibi soyut bir varlık olduğunu biliyordum, ama yine de şeytan denince apo canlanıyordu gözümün önünde. akşam yemeklerinden sonra sobanın yanına kurulup izlenen televizyondan "bölücü terör örgütünün kalleş saldırısında 8 asker şehit oldu", "hain pusuda dördü kadın 12 kişi katledildi" haberlerinin yarattığı dehşetin, televizyona içi acıyan gözlerle bakan aile büyüklerinin "allah belanızı versin hainler" diye söylenmelerinin, çocuk bünyesinde yaratacağı etkiyi anlamak zor değil, eminim bir çoğunuz bunları yaşamışsınızdır.

    milyonlarca insan yıllarca bu haberleri izledi, içindeki nefret katlanarak büyüdü. devletin sistematik bir şekilde yalan söyleyebilen, ve hatta, varoluşu ve meşruiyet iddiası çoğunlukla yalanlar üzerine kurulu olabilen bir aygıt olduğunu, uzak ve yakın tarihin baştan sona bunu gösterdiğini hiçbir zaman idrak edemeyen kitleler, bütün savaşı tek bir tarafın ağzından dinledi, kendisini devletle özdeşleştirdi, hainlere kin kustu. kürtlerin varlığına, haklarına yapılan tecavüze dair elbette hiçbir şey öğrenmediler, düşünmediler, merak da etmediler. onlar için pkk, sırf zevk için adam öldüren, bebek katletmekten özellikle haz alan, masallardaki insanları yiyerek büyüyen devler gibi, yedikçe yiyen bir canavardı, kesinlikle insan değillerdi, doğru düzgün bir amaçları da yoktu aslında, sırf öldürmüş olmak için öldürüyorlardı sanki, salt şiddet uygulamaktan hoşlanıyorlardı, rasyonel varlıklar değillerdi, bir çeşit vahşi hayvan gibi bir şeydiler, dolayısıyla neyi niçin yaptıkları, neyi niçin yapacakları asla kestirilemezdi, onları öldürmekten başka yapılabilecek hiçbir şey yoktu.

    bu, tam olarak, devletin yaratmak istediği algıydı. çünkü böylelikle, insanların patlak veren savaşta devletin bir sorumluluğu olabileceğini düşünmesinin, kürtlerin belki de ciddi bir dertleri olduğunu düşünmesinin önü kesiliyor, sınırsız ve doya doya uygulanan bir şiddetin meşruiyet zemini kuruluyordu. vahşi bir hayvanın ciddiye alınacak, kaale alınacak bir derdi yoktur, eğer size saldırıyorsa, onu öldürmekten başka yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. onu öldürmek için de her türlü yöntemi uygulayabilirsiniz, en temel insan haklarını da doya doya çiğneyebilirsiniz, çünkü karşınızdakiler insan değil, onlar bir vahşi yaratık sürüsü. asgari savaş hukuku diye bir şeyi tanımanıza da gerek yok, onları öldürmek için her yol meşru, her şey uygulanabilir.

    devlet, on yıllar boyunca, meseleyi bu şekilde algıladı ve algılattı. çünkü böyle bir algıyı milyonların zihnine yerleştirdikten sonra, istediğiniz gibi at koşturabilirsiniz. topyekun bir savaş ekonomisiyle, her türlü gayrimeşru savaş uygulamasını da hayata geçirirsiniz, jitemler, özel harp daireleri, her türlü maddi manevi işkence, hukukun çok üstünde yer alan bir kontrgerilla ve psikolojik harp teknikleri devreye girer, pkk ve onunla ilişkilendirdiğiniz herkesi yok etmeye girişirsiniz. ama maalesef, öldürmekle bitmezler, siz öldürdükçe yeni gençler çıkar dağa, siz yok ettikçe yenileri çıkar karşınıza. çünkü örgütün arkasında milyonlarca kişilik bir halk desteği vardır. ama elbette, "kandırılmışlardır", "ülkemiz üzerine oyunlar oynayan dış mihrakların emellerine alet olmuşlardır".

    akp ve onun hemen hemen bütünüyle temsil ettiği devlet, bugün geldiği noktaya, bu zamana kadar yaptığının ve yürüttüğü politikanın yanlış olduğunu tamamıyla kabul ederek gelmedi aslında, çok vicdanlı olduğu için yapılan zulmü sona erdirmedi, çok rasyonel ve ahlaki bir mülahaza sonucunda kürt hareketiyle masaya oturma kararını vermedi. başka çarenin kalmadığını gördü, bu kadar basit. bu artık akp'yi de aşan bir meseleydi, hangi parti olursa olsun bu gerçekle yüzleşmekten daha fazla kaçamazdı.

    devlet öldürmekle bitiremeyeceğini gördü, bu şekilde mevzuyu kapatamayacağını idrak etti. eğer güç kullanarak tamamıyla yok edebileceğine dair umudu olsaydı, o umut tükenene kadar savaşmaya devam ederdi, çiğnenen insan hakları filan da zerre kadar umurunda olmazdı, hiçbir zaman olmadı. nitekim roboski katliamı, tam olarak bu yaklaşımın ürünüdür, bir pkk lideri olan fehman hüseyin hakkındaki bir istihbarat değerlendirilmiş, ve onu yok edebilme ihtimaline binaen her türlü sivil öldürme riski gözardı edilerek, hiçbir şekilde umursanmayarak, bombalama yapılmıştır. ama ölenlerin tamamen sivil köylüler olduğu ortaya çıktı ve yapılan hesaplar patladı. roboski katliamı, devletin on yıllardır yürüttüğü baştan sona hukuksuz savaş politikasının doğrudan sonucudur, insanlara "teslim ol" çağrısında bulunmayı öngören savaş hukukunu çiğneyip geçerek insansız hava araçlarıyla saatlerce bombalama yapmak, şu veya bu kişinin sorumluluğundaki şahsi bir olay değildir, topyekun yürütülen savaş politikasının ve ahlakının kaçınılmaz getirisidir.

    tanzimattan beri, en az yüz elli yıldır, devletin insan haklarına yaklaşımı sabittir, bir reform yaparsa eğer, bir kesimin gasp ettiği haklarını iade ederse eğer, bunu çok vicdanlı olduğu, haksızlık yaptığının farkına vardığı ve pişman olduğu için yapmaz, devletin bekası için yapar. yani daha önce, devletin bekası amacı doğrultusunda insan yerine koymadığı ve hatta yok etmeye çalıştığı bir dini veya etnik veya siyasi azınlığa karşı tutum değiştirirse eğer, bunu yine devletin bekası için yapar, veya dış devletlerin baskısıyla yapar, insan haklarını umursadığı için yapmaz. devlet için mesele her zaman devlettir, insan değil.

    her neyse. devlet, yine kendi bekasına yönelik kaygılar doğrultusunda bir tutum değişikliğine giderek, on yıllardır milyonlarca insanın gözünde şeytanlaştırdığı bir örgütle masaya oturup müzakere etmeye başlayınca, bu milyonların doğal olarak kafası karıştı. irrasyonel vahşi bebek katili canavar sürüsü ile neyin müzakeresiydi bu? devletin kendisi demiyor muydu yıllardır, teröristle müzakere olmaz diye, teröristle savaşmaktan başka bir şey yapılamaz diye? devletin kendisi demiyor muydu yıllardır, hepsinin kökünü kazıyacağız, bıçak kemiğe dayandı, dağdaki inlerine kadar gireceğiz, son damlamıza kadar savaşacağız diye? ne oldu da şimdi birden bu noktaya geldik?

    elbette, aşama aşama yaşanan bu süreç, kürtlerin "var olduğunun" kabul edilmesiyle başlamıştı. 90'lı yılların başına kadar, yazılı ve görsel medyada "kürt" kelimesinin geçtiğine bile şahit olamazsınız, sanat müziği makamlarından kürdili hicazkar adının bile trt'de geçmesi yasaklanmıştır. çünkü kürt diye bir şey yoktur, herkes türktür, herkes türk olduğunu kabul etmeli ve bununla mutlu olmalıdır. şimdi "ne solcusu ya, kürt milliyetçisi bunlar, milliyetçilik çok kötü bir şey bence" şeklinde ortalıkta dolaşan binlerce gerizekalı, kendilerini yaratan devletin resmi ideolojisinin özü olan bu inkarcı ve asimilasyoncu milliyetçiliğin çocuğu olduğunu bir türlü idrak edemez.

    her neyse devam edeyim. on yıllarca böyle bir saçma inkar politikası yürütüldükten sonra, kürt diye bir şeyin var olduğunu, kürtçe diye bir dilin varlığını kabul edince, insanların kafası illa ki karışmaya başlayacaktı. çünkü bu, doğal olarak, devletin on yıllardır yalan söylediğinin, kendilerini kandırdığının apaçık göstergesiydi, ama bunu kabul etmek kolay değildir. nitekim kitleler, yıllara yayılan bir süreçte, kürdün ve kürtçenin varlığını sessiz sedasız kabullenmek zorunda kalsa da, pkk hakkındaki algısında bir değişim olmadı, kendilerine kürtlerin varlığı hakkında yalan söyleyebilen devletin, pkk ve ona karşı yürütülen savaş hakkında da muazzam bir algı operasyonu yürütmüş olabileceğini düşünemeyen pek çok insan, şimdi müzakere masasına oturulmuş olmasını da doğal olarak kabul edemiyor. sokağa çıkıp eylem yapınca kendilerini "çapulcu vandallar" olarak tanımlayan, böylelikle de onları "sırf şiddet uygulamış olmak için şiddet uygulayan, ortalık karışsın diye uğraşan, milletin camını kırmaktan zevk alan irrasyonel bir serseri güruhu" olarak tanımlayıp ciddiye almayı, kaale almayı, muhatap almayı reddeden bir devletin, aynı algı operasyonunu on yıllarca kürtlerin üzerinde de uygulamış olabileceği gerçeğini hala akıl edemediler.

    öylesine edemediler ki, devletin yaşadığı dönüşüme ayak uyduramıyorlar, devleti bile geriden takip ediyorlar, "nasıl teröristle masaya oturursunuz yhaa :( diye isyan ediyorlar devlete. önyargıları o kadar güçlü ki, doğdukları andan itibaren kendilerine pompalanan ideolojik ezberler o kadar kuvvetli ki, kürtleri dinlemeye bile tahammül edemiyorlar, kürtlerin derdinin ne olduğunu onların ağzından dinlemeyi dahi reddediyorlar. mesela adamlar yıllardır demokratik özerklikten bahsediyor, bölünmeyi istemediklerini, bağımsız bir devlet istemediklerini söylüyorlar, bağımsız bir devletin çözüm olmadığını idrak ettiklerini söylüyorlar, bilakis şu an yaşadığımız problemlerin hemen hepsinin kaynağında homojen üniter ulus devlet fikrinin yattığını söylüyorlar, bu yüzden bağımsız bir kürt ulus devletinin de derman değil dert getireceğini düşündüklerini söylüyorlar, apo da, bütün hdp de bunu söylüyor ne zamandır. ama milyonlarca insanın kafası plak gibi takılıp kalmış durumda, onların ne dediğine kulaklarını kapatmış, "banane banane siz bölücüsünüz kürdistan istiyosunuz ama nah kurarsınız" kafasında yuvarlanıp gidiyor. birilerinin onları dinlemesine bile tahammül edemiyorlar, onların kulak verilmeyi hak eden, muhatap alınmayı hak eden bir özne olduğunu bile kabullenmeleri çok ama çok zor oluyor.

    bu kabullenememeyi, sözlükteki bu ve benzeri başlıkta binlerce entryde müşahede edebilirsiniz. hemen hemen her gün, birileri bu başlığa gelip, "nasıl solcu ya? nasıl buna oy vermeyi düşünebiliyosunuz ya? bebek katili sevici bölücü kürt faşisti katillere nasıl oy verebiliyosunuz ya?" şeklinde bir isyanla, takılmış plak gibi birebir aynı kelimelerle yazmaya devam ediyor. bu takılmış plak şeklinde sürekli aynı ezberleri tekrarlama hali, aslında karşındakinden çok, farkında olmadan insanın kendisini ikna etme çabasının tezahürüdür, bilinçaltına işlemiş ezberlerin yalan olduğunun ortaya çıkmasından duyulan belli belirsiz korku, sürekli aynı şeyleri sesli bir şekilde tekrar ederek kendini inandırmaya çalışmaktan neşet eder. sinemada da mesela, bir karakterin kendi kendine sesli düşünerek bir şeyi sürekli aynı kelimelerle tekrar etmesi, o şeye inanma ihtiyacının, ve bu zamana kadar duyulan inancın zemininin sarsılmaya başladığının göstergesi olarak yorumlanır.

    (bkz: kürtçü)
    peki, siz neyin ne olduğunu bilmiyor musunuz? hayır, bence köpek gibi biliyorsunuz. eskiden bilmediğinizi, o yüzden anlayamadığınızı, empati yapamadığınızı düşünürdüm, kürtlerin nasıl yok sayıldıklarını, dillerinin nasıl yasaklandığını, nasıl asimilasyona maruz bırakıldıklarını, on yıllar boyunca nasıl sosyoekonomik ve kültürel açıdan muazzam bir ayrımcılığa maruz kaldığını, bütün bunlara karşı sesini çıkarmaya başladığı zaman nasıl işkencelere maruz kaldığını, öldürüldüğünü, hapislerde süründürüldüğünü, diyarbakır cezaevinde bok yedirmekten tut makata cop sokmaya kadar nasıl bir aşağılamaya maruz bırakıldıklarını bilmediğinizi düşünürdüm. ama hayır, artık kesinlikle biliyorsunuz bunları, bilmemenize imkan yok. artık "bilmeme"nin verdiği bir masumiyetle açıklanacak bir haliniz yok, onu çoktan geçtiniz. her şeyi biliyorsunuz, hem de it gibi biliyorsunuz, ama belli bir nefret eşiğini aştığınız için, geri dönemiyorsunuz, kendinize yediremiyorsunuz.

    hayatınız boyunca, neredeyse içine doğduğunuz ve büyüdüğünüz bir nefret atmosferi, yüreğinizi öylesine ele geçirdi ki, bu nefrete öyle büyük bir yatırım yaptınız ki, şimdi vazgeçmeyi kendinize yediremiyorsunuz, bütün o nefretin zeminini alt üst eden hakikatleri kabul edemiyorsunuz, gözlerinizi kaçırmaya çalışıyorsunuz. kabul ettiğiniz takdirde, kendinizi ve nefretinizi sil baştan gözden geçirmek zorunda kalacağınızın farkındasınız, on yıllar boyunca devlet tarafından kandırıldığınızı, on yıllar boyunca devletin "kürt diye bir şey yok, hepimiz türküz" dayatmasını ahmakça sahiplendiğinizi kabul etmek zorunda kalacaksınız.

    bu, sadece epistemolojik değil, neredeyse ontolojik bir kopuş gerektiriyor. sizi var eden bütün maddi somut gerçekliğin, sizi inşa eden bütün o büyük anlatıların tahakkümünden kurtulup, hepsinin ne kadar muazzam bir yalan üzerine kurulu olduğunu fark etmek, bir illüzyon katedralinin çatısında doğup yaşadığınızı fark etmek, şimdiye kadar inandıklarınızın, doğru bildiklerinizin ne kadar saçma ve ne kadar yalan olduğunu idrak etmek, altınızdaki bütün varoluş zeminini imha edecek, bir anda havada kalacaksınız.

    hani çizgi filmlerde olur ya, mesela coyote, road runner'ı kovalamaktadır, yolun sonunda bir uçurum vardır, road runner tam uçurumun kıyısına geldiği zaman durmayı başarır ve bir ağacın arkasına saklanır, coyote de arkasından gelir ama uçurumu fark etmez, havada koşmaya devam eder bir müddet daha. ama tam uçurumun ortasına gelmişken, birden durur, ve havada olduğunu fark eder. kameraya umutsuzca bakar, ve hızla aşağı düşmeye başlar.

    burada ilginç olan şey, coyote'nin, havada olduğunu fark edene kadar düşmemesidir. havada olduğunu fark etmediği sürece koşmaya devam edebilir, uçurumun ortasına gelene kadar ayaklarını hareket ettirmeye devam eder, o kendi dünyasında hala toprak zemin üzerinde koşmaktadır, ayaklarının boşlukta döndüğünün farkında değildir. ama ne zaman hayal dünyasından kopup gerçeğe döner, işte o zaman artık daha fazla koşmaya devam edemez, havada kalakalır, ve kaçınılmaz son olarak, hızla aşağı düşer. farkındalık, ölüm getirir.

    siz de, ayaklarınızı çırpmaya devam ediyorsunuz, havada durduğunuzu fark etmek istemiyorsunuz. ayaklarınızın sağlam zemine bastığına inanmaya devam ettiğiniz sürece, düşmeyeceğinize inanıyorsunuz, ancak boşlukta durduğunuzu fark ettiğiniz an, inancınız yıkıldığı an, düşmeye başlayacaksınız. bunu biliyorsunuz. biliyorsunuz, ama kabullenmek istemiyorsunuz. işte bu yüzden, kürtlerin maruz kaldıkları bütün zulümler, size şimdi, uzak bir geçmişte yaşanan, bir masaldan fırlamış gibi duran kötü hatıralar gibi geliyor. "diyarbakır cezaevi", "bok yedirmek", "makata cop sokmak", "yok saymak", "kürtçe konuştuğu kelime başına para cezasına çarptırılmak", "evinde kürtçe kaset bulunduğu için hapse atmak", "türkçe bilmeyen annesiyle mecburen kürtçe konuşan mahkumu, annesinin gözleri önünde insanlıktan çıkarana kadar dövmek", bunlar gibi şeyleri, sanki çok uzak bir yerlerde, çok çok eski tarihlerde, belki bir paralel evrende, bir paralel zamanda yaşanmış, abartılı bir masal gibi algılamaya meyyalsiniz. bunların hepsi defalarca anlatıldı, kaçmanıza da imkan yoktu, mecburen dinlemek zorunda kaldınız, ama dinlerken kendinizi bir sis perdesinin ardına sakladınız, sanki meçhul bir yerlerden, gaipten bir ses tarafından bir hikaye anlatılıyormuş gibi, ciddiye almadan dinlemeye çalıştınız, hala da bunun için çalışıyorsunuz.

    çünkü, insan anladığı şeye kızamaz, kızamıyor. çünkü insan, anlamak zorunda kaldığı bir şeyden, gönül rahatlığıyla nefret edemiyor. çünkü insan, nefretini rasyonalize etme arayışına girdiği zaman, zararlı çıkacağını içten içe hissediyor hep. bu yüzden gerçeklikten kaçıyor, bu yüzden anlamak istemiyor, sadece nefret etmek istiyor, kinini doya doya kusmak istiyor.

    her gün, sürekli, kendi kendine telkin eder gibi, "bebek katili pkk", "bölücü kürtçüler" diyerek inancınızı tahkim etmek istiyorsunuz, böylelikle, siz de "iyi" insanlar oluyorsunuz, doğru tarafta oluyorsunuz. karşınızdakiler bebek katilleri ve savunucuları oldukları için, siz de otomatikmen vicdanlı taraf oluyorsunuz. bu inancı sürdürebilmek için, karşınızdakilerin "vahşi, irrasyonel, sebepsiz yere insan öldürmekten zevk alan, hasta ruhlu manyak psikopatlar sürüsü" olduklarını düşünmeye ihtiyacınız var, aksi takdirde bütün varoluş zemininiz altınızdan kayıp gidecek, kaçınılmaz sonla yüzleşmek zorunda kalacaksınız.

    (bkz: kürtleri isviçre vatandaşı ayarında sanan insanlar)

    kendilerine hiç rastlamadığım insanlar.

    bu ülkenin, kendine özgü en ciddi sorunu, ırkçı fikirlerin marjinal değil, alabildiğine normalleşmiş olması. devlet üretimi öylesine yaygınlaştırmış, öylesine sıradanlaştırmış ki, artık ırkçılıktan, faşizmden bahsettiğimizde çok klişe şeyler söylemiş oluyoruz, abartmış oluyoruz, "sizin gibi düşünmeyen herkese faşist diyosunuz" gibi ithamlarla karşılaşıyoruz. o kadar normalleşmiş ki, ırkçılığın kendisi değil, ırkçılık eleştirisi klişe olarak algılanmaya başlamış durumda.

    (bkz: #52155385)

    misal bu entry üzerinden gidelim. ırkçılık, oryantalizm, sosyal darwinizm, 19. yüzyılın ırkçı antropolojisinden kalma saçmalıklar, stereotype arayışı, hastalıklı bir "medeniyet" tahayyülü, tarihi lineer yükselen bir çizgi addederek tasavvur edilen fetişleştirilmiş bir "ilerleme" kurgusu, kısacası tanzimattan beri yükselerek ittihatçılarla iktidara gelen ve kemalizmle bütün ülkeyi yeniden yapılandıran hastalıklı ideolojinin semptomlarına dair ne ararsan var. ama arkadaş gayet ciddi, saf, temiz, iyi niyetle bir soru sorduğunu düşünüyor, gayet normal, gayet meşru bir soru sorduğuna tamamen emin, aklında en ufak bir şüphe yok, gayet "gerçekleri", olan biteni gördüğünü ve gerçekleri sorduğunu düşünüyor, samimi bir şekilde cevap bekliyor. bu konuda yalnız değil, sözlükte de, bu ülkede de kendisi gibi düşünen çok fazla sayıda insan var, ülkenin büyük çoğunluğu bütün dünya görüşünü bu tip sıradanlaşmış kategorizasyonlarla oluşturuyor hatta. bu yüzden, ırkçı olarak nitelendirilmekten hoşlanmıyorlar, gayet iyi niyetli ve samimi ithamlarda bulunuyorlar ve bunların ırkçılık olarak tanımlanmadan cevaplanmasını istiyorlar.

    olayı korkunç yapan da bu. yani bu öldüren saflık, bu katil masumiyet, bu cehennemin yollarına kırmızı halı döşeyen iyi niyet... işimizi bu kadar zorlaştıran şey bu. kötülüğün sıradanlığından sıtkı sıyrılmış pek çokları, böyle bir ölümcül saflık ve sıradanlık karşısında sinizme yenik düşüyor, hepimiz bunu yaşıyoruz, cevap vermekle vermemek arasında, güzel güzel oturup anlatmakla sadece küfretmek arasında gidip geliyoruz, bu noktada üşenmek gayet insani ve nitekim ben de çoğu zaman üşeniyorum, ancak her şeye rağmen yazmayı sevdiğim ve bir şekilde kendimi motive edebildiğim için elimden geldiğince laf anlatmaya çalışıyorum. pek çok arkadaş şaşırıyor, nasıl üşenmiyorsun, nasıl sabrediyorsun, nasıl bu kadarına cevap vermekle uğraşabiliyorsun diye. ancak madem sözlük gibi bir mecra var önümde, ve madem bu insanlar ülkenin çoğunluğu, madem onlardan kaçamıyoruz, elimizden geldiğince laf anlatmaya çalışmaktan başka çaremiz yok gibi. çünkü pek çoğu hiçbir zaman bu "iyi niyet"le sorduğu ve güya cevabını gerçekten öğrenmek istediği mevzularla ilgili iki tane kitap okumayacak. internet bu ülkede zaten olmayan okuma alışkanlığını iyice kötü etkiledi, gerçi bir yandan da ekitap pdf filan türemesi iyi oldu ama yine de okumuyorlar malesef, okumayacaklar, onlara ulaşabileceğimiz tek yer sözlük, twitter, feysbuk vs. o yüzden bu sosyal medyayı elimizden geldiğince kullanmak zorundayız.

    her neyse. arkadaş ciddi ciddi soruyor, o yüzden ciddi ciddi cevaplamaya çalışayım.

    "kendisinde eksik bulduğum şey, kürtleri savunurken, kürtlerin eksikliklerinden, hatalarından hiç bahsetmemesi."

    "kürtleri savunmak"tan ziyade, kürtlerin haklarını savunmak olarak algılarsak işimiz daha kolay olacak. her türlü hak savunusunda bu tip ithamlarla illaki karşılaşıyoruz, "soykırım diyosunuz ama ermeniler çok mu iyi sanki, onlar neler neler yapmadı mı?", "eşcinsellerin hepsi çok mu iyi insanlar sanki", "erkekler zulmediyor da kadınlar hiç zulmetmiyor mu sanki" vs.

    bir azınlık veya dezavantajlı gruba karşı yapılan bir haksızlığa, bir adaletsizliğe karşı çıkmak, onların gasp edilen haklarını savunmak, o azınlık veya dezavantajlı grubun "iyi" insanlar olduğunu savunmak değildir. o azınlık veya dezavantajlı gruptan olmayanların "kötü" insanlar olduğunu savunmak da değildir. yani kürtlerin, gayrimüslimlerin, eşcinsellerin, kadınların haklarını savunurken, onların "iyi" insanlar olduklarını, çok yüce, çok güzel, çok masum, çok cici insanlar olduğunu, türklerin, müslümanların, heteroseksüellerin, erkeklerin de kötü insanlar olduğunu, kaka insanlar olduğunu söylemiyoruz. sadece, ortada bir adaletsizlik var diyoruz, bir hak gaspı var diyoruz, bir ayrımcılık var diyoruz, ve bu, adaletsizliğe maruz kalanların "iyi" insanlar olup olmamalarıyla tamamen alakasız. adaletsizliği yapan da, türkler değil, devlet. türklerin çok büyük kısmı bu adaletsizliği savunuyor veya göz yumarak, sessiz kılarak rıza gösteriyor olsaydı da bundan dolayı "türkleri" suçlamaya hakkımız olmazdı, çünkü insanların adaletsizliği savunması da "türk" olmalarından kaynaklanmaz.

    adalet ve temel haklar savunusu, insanların iyiliğinden, kötülüğünden bağımsız olarak, ilkesel olarak sahiplenilir ve savunulur. cezaevlerinde işkence yapılmasına karşı çıkmamızın sebebi, cezaevinde bulunan insanların iyi ve masum insanlar olduğunu düşünmemiz değildir. dolayısıyla işkenceye karşı çıktığımız zaman, "neden bu mahkumların kötülüklerinden, hatalarından hiç bahsetmiyorsunuz" gibi bir soru sormanız ne kadar anlamlıysa, kürtlerin ayrımcılığa, adaletsizliğe maruz kalmaması gerektiğini savunduğumuz zaman da bize niçin kürtlerin hatalarından bahsetmediğimizi sormanız o kadar anlamlı oluyor. anadilde eğitim almak, bütün halklar için bir haktır, kürtler için de bir haktır, ve bu haklarını savunmak için kürtlerin iyi insanlar olduğunu düşünmek gerekmez.

    tekrar tekrar, üstüne basa basa gideyim. kürtlerin iyi, türklerin de kötü insanlar olduğunu söylemiyorum. kürtlerin medeni, türklerin medeniyetsiz insanlar olduğu gibi saçma sapan bir iddiada bulunmuyorum. böyle bir şey söylüyor olsaydım, tam da ırkçılık yapmış olurdum, o yüzden tam da buna karşı çıkıyorum zaten. kürtleri övdüğüm, kürtleri yere göğe sığdıramadığım gibi sanrılarınız, tam da ırkçılıktan kaynaklanıyor, kürtleri övdüğüm, türkleri yerdiğim filan yok, kürtler, türkler, araplar, ermeniler, fransızlar veya japonlar, topyekun övülebilecek veya yerilebilecek bir özne değiller. dolayısıyla "kürtler özeleştiri vermeli" gibi bir cümle, hiçbir anlamı olmayan, saçma sapan bir cümledir. "kürtler" bir kamu tüzel kişiliği değil. hangi kürt neyin özeleştirisini verecek? her bir kürdü, bütün kürtlerin kanuni temsilcisi mi addedeceksiniz? ne kadar saçmaladığınızın farkına varmanız için gerçekten bu kadar yazmamız mı lazım?

    her milletin, kürtlerin de, türklerin de iyisi var, kötüsü var. kürtlerin de, türklerin de dindarı var, dinsizi var, ırkçısı var, sosyalisti var, liberali var, muhafazakarı var, zengini var, yoksulu var. hepsinin içinden iyi insanlar da çıkıyor, kötü offffffff. ben bu cümleleri yazarken kendimi bir ilkokul çocuğuna hitap edermiş gibi hissediyorum, siz aşağılandığınızı hissetmiyor musunuz hakkaten? ne kadar çocukça, ne kadar saçma sapan düşündüğünüzü nasıl hissedemiyorsunuz yahu? yani sinirlenmeyeyim, sakin olmaya çalışayım diyorum ama, sakin sakin yazmaya çalıştığım zaman, tane tane basitleştirerek anlatmaya çalıştığım zaman, asıl o zaman size hakaret ettiğimi hissediyorum aslında. niye böyle yapıyorsunuz arkadaşım?

    neyse sakinleşiyorum yine tamam. medeniyet, üzerinde bütün dünya milletlerinin yarıştığı ve öne geçtikleri zaman diğerlerinden ahlaki açıdan daha üstün oldukları ve diğerlerini aşağılama hakkı elde ettikleri bir koşu parkuru değil. isviçreliler en önde, türkler onun arkasında, kürtler daha da arkada, en arkada somali gelmiyor. size yanlış bellettiler hep. öylesine yanlış bellettiler ki, doğrusunu öğrenmek için en ufak bir arzu duymuyorsunuz. medeniyet dediğin şeyin zirvesi batı medeniyetiyse eğer, batı medeniyetinin ulaştığı en son nokta, evrensel insan hakları felsefesi, o da her şeyden önce ırkçılığı en büyük düşman belliyor ve lanetliyor. farklılıklara saygıyı, azınlıkların haklarını çoğunluğa karşı korumayı, birlikte yaşama kültürünü, demokratik toplum düzenini, insanlık onurunu ve herkesin kendi varlığını eşit bir şekilde geliştirme hakkını önemsiyor ve buna yönelik politikalar geliştirmeyi, lafta bile olsa, öncelik ediniyor. kapitalist modernitenin yarattığı ırkçılıkla, milliyetçilikle, faşizmin yarattığı dehşetle aklı başına gelen batı, kendi yarattığı canavarla baş etmeyi en önemli önceliği olarak görüyor şu an.

    suçun ve ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesi, modern ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri. aydınlanma felsefesi sonrası, suçun manevi unsurunun maddi unsuru kadar ağırlık kazanması, hukuka uygunluk nedenlerinin tanımlanması ile birlikte, şu an sahip olduğumuz hukuk sistemlerinin belkemiğini oluşturuyor. hiç kimse, bir başkasının, en yakınlarının bile suçundan dolayı yargılanamaz, hiç kimse ailesinin, eşinin dostunun, mensup olduğu inanca, mezhebe, etnisiteye mensup başka birilerinin suçundan dolayı sorumlu tutulamaz. bütün kürtleri kaçak elektrik kullanmakla itham etmek, ırkçılığın ta kendisidir, "ben hepsi için demiyorum, çoğunluğu öyle" filan diyerek de bu saçmalığı meşrulaştıramazsınız. kaçak elektrik kullanmak, genel olarak hırsızlık vs. gibi davranışlar, genetikle, kültürle alakalı ortaya çıkan davranışlar değil, üretim ilişkileriyle, ekonomik sistemle, gelir ve eğitim grubuyla alakalı davranışlar. bireylerin veya toplulukların ahlaki eğilimleri, kültürel kodları vs. hepsini şekillendiren, tarihsel bir yapı var, yani bir insanın hırsızlık yapması ile anadilinin kürtçe veya türkçe olması arasında bir nedensellik ilişkisi yok.

    kaçak elektrik sorununun en büyük sebebi, bizzat devletin buna göz yumması. devlet kürt sorununu en başından beri, ekonomik temelli algıladığı veya öyle görmek istediği için, ekonomik açıdan geri bıraktığının, sürgün yeri haline getirdiğinin farkında olduğu doğuyu, kendince bir pozitif ayrımcılığa tabi tutarak "kalkındırma" arayışına girdi, bu arayışın başlangıcının izi cumhuriyetin en başlarına kadar sürülebiliyor, 60'lardan sonra devlet planlama teşkilatının kurulması ve kalkınma planları ile ağırlık kazanıyor, bugüne kadar süregeliyor. saçma sapan bir "sosyal yardım" politikası ile, özellikle akp döneminde zirveye ulaşan bir sadaka kültürüne mahkum ediliyor insanlar, kaçak elektriğe de devlet gayet bilerek göz yumuyor, bir çeşit sübvansiyon gibi, bilinçli bir politika olarak kullanılıyor bu göz yumma olayı. akp türkleri de kürtleri de sadakaya alıştırarak, minnet borcu altında bırakmaya çalışarak oy satın aldı yıllardır. devlet, bekçisi olduğu kapitalizmin yarattığı adaletsizlikleri böyle kontrol altına almaya çalışır, eşitsiz gelişime, yoksulluğa, cehalete mahkum ettiği kitleleri, toplumsal gerilimleri azaltmak için sadakayla zapt etmeye çalışır. kendi ürettiği adaletsizlikleri yamama çalışmasını lütuf gibi sunar, zaten yapması gereken şeyleri lütuf gibi sunar, aç kalmasına sebep olduğu insanlara yemek verip minnet bekler.

    dünya üzerindeki herhangi bir bölge halkını yok sayıp, anadillerini yasaklayıp, her açıdan ayrımcılığa maruz bırakıp, yoksulluğa, cehalete mahkum edip, seslerini çıkardıkları zaman bombalayıp, sonunda da bu insanlar isyan edince yavaş yavaş bir bok yediğinizin farkına varıp zapturapt altına almak için sadaka vermeye başlarsanız, elektriği kaçak kullanmalarına göz yumarsanız, o bölgenin halkı da zaten devlete tepkiliyse, bir süre sonra kaçak elektrik kullanma davranışının yaygınlaştığını görürsünüz, bu davranışın da, o insanların kürt veya isviçreli olmalarıyla alakası olmaz, anadillerinin kürtçe veya türkçe veya almanca olması fark etmez. suç dediğimiz şey, hukuk düzeninin suç saydığı ve cezai yaptırım uyguladığı şeydir, hukuk düzeni kendi tanımladığı bir suça göz yumuyor, cezai yaptırım uygulamıyorsa, suçlamanız gereken muhatap hukuk düzeninin, yani devletin kendisidir. ahlak dediğimiz şey de muallakta asılı, hava boşluğunda kendiliğinden zuhur eden ve benimsenmesi beklenecek bir şey değil.

    kaldı ki, devletin büyük burjuvadan, batıdaki, ya da sadece istanbul'dan, sanayi bölgelerinden toplamadığı verginin miktarının yanında, kaçak elektriğin kamuya maliyetinin esamesi okunmaz. ülkede mülk sahibi olmayan, yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca insanı türküyle kürdüyle sömüren, kanını emen sermaye sahipleri, şirketler, bankalar, daha çok hakkari'den çıkmıyor. oturduğunuz evleri yapan inşaat işçileri çıkıyor daha çok.

    bu devlet icabında iki liralık alacağı için binlerce lira masraf yapıp avukatıyla mahkemesiyle icra müdürüyle haciz memuruyla peşine düşen bir devlet, yıllar önce ödediğiniz bir borcun gözden kaçan 15 kuruş artığını, yıllar sonra sırf tebligatına onlarca lira masraf yaparak takip eden bir devlet. istese hemen yarın ülkede ne bir ödenmemiş elektrik borcu, ne de ödenmemiş bir vergi borcu bırakır, bütün sorumluları saniyesinde bulur, saniyesinde boğazına çöker. ama şurada anlattığım gibi, (bkz: #46299645), devletler, milyonlarca parametrenin hüküm sürdüğü ekonominin kaosunda, uyguladığı politikaların kaçınılmaz olarak yarattığı pek çok sorunu çözmek için, bizzat yasayı deler, veya daha çok, delinmesine göz yumar. devlet, o pek kutsal kamu düzenini muhafaza etmek için, bu düzen açısından tehlike çıkarmaya meyyal gruplara, yoksullara, işsizlere vs. yönelik böyle küçük sürprizler yaparak onları zapt etmeye çalışır, mesela hiç ihtiyacı olmadığı halde sırf istihdam yaratmak için memur alır, böylelikle sabahtan akşama kadar boş boş oturan yüzbinlerce insan peyda olur.

    bu durum, dediğim gibi özellikle akp döneminde tavan yaptı, insanları dilenci kültürüne alıştırma arayışı, oy toplamak için kurumsallaştırıldı, devlet böylelikle yarattığı adaletsizliklerle toplumda ırkçılığın sürekli beslenmesinin en büyük müsebbibi, şu an suriyelilere de aynısı yapılıyor. kaçak elektriğin peşine düşmeye kalkan, her şeyden önce karşısında devleti bulur. bu mevzu yüzünden yeri geldiğinde kamu kurumları birbirine giriyor, özelleştirilen dağıtım şirketlerine bile devlet kaçak elektriğin peşine düşmemeleri için para yediriyor. kısacası bu mevzuyla ilgili bir probleminiz varsa, gerçekten ahlaki bir kaygıya sahipseniz, devletten hesap sorarsınız. hadi girin sorun, yiyorsa. ama kürtlere, suriyelilere küfretmek daha kolay elbette. adaletsizliği dert ediniyor olsaydınız, her şeyden önce devleti, kapitalizmi dert edinirdiniz.

    (bkz: sözlükteki suriyeli düşmanlığı/@maarri)
    (bkz: ırkçılık/@maarri)
    (bkz: devlet bize bahmiyir/@maarri)

    "kürtler trafik kurallarına yeteri kadar uyacaklar mı?" işte bak bu çok can alıcı bir soru. o konuda kürtlere ben de çok kırgınım. trafik kurallarına uymalı, uymayanları uyarmalıyız.

    of ulan of. efkar bastırdınız yine. yeter bu kadar. ya da dur, ne zamandır sorup duruyor arkadaşlar, birkaç kitap tavsiye edeyim aklıma gelen.

    eric hobsbawm - milletler ve milliyetçilik, bütün kitapları
    balibar, wallerstein - ırk, ulus, sınıf
    slavoj zizek - ideolojinin yüce nesnesi
    fikret başkaya - paradigmanın iflası
    özgür üniversite yayınları - resmi tarih tartışmaları serisi. genel olarak fikret başkaya ve özgür üniversitenin bütün kitapları okunabilir. fikret amca, wallerstein, samir amin, andre gunder frank vs. gibi dünya sistemleri grubu ile epey paralel gidiyor, tartışılabilir tezleri var elbette, ancak paradigmanın iflası gençlik dönemimde beni sarsan kitaplardan biri, o yüzden bende özel bir yeri vardır, resmi tarih üzerine okuma yapmak isteyen gençlere de ilk fikret başkaya'yı tavsiye ederim, sarsılmak iyidir. sonra wallerstein, althusser, gramsci, laclau filan şey yaparsınız, frankfurt okuluna dalarsınız, keyfiniz bilir.

    iletişim yayınları, modern türkiye'de siyasi düşünce serisi, komple çok iyi kaynaktır. ayrıca tanıl bora milliyetçilik üzerine epey yazıp çizmiştir, ne yazdıysa bulup okuyabilirsiniz. kürt meselesi üzerine de, mesut yeğen - bütün kitapları

    jared diamond, tüfek mikrop ve çelik
    nazan maksudyan - türklüğü ölçmek
    rojin canan akın - bildiğin gibi değil
    bejan matur - dağın ardına bakmak

    birkaç roman da tavsiye edeyim maksat edebiyat olsun. dostoyevski filan demeyeyim tabi ayıp olmasın.

    steinbeck - bitmeyen kavga, gazap üzümleri
    knut hamsun - açlık
    emile ajar - onca yoksulluk varken
    ivo andriç - drina köprüsü

    bir başka sefere de, felsefe üzerine bir liste şey yapayım.

    (bkz: kürtlerin kabile kültürü seviyesinde yaşaması)

    hani şimdi alabildiğine doğallaştırılmış bir şekilde yaşıyorsunuz ya ırkçılığınızı, muhteşem argümanlarla bezeli vaazlar çekiyorsunuz ya, kendinize bol bol taraftar da bulabiliyorsunuz ya hani, emin olun gün gelecek rezil olacaksınız. ismen olmasa da, dahil olduğunuz o iğrenç mirasın adıyla, kurucu iktidar ideolojisi ile beyinleri sikilmiş ahmak sürüsü başlığı altında inceleneceksiniz, eninde sonunda üstünüze sifon çekilecek, tarihin çöplüğüne lanetlenerek gömüleceksiniz.

    150 yıl önce siyahların niçin aşağılık yaratıklar olduğunu, sizinkine çok benzeyen argümanlarla savunanlar da kendilerinden çok eminlerdi, etraflarında fazlasıyla taraftar bulabiliyorlardı, o dönemde sözlük olsaydı yazdıkları entryler en beğenilenlere de mutlaka girerdi. 19. yüzyıl antropoloji literatürü, siyahların, afrikalıların niçin aşağı yaratıklar olduklarını "bilimsel" olarak açıklayan ve ispat eden milyonlarca saçmalıkla doludur. çok uzağa da gitmenize gerek yok, 1925'te kurulan türk antropoloji mecmuasına, 1932 türk tarih kongresi tutanaklarına bakın, neler neler göreceksiniz.

    neyse ki insanlığın evrensel vicdanı, kolektif bilinci, ırkçılığın lanetlenmesi gereken bir pislik olduğunu idrak etti, her geçen gün daha da idrak ediyor. izlediğiniz uluslararası futbol turnuvaları bile ilk ilkesini "respect" sloganı olarak belirliyor, her şeyden önce ırkçılığa savaş açıyor. "2014 dünyasının gerçekleri ve doğruları"ndan bahsediyor bir de haspam. yemin ediyorum karikatür gibisiniz.

    sizin gibi it sürüleri, insanlığın kolektif vicdanının tekamülünü geriden takip ettiği için, daha insan olmanıza bir süre var, özel eğitim gerektiriyorsunuz, sizinle hassasiyetle ilgilenmek, eğitmek gerekiyor. milli eğitim müfredatı daha ilkokulda sizin gibi milyonlarca çocuğun zihnini hadım etmeye devam ediyor, o yüzden önce devletin kurucu resmi ideolojisinin tarihe gömülmesi gerekiyor. ama merak etmeyin, eninde sonunda gömülecek. size öğretilen bu saçmalıklar da, en fazla 100 yıl içinde bir alay konusu olacak, bu dönemin rezilliği de tescil edilerek lanetlenecek ve üstüne sifon çekilecek. siz o günleri maalesef göremeyeceğiniz için, zamanın sizi getirdiği noktanın ne kadar aşağılık bir yer olduğunu maalesef öğrenemeyeceksiniz belki, ama torunlarınız sizin bu ahmaklığınızı ibretle okuyacak.

    ırkçılığın muhtemelen sadece siyahlara karşı yapılabilen bir şey olduğunu zannediyorsunuz, o yüzden önümüzde çok iş var. bizim şansımıza da sizin gibilerle uğraşmak zorunda kaldığımız bir dönem düştü, siz insan olana kadar bize huzur yok, o yüzden el mecbur sizinle ilgilenmek zorunda kalıyoruz, size laf anlatmaya çalışmak zorunda kalıyoruz, sadece dalga geçmekle yetinemiyoruz.

    6000 yıl önce, tahmini dünya nüfusu, 5 ila 10 milyon arasında. hadi 10 milyon diyelim. yani şu anki 7 milyar insan, bu 10 milyon insandan geliyor.

    yani aslında, birbirimizle, sandığımızdan çok daha yakın akraba sayılırız. şu an yaşayan bütün kürtlerle, en geç 10 bin yıl içinde soyunuz bir yerlerde kesişiyor, hatta bütün insanlarla, hatta ve hatta bütün canlılarla soyunuz bir noktada kesişiyor.

    dolayısıyla, şu an dünya üzerindeki herhangi bir milletin 6000 yıllık tarihinden bahsetmek, 6000 yıldır değişmeyen bir öz, süregelen bir kültür tasavvur etmek kadar ahmakça bir şey yoktur. pardon, vardır, evet, bundan daha ahmakça olan şey, kendi milleti hakkında bu kadar saçma sapan savlar öne süren kürt milliyetçilerini parmakla gösterip, onlardan yola çıkarak bütün kürtlerle dalga geçip aşağılayarak, kendi ırkçılığını görmemek, hatta meşrulaştırmaya çalışmaktır.

    6000 yıllık kürt tarihinden bahsedenler, sizin aynadaki yansımanızdır, aslında kendi götünüze gülüyorsunuz ama farkında değilsiniz. açın güneş dil teorisi'ne bakın, zamanında ileri sürülen birtakım saçmalıklar olarak etiketleyip geçebileceğiniz şeyler de değil bunlar, bu devletin resmi ideolojisinin temelini oluşturan, hani şu hepinizin beynini ilkokulda istimlak eden ideolojinin zeminini kuran anlayış. hala milli eğitim müfredatında yer alan yığınla saçmalığı, türk'ün gururunu tahkim etme üzerine kurulu yığınla acınası komiklikleri, kısacası kendi açıktaki götünüzü görmeyip, başkasının götüne bakarak kahkahalarla gülüyorsunuz, ne kadar acınası bir durumda olduğunuzu bilseniz kafanıza sıkardınız.

    kürt milliyetçiliği, türk milliyetçiliğinin özbeöz yavrusudur, onu taklit ederek gelişmekte, onun argümanlarını kullanarak kendine yol bulmaya çalışmaktadır. bu hemen hemen bütün milliyetçilikler için geçerlidir, hepsi birbirini taklit eder, daha da ötesine geçip, birbirlerini göstererek kendilerini meşrulaştırmaya çalışır, birbirlerini parmakla işaret ederek kendi komikliğini, kendi ahmaklığını gözden kaçırmaya uğraşır, bunu başarabildiğini sanır. beyazlardan nefret eden siyahı gösterip, siyahlara karşı olan nefretini meşrulaştırdığını sanan beyinsizlerden hiçbir farkınız yok.

    neyse ki, kürt milliyetçiliği, kürt siyasi ikliminin ana damarını oluşturmaz, oldukça güdük kalmıştır, kürt siyasi hareketinin içinde de asla güçlü bir yer bulamamıştır. kürt siyasi hareketi, sol kaynaklardan beslenen bir kimlik hareketi olarak ortaya çıkmıştır, bu da, yani milliyetçiden ziyade sol bir damarla yola çıkmış olması da, hem kendisi, hem de bizim için bir şanstır.

    20 yıl öncesine kadar kimse kürt kelimesini ağzına alamıyordu, 1980'de şerafettin elçi "türkiye'de kürtler de vardır, ben de kürdüm" dediği için kabine dağıtıldı, 3 yıl hapis yattı, 10 yıl siyasetten, ömür boyu avukatlık mesleğinden men edildi. şimdi de sizin gibi yavşaklar çıkmış niye kürt liberal partisi vs. gibi çeşitlilik yok diye soruyor. adamlar bugüne kadar var olma mücadelesi verdi allahın beyinsizleri, kürt olduğunu söyleyebilme, anadilini konuşabilme mücadelesi verdi, başka bir şeye fırsat tanıdın sanki. 90 yıldır asimilasyona maruz bırakmışsın, adamın var olma mücadelesi vermesi de doğal olarak gözüne batıyor.

    üstelik, kürt hareketi, sol bir damarla yola çıkmış olmasının meyvesi olarak, kesinlikle kimlik mücadelesi ile sınırlı kalmadı. ülkenin batısına göre aslında çok daha muhafazakar ve dindar bir bölgeden çıkıp, ülkenin kadın mücadelesini topyekun ileri bir noktaya taşımalarının ne kadar muazzam bir şey olduğunu idrak etmek sizin o ikisantimetreküplük beyninizin hacmini fazlasıyla aşıyor. eşbaşkanlık sistemiyle dünya siyaset sahnesine bile öncülük ediyorlar. feminist mücadeleye, lgbt mücadelesine verdikleri destek muazzam, bütün bu mücadeleleri, diyarbakır'daki, hakkari'deki halkın muhafazakar habitusları içinden yeşertmeleri ve o muhafazakarlıkla bunu uzlaştırabilmeleri fazlasıyla olağanüstü bir olay. açın bakın bdp milletvekillerinin verdikleri önergeleri, meclisin sitesinden ulaşabilirsiniz, hepsini geçtim, sadece sebahat tuncel'in yaptıklarına bakın, nelerle ilgilendiklerini, neleri dert edindiklerini göreceksiniz.

    ama sizin derdiniz öğrenmek, insan olmak değil, vicdanınız köreltilmiş çünkü. sizin derdiniz nefretinizi doya doya kusmak, doya doya aşağılamak. bunun için de, 6000 yıllık kürt tarihinden bahseden tek bir ahmağın varlığı yetiyor, üç beş tane milliyetçi ahmaktan yola çıkarak kendinizi meşrulaştırdığınızı zannediyorsunuz, onlarda aşağıladığınız şeyin, aslında ta kendiniz olduğunu, aslında aynadaki aksinizle dalga geçtiğinizi idrak etmekten aciz beyinsizler olarak oksijen tüketmeye devam ediyorsunuz. onları parmakla gösterip, bütün kürtlerin niçin aşağılanmayı hak ettiğini kendinize ve bize açıkladığınızı zannediyorsunuz, ama çok acı yanılıyorsunuz.

    insanlık adına, bu kafayla ölüp gitmeniz kadar korkunç, daha acı verici bir şey yok.

    tam olarak hangi başlıktan alındığı bilinmiyor;

    pkk benim muhatabım değil arkadaşım. pkk benden vergi almıyor, beni zorla silah altına almıyor, bana hesap vermek gibi bir kaygısı da yok. benim muhatabım devlet, ve ben bu devletten hesap sorarım. pkk gelip bana zarar verirse, benim hesap soracağım merci yine devlet olmalı, çünkü devlet vatandaşlarını koruma iddiasında olan bir örgüt. pkk kürtlere yapılan adaletsizliği gerekçe göstererek meşruiyet yaratıyor ve buna dayanarak şiddete başvuruyor ve milyonlarca insanın desteğini alabiliyorsa, ona bu meşruiyet ve destek zeminini sağladığı için yine devletten hesap sormalısınız.

    devlet tam olarak bunun için var. size zarar verenlerden sizi korumak için var. onlara uygulanması gereken yaptırımı siz değil, devlet uygulamalı. devletin iddiası tam olarak bu: "aranızda bir mesele varsa, onu ben halledeceğim, siz kimseden kendi başınıza hesap sormayacaksınız, bana geleceksiniz, sorulması gereken bir hesap varsa, ben soracağım. bir şiddet uygulanması gerekiyorsa da, bunu ben uygulayacağım, siz değil." devlete şirk koşmayın, onun birliğine ve kudretine şeksiz şüphesiz iman edin. o kadar taptığınız devletin tam olarak ne olduğu, neye yaradığı, niye var olduğuna dair hiçbir zaman oturup iki dakika düşünmüyorsunuz.

    "kimseden intikam almayın, bunu tanrı'ya bırakın. çünkü şöyle yazılmıştır: rab diyor ki, intikam almak benimdir, kötülüğün karşılığını verecek olan benim." romalılar, 12-19

    nitekim, sizin hesap sormaya hakkınız yok, sizin şiddet uygulamanız, bizzat sizi de suçlu konumuna düşürebilir ve devlet size de yaptırım uygulayabilir. devlet sizin haklarınızı ve özgürlüklerinizi korumak, aranızdaki anlaşmazlıkları çözmek iddiasında olan bir örgüt, eğer sizi koruyamıyorsa, önce onun varlığını ve meşruiyetini sorgulamaya başlamalısınız.

    şunu anlamanız lazım: "terörizm" yapanlar sizin kınamanızla veya küfretmenizle bundan vazgeçecek değiller, sizin onayınızı aramıyorlar, meşruiyetlerini sizden almıyorlar. on milyonlarca insan on yıllardır pkk'ya lanet okuyor, sabahtan akşama kadar sözlükte pkk ve hatta son zamanlarda topyekün kürtlerin hepsine küfür ediliyor, lanet okuluyor, ama gördüğünüz gibi, pkk ve destekçileri için milyonlarca insanın lanetlemesi pek bir anlam ifade etmiyor.

    ama bu devlet sizden vergi alıyor, ve sizi korumayı vaat ediyor. bu durumda, oturup onlara küfretmek yerine, bütün bu yaşananlardan dolayı devletten hesap sormalı, devleti muhatap almalısınız.

    peki siz ne yapıyorsunuz? devletle kendinizi özdeşleştirerek, devletin imamlığında namaza duruyorsunuz. sizin böyle yapmanızı sağlayan da yine devletin ta kendisi, pkk ile mücadelede, sürekli bir seferberlik hissi yaratarak, kimsenin kendisini sorgulamasına mahal vermeyerek, bütün toplumu terörü lanetlemeye çağırıyor. toplum da, bu çağrıyı vazife bilip, "terörü lanetleyelim, lanetlemeyenleri de lanetlemeye davet edelim, lanetlemezlerse onları da lanetleyelim" şeklinde bir mantık kurgusuyla hareket ediyor. sanki bir lanet yeter eşiği varmış da, oraya ulaşırsak, yeteri kadar insan yeteri kadar küfrederse, pkk bir anda buharlaşacak.

    ve vardığımız yer, işte böyle boktan bir yer oluyor. 30 senede onbinlerce insan ölüyor, ama hala aynı kafa, aynı tas, aynı mermer.

    biraz olsun devleti sorgulamayı akledebilseydiniz, cennetten kovulurdunuz belki yine, ama dünyada özgürce sevişebilirdiniz. bence buna değerdi.

    (bkz: medeniyet anlayışı devlet ve itaat olan kitle)

    aklı, mantığı ve vicdanı istimlak edilmiş, haysiyeti hadım edilmiş olan kitlelerdir. fransız devrimine tanık olsalar, bütün verecekleri tepki, "vay teröristler, milletin camını kırıyorlar :(" olurdu.

    öncelikle, medeniyet deyince anladığı, kesinlikle, batı medeniyeti olduğu için, ben de bu kitlenin medeniyet anlayışını, batı medeniyeti ile mukayese edeceğim.

    ne kadar zalim olursa olsun iktidara karşı durmayı gayrimeşru gören ortodoks ehli sünnet itikadının ve onun mütemmim cüzü olan bir devlet tapıncının yüzyıllardır hüküm sürdüğü topraklarda çiçek açmış, asgari 150 yıldır muazzam bir eziklik ve aşağılık duygusuyla batı medeniyetine ayak uydurmaya çalışan, ancak bunun için tek yapabildiği şey batının mevzuatını ve kültürünü ithal etmek olan bir vizyonun şekillendirdiği, yitik nesillerdir bunlar. batıdan ithal ettiği mevzuatın arkasındaki hukuk felsefesini anlamadığı, anlamaya çalışmadığı için olduğu yerde sayıp duran bir devletin tebaasıdır.

    insan hakları hukukunun arkasında, batının yüzyıllar boyunca biriktirdiği bir tarihsel ve düşünsel zeminin yattığını idrak edemeyen, avrupa insan hakları sözleşmesinin içerdiği kavramlara temel oluşturan aydınlanma düşüncesinin, rönesans ve reform süreçlerinin, fransız devrimine zemin hazırlayan filozofların düşüncelerinin, salt devleti olumlayan ve fetişleştiren vechesini nasiplenerek, yaşadığı cehenneme aşık olan bir geleneğin mirasçısıdır.

    aydınlanmanın en kısa özeti, en öz sloganı, kant tarafından iki kelimeyle dile getirilmiştir: "sapere aude!" yani, "cesaret et!" ne için cesaret et? aklını kullanmak için cesaret et. aklı boyunduruk altına alan her türlü iktidara karşı durmak için cesaret et.

    bugünkü batı medeniyeti ve yarattığı insan hakları hukuku, bir bakıma, bu cesaretin eseridir. devlet ve kilise başta olmak üzere, hiçbir iktidarın insanın aklına pranga vuramayacağını haykırmanın eseridir. magna carta'dan bu yana filizlenen düşünce, devletin insandan üstün olmadığı ve olamayacağı düşüncesidir, devletin tek vazifesinin insana hizmet etmek olduğunu ve bütün meşruiyetini buradan aldığı düşüncesidir. ingiliz politik liberalizm çizgisinin locke ile beraber temelini attığı düşünce, devlet eğer sorgulamadan itaat edilirse, bir zulüm ve tahakküm aygıtından başka bir şey olamayacağı, insanın özgürlüğünün önündeki en büyük tehdidin, bizzat devletin kendisi olduğu, dolayısıyla insanın her şeyden önce devlete karşı korunması gerektiği düşüncesidir.

    kısacası, medeniyet, itaat etmek değil, bilakis karşı koymaktır. medeniyet, devlete ve her türlü iktidara sorgulamadan itaat edenlerin değil, aklını kullanarak onu sorgulamaya cesaret edebilen ve icabında canıyla bedel ödeme pahasına direnenlerin eseridir.

    elbette, batı medeniyeti, batının göstermeye ve sahiplenmeye çalıştığı gibi, salt insan hakları hukukundan ibaret değildir, faşizmi doğuran da yine aynı modernist zemindir, hepsi bir yana, 500 yıldır dünyanın geri kalanını sömürgeleştiren korkunç bir zulüm ve tahakküm sistemi, batının ne kadar alçak ve ikiyüzlü bir medeniyet olduğunun en net delilidir. ancak, işlediği bütün insanlık suçlarının üstüne, şimdi de dünyaya insan haklarını satmaya kalkışan, insanı ve haklarını belirleme yetkisini bir nevi tekeline alarak, doğu üzerinde düşünsel bir tahakküm aracına çeviren batının iki yüzlülüğü, doğuyu masum çıkarmaz. batının ellerinin kirli oluşu, doğunun ellerinin temiz olduğu anlamına gelmez. ve fakat, her iki medeniyet de, birbirinin kirliliğini göstererek kendisini temize çekmeye çalışır.

    medeniyetler mukayesesini bir kenara bırakıp, tekrar mevzuya dönelim. batının ikiyüzlülüğünü de bir kenarda tutup, sahiplendiği ve dayattığı insan hakları hukukunu veri olarak alalım, her ne kadar baştan sona ikiyüzlü bir zemin üzerine kurulu olsa da, salt negatif özgürlük paradigması üzerine kurulu ve insana yaraşır olmaktan fazlasıyla uzak olsa da, ki batının insan hakları hukuku ve felsefesinin çarpıklıkları üzerine de sayfalarca yazabilirim, ancak burada ele almak istediğim, bu ülkenin batı algısı ve hedefi olduğu için, konuyu dağıtmayalım ve batı medeniyetinin seviyesine ulaşmayı temel gaye olarak belirleyen türkiye'ye dönelim.

    tanzimattan beri hem muazzam bir aşağılık kompleksi, hem de nefret ve hayranlığın karışımı bir duygu ile batıya kendini kabul ettirmeye çalışan, ancak 150 yıl sonunda geldiği nokta, hala bir yandan batıdan nefret edip, bir yandan da ondan "medeniyet" namına, insan hakları namına şamar üstüne şamar yemeye devam etmek olan bir ülkenin, avrupa ne kadar onu aşağılasa da götünden ayrılmayan, bütün vizyonu batının seviyesine gelebilmek olan bir ülkenin, bu kadar zavallı bir halde olmasının en temel sebeplerinden biri de, hiçbir zaman vazgeçemediği bir itaat kültürüdür, devleti kutsallaştırıp fetişleştirmek, devlet-i alinin bekası için her türlü insan hakkını çiğnemeyi meşru gören bir rezillik geleneğinin cübbesine yapışıp bırakmamaktır.

    işte tam da bu yüzden, mesela aihm'de görülen ifade özgürlüğüyle ilgili bütün davaların üçte biri, türkiye ile ilgilidir, bu davaların %90'ında karar türkiye aleyhine çıkar. devlet, bir yandan önüne en temel misyon olarak koyduğu ab hedefini gerçekleştirebilmek için bir şeyler yapması gerektiğini bilir, ama bir yandan da bu koşulsuz itaatin tadını çok sevdiği ve bırakmak istemediği için hiçbir anlamlı adım atamaz. en fazla, batıdan mevzuat ithal eder, mesela basın kanununu değiştirerek bir şeyler yaptığını zanneder. ancak o mevzuatın arkasındaki felsefeyi, paradigmayı anlamaktan fersah fersah uzak olduğu için, bir adım bile ilerleyemez. devlet fetişiyle yetiştirilmiş hakimler, devlete karşı bireyi değil, bireye karşı devleti korumayı öncelik edinen hukukçular, uygulamada yaptıkları yorumlarla türkiye'nin aihm'den milyonlarca dolar ceza üstüne ceza yemesinin devam etmesini sağlarlar.

    devletin yaptığının, konuyu anlamadan sadece ezberleyerek sınavı geçmeyi amaçlayan bir öğrencinin yaptığından hiçbir farkı yoktur. cemil meriç'in özetlediği gibi, batının karşısındaki durumumuz, efendisinin ilacını çalıp gizlice içerek şifa bulmayı umut eden bir uşağın durumu gibidir.

    işte bu devletin, baştan sona devleti kutsallaştırma ve itaat etme hamuruyla şekillendirdiği bir meb müfredatının, 7 yaşından itibaren muazzam bir ideoloji bombardımanına maruz bırakarak yetiştirdiği nesiller, devlete itaat etmeyi en büyük erdem bilir, ve devlete karşı durmayı da en büyük günah addeder. kürtleri medeniyetsizlikle itham ederler, çünkü itaat etmemektedir, isyan etmektedir, direnmektedirler.

    öyle bir zavallılıktır ki bu, sözlükte binlerce entry bulabilirsiniz, kürtleri hiçbir zaman bir devlet kuramadıkları üzerinden aşağılayan. öyle bir ahmaklıktır ki bu, kürtlere dair algısı, "sürekli sorun çıkarıp duran, huzursuzluk yaratan bir topluluk"tan ibarettir. bilmez ki, asıl medeniyetten uzak olan kendisidir, kendisinin sorgusuz sualsiz, ahmakça itaatidir.

    bu kitlenin hayattaki en temel arayışı, düzen ve sükunettir. ne kadar adaletsiz, ne kadar aşağılık bir düzen olursa olsun, huzursuzluk çıkmasından hoşlanmazlar, rahat rahat işlerine gidebilmek, rahat rahat bankamatikten para çekebilmekten ibarettir bütün vizyonları.

    ve öyle külli bir zavallılıktır ki bu, akp kitlesini de, chp kitlesini de kapsar, mhp kitlesini saymaya dahi lüzum yok. mesele asayişin bozulmasıysa, hepsi aynı boka dönüşür, söz konusu kürtler olunca, gezide kendisini vandallıkla itham eden akp kitlesiyle aynı kafada olduğunu net bir şekilde gösterir ulusalcı kitle. televizyonların "polis kendisine taş atan, ortalığı yakıp yıkan eylemcilere müdahale etti" şeklinde yayınladığı haberleri izleyerek "vay şerefsiz teröristler, bunların alayını asacaksın" diyen 60 yaşındaki emekli akp seçmeninden hiçbir farkı yoktur ulusalcının da. okumuşu da, cahili de aynı boktur, kentlisi de, köylüsü de aynı boktur bu ülkenin. hatta okumuşu daha beterdir, daha sefildir, daha ahmaktır.

    bu mevzu hemen bitmez, illa ki devam edeceğim.

    (bkz: milliyetçilik)

    birkaç gün önce, tarafsız bölge'de celal adan ve bir başka mhp'li vardı. koalisyon, hdp, çözüm süreci gibi mevzulara dair iki saat boyunca klasik milliyetçi ezberleri sıralayıp durdular, tahammül edip sonuna kadar izledim. şunu net söyleyebilirim, mhp'nin içindeki en sempatik adam yine de bahçeli, yani en azından arada bir güldürüyor. onun dışında, şu ana kadar otomatiğe bağlamış pilot gibi sürekli aynı kalıpları dökmek dışında üç beş tane zekice laf edebilen, argüman sunabilen bir mhp'liye rastlamadım, espri yapabilen bir mhp'liye de rastlamadım. şahsen bir mhp'li olsam, ekrana çıkan mhp'lileri izledikçe muazzam bir eziklik hissederdim.

    neyse, mevzuya geleyim. programın bir yerinde, celal adan ve yanındaki zat, "eşkıyabaşı", "çözüm süreci denen yıkım süreci", "terör örgütünün partisi", "bölücü" vs. gibi kalıpları bıktırana kadar tekrarlaya tekrarlaya konuşurken, "peki nedir bu işin çözümü, nasıl çözülecek, ne yapılması lazım" gibisinden sorulara da yine aynı kalıplarla cevap vermeye çalışırken, bir noktada celal adan "devlet devletliğini bildiği zaman..." diye bir cümle kurdu. asıl vurucu olan, bu cümleyi kurarken yaptığı jestti. iki yumruğunu birden sıkıp sallayarak, yüzüne de ağır bir ifade takınarak, adeta "devlet"i iliklerine kadar yaşayarak, devlet olarak söyledi bunu. evet, yüzündeki ifadeyle, sıkılı yumruklarıyla, adeta küçük bir devlet oldu. devlet o an celal adan'ın şahsında vücut buldu, tecessüd etti.

    sizin için üşenmedim, oturdum o anı buldum çıkardım: https://youtu.be/pfp4fewrugu?t=3893

    lütfen şunu tekrar tekrar izleyin. başa sarın, o iki saniyeyi tekrar tekrar seyredin.

    fazla uzatmayayım. milliyetçilik, tam olarak budur, bütünüyle, her şeyiyle, sadece ve sadece budur. vizyonu, misyonu, derdi, davası, ufku, hayali, gayesi, hedefi, tahayyülü, tasavvuru bundan ibarettir. milliyetçilik, sıkılı yumruklarını her an birilerinin başına indirmeye hazır bir devlet aşkıdır. milliyetçilik için devlet, ciddi, ağırbaşlı, oturaklı bir yumruktur, kodumu oturtan cinsten, vurduğu zaman ses getiren, tok bir yumruktur.

    milliyetçiliğin insana dair, dünyaya dair bütün ufku bu yumruktan ibarettir. her şeyin çözümü, ilacı bu yumruktadır, bütün dertlerin kaynağı da, bu yumruğun yeteri kadar sıkı olmamasındadır. akp'ye yaptıkları muhalefetin özü de, akp'nin bu yumruğu gevşettiğini düşünmelerinden dolayıdır. akp, devletin o güzel, o müşfik, o sıcacık, o terli yumruğunu gevşetmiş, ülkeye ihanet etmiştir, bütün dertleri bundan ibarettir. evet, aynı akp'den bahsediyoruz, hani şu gezi sürecinde, devletin demir yumruğunu vura vura hepimizi haşat eden akp'den.

    milliyetçilik bu kafadan ibarettir, bundan bir gram daha fazlası değildir. bunu inkar eden milliyetçiler çıkar her zaman, yaptıkları şey kendilerini inkardan ibarettir. sözlükte, sağda solda, kendince milliyetçilik teorisyeni olmaya kalkanlar görebilirsiniz tek tük, milliyetçiliği devletten arındırmaya, bağımsızlaştırmaya çalışırlar, "biz devlet sevici, devlet fetişisti değiliz, devlete tapmıyoruz, devleti değil milleti seviyoruz, kültürümüz vs." filan fıstık gibisinden konuşurlar, hatta ve hatta demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsetmeye kalkışabilirler, itibar etmeyiniz. teoride de, pratikte de, her zaman için devlete çalışırlar, devlet için vardırlar, devletsiz koca bir hiçten ibarettirler, dönüp dolaşıp devlete hizmet ederler, o yumrukların daha sıkı olmasına gayret ederler.

    o yumrukların her zaman daha sıkı olmasını isteyen bir ideolojiden, insanlık namına hiçbir iyi şey çıkmaz, çıkamaz. o yumruktan özgürlük çıkmaz, adalet çıkmaz, demokrasi çıkmaz, insan hakları çıkmaz. çıksa çıksa, tahakküm çıkar, zulüm çıkar. demokrasi dediğimiz şey, o yumrukları kontrol altına alma çabasıdır, insan hakları dediğimiz şeyin tarihi, o yumrukların gevşetilmesi için verilen mücadelelerin tarihidir. özgürlük için, adalet için verilen bütün mücadeleler, o yumruğa karşı verilmiştir.

    insanlık onuruyla, o yumruğun sıkılığı arasında ters orantı vardır. yani aynı anda hem o yumruğun daha sıkı olmasını savunup, hem de özgürlükten, adaletten, onurdan bahsedemezsiniz, ikisinden birini seçmek zorundasınız.

    (bkz: düşünme ahlakı)

    aslında, "tartışma ahlakı" diye girebilirdim de mevzuya, ancak çok daha temel bir şeyden, tartışmanın da öncesinde, tartışmaya konu olan herhangi bir mevzu hakkında fikir, kanaat ve tutum sahibi olma sürecinde edinilmesi ve sürdürülmesi gereken bir ahlaktan bahsedeceğim.

    bilirsiniz, hukukun, ceza hukukunun, ceza muhakemesinin bazı temel ilkeleri vardır, insanlığın binlerce yıllık serüveni ve birikimi üzerine tekamül eden kolektif aklın ve vicdanın ürünü, çoğunlukla verilen şiddetli mücadelelerin eseri olan ve üzerinde mutabık kalınmış ilkelerdir bunlar. misal, suçun ve cezanın kanuniliği ilkesi, sorumluluğun şahsiliği ilkesi, vs.

    herhangi bir anlaşmazlıkta, her iki tarafı da dinlemeden hüküm vermemek de, en temel bir ilkedir. savunma hakkı, adil yargılanma hakkının ve hatta bütün hukuk sisteminin kurucu ilkesidir denilebilir. bu hakkın gelişimi bin yıllara yayılmıştır, son halini alana kadar nice yollardan geçilmiştir, ancak her türlü hukuk sistemi, sanığın kendisini müdafaa hakkını bir şekilde bünyesinde iyi kötü bir yere oturtmak zorunda kalmıştır. osmanlı'da da kadı, herhangi bir şeyle itham edilen sanığın savunmasını almadan onun hakkında hüküm veremezdi.

    hukukun bu temel ilkelerini bilmek ve arkasında yatan hukuk felsefesi hakkında tefekkür etmek, insana çok şey kazandırır, günlük hayatınızda, insanlarla ve düşüncelerle olan ilişkilerinizde de size daha geniş bir vizyon edindirebilir. mesela, avrupa insan hakları sözleşmesinin 6. maddesinde ele alınan adil yargılanma hakkı çerçevesinde, "her sanık, kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilme hakkına sahiptir" ilkesini, size trip atarak konuşmayan ve ısrarla sormanıza rağmen neye kızdığını bile söylemeyen sevgilinize hatırlatabilirsiniz. (işe yarayacağından fazla umutlanmayın tabi, ben çok denedim henüz çalıştığını görmedim.) sevgiliniz umursamasa da, siz bu temel insan hakkının önemini savunmaya, bunun için mücadele etmeye devam etmelisiniz. sanığın kendisini savunabilmesi için, neyle suçlandığını bilmeye, hakkındaki suçlamanın ne olduğundan ayrıntılı bir şekilde haberdar olmaya hakkı vardır.

    evet, hukukun temel ilkelerini ve bunların ardında yatan mantığı, hukuk felsefesini, tarihsel birikimi idrak etmek, bu ilkelerin aslında bütün ilişkilerimiz açısından, siyasi, dini, felsefi görüşlerimiz açısından durduğumuz pozisyonlara bir ışık tutabileceğini görmemize vesile olur.

    insanlar, üzerinde uyuşmazlık bulunan herhangi bir konu hakkında bir kanaat sahibi olmadan önce, o konu üzerinde uyuşmayan her iki tarafı da dinlemeyi, iki tarafı da dinlemeden hüküm vermemeyi ilke olarak edinseydi, emin olun çok daha rasyonel, çok daha makul bir dünyada yaşıyor olurduk.

    bu ilkeye uyulmamasının nasıl bir haksızlık yarattığını, hepiniz hayatınızda illa ki en az bir kez, muhtemelen pek çok kez yaşamışsınızdır. mesela bir arkadaşınızla tartışır bozuşursunuz, bir başka arkadaşınız, mevzuyu sizden dinlemeden, sadece tartışmanın diğer tarafı olan bozuştuğunuz arkadaşınızdan dinleyerek sizin hakkınızda bir hüküm verirse, haksızlığa uğradığınızı hissedersiniz, "hüküm vermeden önce, bir de gelip olayı benden dinlemeliydin" diyerek sitem edersiniz. sonuna kadar haklı bir sitemdir bu, insan bunun haklılığını, aklının ve vicdanının en derinlerinden anlayabilir. arkadaşınız sizi hiç dinlemeden, tartışmanın diğer tarafını dinlemiştir, o diğer taraf da, sizi kim bilir nasıl anlatmıştır.

    işte aynı şekilde, herhangi bir siyasi, dini, felsefi mevzu hakkında da, belli bir tarafın görüşlerinin haklılığına kesin bir şekilde kanaat getirmeden önce, karşı tarafların ne dediğini kendi ağızlarından dinlemeyi de ilke edinmelisiniz. bakın burası çok önemli, karşı tarafın ne dediğini "kendi ağzından" dinlemelisiniz, sizin tarafın onları nasıl anlattığına değil, onların kendilerini nasıl anlattığına bakmalısınız. insan hiçbir zaman hiçbir mevzuya tamamen tarafsız bir şekilde, "tabula rasa" halinde yaklaşma imkanına sahip olmaz, hemen her zaman bir fikrimiz vardır, ya da belli bir tarafa meylimiz vardır, daha önceki fikirlerimiz ve deneyimlerimiz bizi şekillendirmeye devam eder; ama mutlak tarafsız bir şekilde yaklaşamasak da, karşıt görüşlerin ne söylediğini dinleme erdemini göstermek mecburiyetindeyiz.

    mesela, evrim mevzusunu ele alalım. diyelim ki, inançlı bir insansınız ve evrimin yalan olduğu düşüncesine sahipsiniz. bu düşünceye sahip olabilmek için, önce, evrimin ne olduğunu, evrim teorisinin tam olarak ne hakkında olduğunu ve neyi anlattığını bilmeniz gerekir, bunun yolu da, evrimi "çürüten" inançlı kaynaklardan değil, öncelikle evrim düşüncesini savunanların ağzından dinlemenizdir. yani önce evrimin ne olduğunu bilmelisiniz, bunun için de, öncelikle "karşı taraf"ı okumalısınız, mesela stephen jay gould ve richard dawkins kitaplarını okumalısınız. bunu yapmalısınız ki, tam olarak neye karşı çıktığınızı bilesiniz ve eğer karşı çıkmaya devam edecekseniz, daha güçlü argümanlar kurmakla uğraşabilesiniz.

    maalesef, çoğu insan bunu yapmaz, sadece kendini ait gördüğü tarafın yazdıklarını okur, karşı tarafın ne dediğini de yine kendi tarafının kaynaklarından öğrenir ve kesin bir şekilde hükmünü verir. bu yüzden, karşı tarafın ne dediğini hiçbir zaman kendi ağızlarından dinlemek gibi bir şeyi dert edinmediği için, tam olarak neye karşı çıktığını bilmeden karşı çıkmaya devam eder. eğer her iki taraf da bu durumdaysa, çoğu tartışma, aslında diyalog değil, karşılıklı monologlardan oluşur, iki tarafın da birbiri hakkında açık ve doğru düzgün bir fikri yoktur, ama birbirlerinin neyi savunduğuna dair net bir bilgiye sahip olduklarını düşünürler, ve birbirlerini hiç dinlemeden sadece konuşmaya devam ederek muazzam bir kakofoniden başka bir şey yaratamazlar.

    mesela, sözlükte evrimle ilgili sürüyle başlıkta binlerce kez yazılmasına rağmen, hala ısrarla gelip "peki bu mükemmel düzen kendiliğinden mi oluştu, nasıl olur, akıl var mantık var, bir hücrenin tesadüfen oluşması bilmem kaç zottrilyonda bir ihtimal, bunu mu savunuyosun sen şimdi?" diye yazabilen bir insan, belli ki, hiçbir zaman evrimi karşı tarafın ağzından dinlemeye zahmet etmemiştir. sadece, evrimi "çürüten" kaynaklardan beslenmiştir, ve karşı tarafın ne dediğini de o kaynaklardan "işte evrimciler böyle bir saçmalığı savunuyor" şeklinde öğrenmiştir, bu yüzden onları bir de kendi ağzından dinlemeye lüzum görmez, onların ne dediğini zaten bildiğini düşünür.

    "peki bu mükemmel düzen tesadüfen mi oluştu?" sorusunu sorarken kendisinden öylesine emindir ki, sorduğu soruya bir cevap da aramamaktadır aslında, kendince retorik bir soru sormaktadır, çünkü cevap zaten bellidir. karşı tarafın buna bir cevabının olamayacağına emindir, hatta ve hatta, soruyu öyle bir üslupla sorar ki, karşısındakinin daha önce hiç bu soruyu düşünmediğine, cevap aramadığına, daha önce hiç bu açıdan bakmayı akledemediğine dair zımni bir varsayımdan yola çıktığını gösterir. öyle ki, eğer karşıdaki bu sorunun üzerine düşünürse, birden aydınlanacak ve imana gelecektir, "ben bunu nasıl hiç düşünemedim" diyerek titreyecek ve nedamet getirecektir. eğer getirmiyorsa, belli ki düşünmekten kaçmakta, kendisini kandırmaya çalışmaktadır, gönül gözü kapalıdır, inat etmektedir, vs.

    evrim teorisi, neredeyse tamamen, "bu mükemmel düzen"in nasıl işlediğine dair bir açıklama olmasına rağmen, insanların bu soruyu hiç düşünmediklerine, bu yüzden evrim gibi bir "saçmalığa" inanmaya devam edebildiklerine inanmak, tek kelimeyle, ahlaksızlıktır.

    ahlaksızlıktır, çünkü mevzuyu karşı tarafın ağzından dinlemeye hiç teşebbüs etmediği gibi, karşı tarafın bir cevabının olup olmadığını merak dahi etmez, bu meraksızlık hali, başlı başına öldürücüdür. milyonlarca insandan nefret edersiniz, aşağılarsınız, ama onların tam olarak ne dediğini merak bile etmezsiniz, bu yüzden onları dinlemezsiniz. insanların çok büyük bir çoğunluğu maalesef bu ahlaksızlığı paylaşır, sözlükte evrim teorisi başlığına biraz göz atacak olursanız, aynı soruların dönüp dolaşıp sorulduğunu, iki haftada bir dönüp dolaşıp aynı konuların konuşulduğunu görürsünüz, çünkü insanlar herhangi bir konu hakkında bir fikir sahibi olup karşı tarafa saldırmadan önce, mevzu hakkında daha önce yapılmış tartışmalar hakkında bilgi sahibi olmaya lüzum görmemektedir, daha önce binlerce kez sorulmuş ve cevabı verilmiş soruları aynı iştah ve eminlikle sormaya devam etmektedir. halbuki biraz zahmet etse, aynı şeylerin daha önce binlerce kez tartışıldığını, sorulara cevapların verildiğini, o cevaplara mukabil yeni soruların sorulduğunu, yeni sorulara yeni cevapların verildiğini ve bunların da yeni sorular ürettiğini, böyle böyle her iki tarafın da argümanlarının gitgide karşılıklı olarak şekillendiğini görecek ve tartışmaya güncel bir noktadan, makul bir argümanla katılma zorunluluğunu hissedecek, işin abc'sinden mevzuya dalmanın hadsizlik olduğunu idrak edecektir.

    aynı şekilde, bir sosyaliste, "yanlış düşünüyorsunuz bence adaletsizlikler insan doğasının kötülüğünden kaynaklanıyor" şeklinde bir argümanla çıkagelmek de, benzeri bir hadsizliğin ürünüdür. hadsizliktir çünkü, sosyalistlerin daha önce milyonlarca kez aynı argümanla karşılaştığını, illa ki bu konu hakkında bir şeyler düşündüklerini ve buna dair bir cevaplarının olduğunu düşünmeyi reddeder, mevzu hakkında ilgili bilimlerin ve felsefenin geldiği noktadan, yazılmış binlerce kitabın, yapılmış milyonlarca tartışmanın içeriğinden, seyrinden habersiz bir şekilde, hiçbir zaman oturup iki dakika sosyalistlerin ne düşündüklerini kendi ağızlarından dinlemeden, mevzu hakkında hükmünü vermiş ve kanaat sahibi olmuştur. hiç utanmadan gelip bunu söyler ve sizin buna bir cevap veremeyeceğinizden emin bir şekilde konuyu kendince kapatmış olur, sizi de, yüzyıllara yayılmış bir tartışmanın güncel olarak geldiği noktayı bir ahmağa bir çırpıda özetlemeye çalışmak gibi zor bir uğraşla başbaşa bırakır, bu uğraş hem zor hem de gereksizdir, çünkü muhatabınızın sizi dinlemek ve anlamak gibi bir derdi yoktur, hakikate ulaşmak gibi bir arzusu yoktur, bu yüzden sizin ne dediğinizi merak bile etmemektedir.

    kendi hayatıma dönüp baktığım zaman, kendime "afferim" dediğim bir şey varsa eğer, o da zamanında "bu allahsız komünistler, bu vatan haini bölücüler neden bahsediyor, ne istiyor" diye merak etmem ve onları kendi ağızlarından dinleme cesaretini göstermemdir, bu yüzden kendimi takdir ediyor ve şükranlarımı sunuyorum. herkesin de aynı merak ve cesarete sahip olmasının, herhangi bir konu hakkında fikir sahibi olabilmenin temel koşulu ve ahlak zemini olduğunu düşünüyorum.

    örnekleri evrim ve insan doğasından verdim, ama yanlış anlaşılmasın, bu herkes için geçerli. bir sosyalistseniz, hele ki sosyalist bir aileden ve çevreden geliyorsanız, sosyalizmi eleştiren liberalleri kendi ağızlarından okumalısınız, sosyalizmin liberalizme yönelttiği eleştirilere ne cevap verdiklerini merak etmelisiniz. bir ateistseniz, milyarlarca insanın neye niçin inandığını anlamayı dert edinmeli ve onları dinlemelisiniz. aksi takdirde, emin olun ahlaklı bir şekilde düşünmüyorsunuz; sahip olduğunuz fikirler, kanaatler -doğru olsa bile- ahlaksız bir zemin üzerine kurulu.

    eğer her konu hakkında karşı tarafların ne düşündüğünü öğrenmeye vaktinizin olmadığını düşünüyorsanız, her konu hakkında fikir sahibi olmaya da vaktiniz olmamalı.

    (bkz: trakya-ege-akdeniz için demokratik özerklik)

    nihayet, henüz tam olarak idrak edemese de, üniter ulus devlet ideolojisinin ne kadar gerzekçe bir şey olduğunu içten içe hissetmeye başlayanların varlığını görmemize vesile olmuş özerklik. dediğim gibi hala doğru düzgün bir idrak yok pek ortada, özerkliği bölünmek sanan, bağımsızlık sanan cahillerin sayısı da hayli fazla, yine de içten içe hissediyorlar ortada bir saçmalığın bulunduğunu, bir şeylerin değişmesi gerektiğini.

    yeteri kadar aklı çalışan herkes eninde sonunda şunu idrak edecek: siz devletiniz değilsiniz. siz vatandaş da değilsiniz. siz insansınız. sizi değerli kılan şey, bir devletin vatandaşı olmak değil, insan olarak doğmuş olmanız. ve türkiye cumhuriyeti vatandaşı olduğunuz için değil, insan olduğunuz için insanca yaşamayı hak ediyorsunuz. türkiye cumhuriyeti devleti de, sizin insanca yaşamanızı sağlamak ve muhafaza etmekle görevli bir aygıttan başka bir şey değil, bütün meşruiyet iddiası buna dayanıyor, dayanmak zorunda.

    insanca yaşamak için, aşırı merkeziyetçi üniter bir ulus devlette yaşama zorunluluğu yok, bilakis bu devlet formatının ta kendisi, insanca yaşamanızın önündeki en büyük engel olabilir, nitekim oluyor. artık size belletilen ezberleri, saçma sapan inançları bir sorgulamaya başlayın ve devletinizi değil, kendinizi düşünün.

    millet kavramı, ulus devlet ideolojisi çerçevesinde, baştan sona saçma sapan, içi boş, hayali bir kavramdan başka hiçbir bok değildir. bu ülkede akplisi de chplisi de mhplisi de milliyetçidir, herkesin ağzında bir "türk milleti" lafı vardır, ancak hiçbiri kendinden olmayan kesimleri "millet" olarak görmez, kesinlikle aynı çatıda olmadıklarının, aynı değerleri paylaşmadıklarının içten içe farkındadırlar aslında. milletten kastı, sen ben bizim oğlandır. her seçimden sonra milletin yüzde ellisine ettiğiniz hakaretin bini bir para, ve hala utanmadan "türk milleti"nden bahsetmeye devam edebiliyorsunuz. nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça.

    siz ramazanda yolda su içtiğiniz için üstünüze saldıracak yozgatlı ile, rizeli ile aynı milletten görüyor musunuz gerçekten kendinizi? hayır görmüyorsunuz, imkanınız olsa hepsinin siktir olup gitmesini istersiniz, imkanınız olmadığı için kendiniz ülkeden siktir olup gitmek istiyorsunuz. size kalsa ülkenin yarısından çoğu bir anda buharlaşsa mutlu olursunuz. aynı şey tamamen akp seçmeni için de geçerli. onlar da bir sabah kalktıklarında sizin buharlaştığınızı görseler emin olun çok mutlu olurlar.

    ama ikinizin de ağzından vatan millet bayrak düşmüyor? neden? çünkü ikiniz de ahlaksızsınız arkadaşım. ikiniz de yalancısınız, münafıksınız, samimiyetsizsiniz, iki yüzlüsünüz. ikinizin de "millet" diye bahsettiği şey, soyut, muallakta asılı, gerçekte hiçbir şeye tekabül etmeyen, boş beleş bir kavram. ama ikiniz de, bir yandan ilkokulda size belletilen saçma sapan ezberleri bir ömür boyu papağan gibi şakımaya, bir yandan da birbirinizi yemeye devam ediyorsunuz.

    ve özerklik lafını duyunca hala tüyleriniz diken diken oluyor, ilkokulda size belletilen şehit edebiyatına filan başlıyorsunuz hemen, vatan millet edebiyatına giriyorsunuz, amanın ülke elden gidiyor diye tedirgin oluyorsunuz. neden? çünkü gerzeksiniz. bu kadar basit.

    bir birliktelik, eğer karşılıklı rıza ile gerçekleşiyorsa meşrudur ve anlamlıdır, aksi takdirde zulümden, tahakkümden başka hiçbir bok değildir. bu her türlü birliktelik için geçerlidir.

    insanların mutluluğu, birlikteliklerinden daha önemlidir. birliktelikler, bu temel amaca, yani insanların mutluluğuna hizmet ettiği sürece anlamlıdır, aksi takdirde anlamsızdır ve hatta zararlıdır. birlik ve beraberlik edebiyatlarıyla yıkanıp yağlanan beyinlerinizi biraz çalıştırsanız, insan hak ve özgürlüklerine vurgu yapmak yerine sürekli "devletin bölünmez bütünlüğüne" vurgu yapmanın, kürtlerin özerklik talebine "bölücüler!" diye saldırmanın, kocasından dayak yiyip karakola sığınan kadını "yuvan yıkılmasın" diye zorla barıştırmaya ve evine yollamaya çalışmaktan bir farkının olmadığını, ikisinin de aynı amaca hizmet ettiğini, ve zalime, mütehakkime hizmet ettiğini, zulme ve tahakküme zemin açtığını görürsünüz.

    ve özerklik, bölünmek demek değildir. araya sınırlar çizmek de değildir. bu kadar ahmak olmasanız oturur biraz araştırıp öğrenmeye çalışırsınız, kürtlerin yıllardır neden bahsettiğini idrak etmeye çalışırsınız. ama zahmet edip dinlemiyorsunuz bile, dolayısıyla öğrenemiyorsunuz da.

    özerklik, işte tam olarak, zorunluluğa dayalı bir birlikteliğin değil, karşılıkla rıza esasına dayalı bir birlikteliğin tasavvurudur. farklı yaşam tarzlarının, farklı dünya görüşlerinin, farklı kültürlerin, farklı dinlerin ve dillerin birbirleri üzerinde bir tahakküm kurmadan yaşayabildiği, herkesin kendi hayatı üzerinde, kendi yaşadığı şehir üzerinde daha fazla söz sahibi olmasına imkan tanıyan bir birliktelik tahayyülüdür. yozgatlı islamcının izmirli kemalistin yaşam tarzına müdahale edemediği, izmirli kemalistin de yozgatlının başörtülü kızının okula gitmesini saygıyla karşıladığı, edirnedeki milliyetçinin hakkarideki çocukların hangi dilde eğitim alacaklarına karar vermediği bir düzen tasavvurudur.

    ve emin olun, birlikteliğin tek meşru yolu budur, ülkenin bölünmemesini sağlayabilecek olan tek formül de budur. birbirimizi yemeden, birbirimize tahakküm kurmadan birlikte yaşayabilmenin yolu herkesi zorla içi boş bir "türk" kavramı altına sokmak degildir, birbirimizi yemeden birlikte yaşayabilmenin yolu baştan ayağa her şeye ankara'dan karar verilen bir devlet de değildir.

    bunun üzerine artık biraz tefekkür etmeniz gerekiyor. aksi takdirde, siz "ama yuva yıkılmasın", "aman bölünmeyelim" diye muktedir olan kesimin diğerleri üzerindeki tahakkümünün sürüp gitmesine zemin olan şu saçma sapan sistemi savunmaya devam ederseniz, kadın kocasından dayak yemeye devam eder, ve zincirlerini kırabilme imkanı bulduğu an, o yuva eninde sonunda yıkılır.

    ki zaten, orası aslında hiçbir zaman "yuva" olmamıştır.

    (bkz: tutarlılık)

    mühim mevzudur, anlaşılması zordur, ilk bakışta aşık olup olmadığını anlayamaz insan. uzun uzun bakmak, süzmek, icabında kurcalamak gerekir. rasyonel davranışla ilişkisi içinde, önceliklerin belirlenmesi, ana ilkelerin ve çerçevelerin çizilmesi ile birlikte bir etik inşasının temellerini oluşturur, elbette bu da yetmez, her davranışın ve yol açtığı sonuçların ardından geri dönüp davranışa yol açan motivasyonların kontrol edilmesi, ana ilkeler ve amaçlanan hedeflerle uyumlu olup olmadığının denetlenmesi gerekir. lafı bu noktada fazla uzatmıyorum, bir gün dört başı mamur bir ahlak felsefesi oluşturursam illaki haberiniz olur.

    geçenlerde avrupa insan hakları mahkemesi, bir fransa vatandaşının cumhurbaşkanı sarkozy'ye karşı "defol git gerizekalı!" şeklinde pankart açması üzerine para cezasına çarptırılmasını, ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirdi. bu örnek üzerinden gideceğim, beraber gidelim.

    rasyonaliteyi, amacın, ulaşılmak istenen hedefin rasyonelliği ve o amaca ulaşmak için gidilen yolun amaca uygunluğu olmak üzere iki koldan sorguladığımız gibi; tutarlılığı da, bu amacın bizim isteğimize/çıkarlarımıza uygunluğunda aramalı ve gittiğimiz yolu da bu doğrultuda sorgulamalıyız. örneğin andromeda galaksisine gitmek istiyorsak ve bunun için adana uçağına bilet aldıysak, rasyonel davranıp davranmadığımızın sorgulamasına, bileti ucuza alıp almadığımız noktasından başlamamız pek rasyonel olmaz.

    her neyse. dediğim gibi, burada dört başı mamur bir ahlak felsefesi kurmakla uğraşmanın lüzumu ilk etapta yok, deontolojik bir yaklaşımla pragmatik, sonuççu, faydacı bir ahlakı çeşitli ölçülerde harmanlayarak tartıp sürekli güncellemek üzerine tutum geliştirebiliriz örneğin. bunu yaparken de, ölçülerimizi her bağlamda yeniden değerlendirmek gerektiğini unutmamalıyız mesela, temel tutumumuz bu olabilir. kim demişti hatırlamıyorum, pragmatizm teoride çok iyidir, ama pratikte pek bir işe yaramayabilir. bunu da unutmamamız gerekir misal.

    örnek üzerinden gidelim. avrupa insan hakları mahkemesi, ifade özgürlüğüyle ilgili davalarda verdiği kararlarda, özellikle siyasetçilere yönelik gayetle hakarete varan, epey ağır ifadelerin bile ifade özgürlüğü kapsamında korunması gerektiğine yönelik bir vurgu yapıyor. mahkemenin bu konuda yerleşik bir içtihadı vardır; eleştirinin sınırlarının kabul edilebilirliği, siyasetçiler açısından çok daha geniş tutulmalıdır, hatta bu sınırlar gitgide daha da esnetilmektedir. mahkeme her defasında, siyasetçilerin, sıradan sivil vatandaşlara göre eleştiriye daha açık olması gerektiğinin altını çizmektedir.

    yani mahkeme, birebir aynı ifadeyi, sokaktaki sıradan bir vatandaşa karşı yöneltmekle, bir siyasetçiye yöneltmek arasında bir fark gözetmektedir. bunun gayetle haklı, mantıklı, rasyonel sebepleri vardır ve insan aklı bu sebepleri kavramaya doğru gitgide daha fazla yol kat etmektedir. bu sebepleri kavramaya yönelik en ufak bir çaba göstermeden, "aynı ifade nasıl sıradan vatandaşa hakaret olurken cumhurbaşkanına eleştiri olarak değerlendirilir?" diye isyan ederseniz, tutarlılık ve adalet aramış olmazsınız, öküzlük yapmış olursunuz. bir öküzün öküzlük yapması tutarlı ve anlaşılır bir durumdur, hatta şirin bile bulunabilir; ancak bir insanın öküzlük yapmasını genellikle pek şirin bulmayız.

    pek çok durumda olduğu gibi, hukuki kararlar, birbiriyle çatışan menfaatler arasından hangisine öncelik verilmesi gerektiği üzerine yoğunlaşır. siyasetçiler, bulundukları konum itibariyle, verdikleri kararlarla bütün kamuyu ilgilendiren sonuçlara yol açarlar, dolayısıyla onların bütün kamuoyu önünde özgürce tartışılabilmesi, eleştirisinin özgürce yapılabilmesi, kamuoyu menfaati açısından hayati önemdedir. bu yüzden, siyasetçinin saygınlığındansa, onun eleştirilebilme imkanının açık ve özgür tutulabilmesi daha çok önemsenmektedir.

    aynı şekilde, bir siyasetçinin yaptığı özel bir telefon görüşmesinin medya yoluyla servis edilmesi durumunda, görüşmenin içeriğinin kamuoyu açısından önemi belirleyici olmaktadır. bir tarafta bir insanın özel hayatının gizliliğinin korunması, öbür tarafta bütün kamuyu ilgilendiren bir mevzunun herkes tarafından öğrenilebilmesi söz konusudur, eğer ikinci menfaat birincisinden daha korunmaya layık görülüyorsa, özel görüşmelerin yayınlanması gayet meşru bir gazetecilik faaliyeti olur. nitekim benzeri davalarda aihm, söz konusu özel kayıtlar yasadışı dinlemeyle elde edilmiş olsa bile, bu kayıtları yayınlamanın ifade özgürlüğü kapsamına girdiğine dair karar vermiştir. evet bu kayıtlar hukukdışı elde edilmiş olabilir, dolayısıyla bu kayıtları yapmak suç olabilir ve elde edilen deliller mahkemede kanıt olarak kullanılamaz; ancak kayıtların içeriği kamuoyunu ilgilendiren nitelikteyse, gazetecilerin bunu yayınlamasında kamu menfaati vardır ve bu da basın özgürlüğünün temelidir.

    yani hukuk, çatışan menfaatler arasında sürekli bir denge kurar. aihm de, bir tarafta kişilik hakları, öbür tarafta kamunun bilgi alma hakkı yani basın özgürlüğü söz konusu ise, dengeyi basın özgürlüğünden yana kurmaktadır. bu konuyla ilgili örnek bir karar, radio twist/slovakya davasıdır: http://hudoc.echr.coe.int/…search.aspx?i=001-78603#{"itemid":["001-78603"]}

    bütün bunlardan anlamamız gereken şey şu: ahlak, belirli katı kuralların raptiye ile duvara tutturulmasıyla oluşturulan ve sürdürülebilen bir şey değildir, böyle bir tutarlılık arayışı, irrasyoneldir ve ahmakçadır. aynı davranış, aynı ifade, farklı koşullar altında farklı sonuçlar üretir, dolayısıyla her defasında kendi özgün koşulları çerçevesinde değerlendirilmelidir. her ifade, nerede, ne zaman, nasıl, kime karşı, kim tarafından, hangi koşullar altında söylendiğine göre farklı bağlamlara oturur ve farklı değerlendirilmeyi hak eder. eğer bu değerlendirme yapılmazsa ve her olay kendi özgün koşulları çerçevesinde değerlendirilmezse, işte o zaman adaletsizlik yapılmış olur. ve temel amacımız adaletse, ki öyle olmalıdır, bu durumda temel amacımızla tutarlı davranmamış oluruz.

    bir örnek daha vereyim. mesela, islama yönelik ağır bir eleştiri, misal atıyorum, "islam vahşi bir dindir" şeklindeki bir ifade, türkiye'de veya herhangi bir islam ülkesinde, bana göre kesinlikle ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir ve hukuk düzeni, böyle bir ifadeyi kullanan kişinin ifade özgürlüğünü korumaya öncelik vermelidir. hatta ve hatta, böyle bir ülkede ifade özgürlüğü savunusu, tam da böyle ifadelerin savunusu üzerinden yürütülmeli ve bunun üzerinden mücadele edilmelidir. bakın, ifadenin doğruluğundan veya yanlışlığından bahsetmiyorum, ifade özgürlüğü çerçevesinde korunmasının öneminden bahsediyorum. sonuçta subjektif bir ifadedir ve kimisi için doğru kimisi için yanlıştır, ancak bu ifadenin dile getirilebilmesi, demokratik toplum düzeni açısından savunulmalı ve mücadele edilmelidir.

    ancak, müslümanların azınlıkta olduğu, ayrımcılığa uğradığı, hatta mesela her gün saldırıya uğradığı ve öldürüldüğü bir ülke varsa mesela, böyle bir ülkede "islam vahşi bir dindir" ifadesini kullanmak ve buna yönelik propaganda yapmak, bana göre etik değildir ve bir ifade özgürlüğü mücadelesi böyle bir ifade üzerine kurulamaz. çünkü o ülkenin özgün koşulları değerlendirilecek olursa, öncelikli korunması gereken menfaat o ülkedeki müslümanların can güvenliğidir, bir mücadele verilecekse de buna yönelik verilmelidir. yani yapılması gereken şey, o ülkede müslümanların yanında durmaktır, onların inanç özgürlüğünü savunmaktır, nefret suçuna maruz kalmamaları için mücadele etmektir.

    yani tekrar tekrar üstüne basayım: aynı ifade, farklı koşullarda, farklı bağlamlara oturur ve farklı anlamlara, dolayısıyla da farklı sonuçlara yol açar. "doğru" bir ahlak felsefesi, her şeyden önce bu ilkenin hesaba katılması ile kurulabilir ancak. eğer derdiniz adaletse, her şeyden önce, tahakkümü dert edinirsiniz ve güç dengesi arayışında olursunuz, bu da, terazinin zayıf kısmını oluşturan tarafa destek vermekten geçer. uluslararası hukuk da, insan haklarının korunması açısından bu yönde bir tutuma ağırlık verir.

    eğer bu noktayı anlamazsanız, saçma sapan, irrasyonel ve ahmakça bir tutarlılık arayışını "ahlak" zanneder, karşınıza çıkan her şeyi de bu ahlak zannettiğiniz ahlaksızlıkla yargılamaya kalkarsınız. hele bir de, "ahlak" kavramını bizzat böyle saçma bir tutarlılık olarak bellerseniz, ahlaktan bahsettiğini gördüğünüz herkeste bu saçma tutarlılığı aramaya başlarsınız, beklentiniz doğal olarak gerçekleşmediği için "ahlak diyodun ama bak burada tutarsızsın, ne haber?" diye saçmalarsınız. mesela, bir yargı oluştururken birbiriyle çatışan tarafları dinlemenin önemi ve gerekliliğinden bahseden bu entry (bkz: #46463181) ile "düşünme ahlakı"ndan bahseden birine, kendi kafanızdaki hastalıklı ahlak ve tutarlılık arayışını atfetmeye çalıştığınız için, her defasında saçmalarsınız, "ahlaktan bahsediyorsun ama şu mevzuda aynı ifadeyi eleştirirken filanca yeri hiç eleştirmiyosun, nerde senin ahlakın, where is your god now?" diyerek mallığınızı teşhir edersiniz. neden teşhir edersiniz? çünkü karşınızdaki, sadece ve sadece, bir şey hakkında yargı oluştururken tutunulması gereken bir ilkeden bahsetmektedir, siz ise bunu tamamen alakasız bağlamlarda tamamen alakasız bir ahlaki tutumun emaresi olarak yorumlayıp saçmalamışsınızdır. mesela daha açık olması için örnek vereyim, bunun bir benzeri, "ahlaktan bahsediyorsun ama bir yandan da eşcinsellerin özgürlüğünü savunuyosun, ne iş?" diye sormaktır. bunu diyen niçin saçmalamıştır? ahlaktan bahsettiğiniz için sizin ibrahimi dinlerin ortodoks ahlakını savunduğunuzu zannetmiştir, o yüzden saçmalamıştır.

    velhasıl, ortada size tutarsızlık gibi görünen bir şey varsa, bu sizin ahmaklığınızdan ve cehaletinizden kaynaklanmaktadır, karşınızdakinin "ahlak" derken neyden bahsettiğini anlamak için en ufak bir çaba gösterme zahmetine katlanmamanızdan, fikri tembelliğinizden, cahil cesaretinizden, kalıplaşmış mermer kafanızdan kaynaklanmaktadır. karşınızdakinin nasıl bir ahlak felsefesine sahip olduğunu anlamadan, sırf ahlaktan bahsetti diye kendi kafanızdaki sefil ahlaki kurguları karşınızdakine atfetmeye kalkarsanız, sırf "tanrı"dan bahsediyor diye spinoza'ya "tanrı tanrı diyorsun ama daha iki rekat namaz kıldığını görmedik" demekten farklı bir şey yapmış olmazsınız.

    milliyetçilik mevzusuna gelelim.

    anayasasından bütün eğitim müfredatına kadar türk milliyetçiliği üzerine şekillendirilmiş bir ülkede, herkesin çocukken yıllarca "ne mutlu türküm diyene" diye bağırtıldığı bir ülkede, anayasal olarak herkesin zorla türk ilan edildiği ve bunun üzerinden bütün etnik azınlıklara yönelik anadil ve kültürel hak gasplarının yaşandığı, ayrımcılığın norm haline getirildiği bir ülkede, insanların "ben kürdüm" dediği için türlü çeşit zulme maruz kaldığı bir ülkede, "ben türküm" demekle, "ben kürdüm" demek aynı şey değildir, aynı bağlama oturtulamaz ve aynı çerçevede değerlendirilemez. "ikisi de milliyetçilik, ne farkı var, niye birini dert edinip diğerini dert edinmiyorsun?" diye sormak, ahlaki bir kaygının, adalet ve tutarlılık arayışının eseri değil; avantajlı tarafta olduğu için, bu konuda hiçbir ayrımcılığa maruz kalmamış olduğu için sağlıklı ve adil düşünmekten aciz bir ahmaklığın eseridir. böyle bir ülkede "ben türküm" demek ve bunu gururla vurgulamak, güçlünün, çoğunluğun tarafında olmanın verdiği rahatlığın, kibrin ve gururun, yapılan bunca hak gaspının ve ayrımcılığın süregitmesinden rahatsızlık duymamanın emaresidir, kısacası ahlaksızlığın emaresidir. fakat "ben kürdüm" demek ve bunu üstüne basa basa vurgulamak, sadece ve bütünüyle bir haysiyet meselesidir, hak ve adalet arayışıdır. bunu idrak edememek, hiçbir zaman türk milliyetçiliğini dert edinmemiş ve derinden bir hesaplaşma yaşamamış bünyelerin kürt milliyetçiliğinden bahsetmesine neden olur. aynı durum, farklı azınlık ve öteki kimlikler için de geçerlidir. insanlar "ben de varım" diyebilmek için kimliklerini vurgularlar, mesela "ben de varım" diyebilmek için eşcinselliklerini yüksek sesle vurgularlar, "ben eşcinselim ve beni yok sayamazsınız, bana ayrımcılık yapamazsınız" demek isterler bu vurguyla. onların maruz kaldıklarına ve bu maruz kalmaları üzerinden şekillenen hassasiyetlerine empati yapmaktan aciz bünyeler, "tamam eşcinselsen eşcinselsin, anladık, niye her fırsatta gözümüze sokuyosun, niye zırt pırt vurguluyosun?" diye saçmalarlar. hatta ve hatta, "niye eşcinsellik kimliğine yapışıp kalıyosun, kimlik siyaseti yapmayalım, hepimiz insanız" vs. gibi saçmalayarak iyi bir şeyler söylediklerini zannederler. insanları kimliklerini vurgulama ihtiyacına yönelten sistemi, çoğunluğun ve güçlünün tahakkümünü dert edinmezler. evet, bir eşcinsel, bir eşcinselden fazla bir şeydir, eşcinsel olmaktan başka pek çok niteliği veya kimliği vardır; ancak siz onu eşcinselliği üzerinden vurursanız, eşcinselliği üzerinden ayrımcılığa maruz bırakırsanız, eşcinselliğini yok sayarsanız, o da her şeyden önce eşcinsel kimliğine sarılma ve öne sürme ihtiyacı hisseder, bu da gayet doğal ve insani bir tepkidir.

    velhasıl, bu ülkede, kürt milliyetçiliğini yaratan şeyin türk milliyetçiliği olduğunu idrak etmeden, türk milliyetçiliğine eşit güçte bir kürt milliyetçiliği varmış gibi, "ikisi de milliyetçilik" diyerek eşitlemek ve kürt milliyetçiliğinin eleştirisine türk milliyetçiliği kadar öncelik vermek, ahlak ve tutarlılık değil, ahlaksızlığın, tutarsızlığın daniskasıdır. ben türk milliyetçiliğinin eleştirisine öncelik veriyorum, ve anayasanın 2. maddesi, 66. maddesi orada durduğu sürece, milli eğitim kanunundan yüksek öğretim kanununa kadar bütün kanunlar öylece durduğu sürece, bütün milli eğitim müfredatı türk milliyetçiliği propagandası yaptığı sürece, kürtlere yönelik bütün hak gaspları sona erdirilmediği ve anayasal güvenceye kavuşturulmadığı sürece, böyle yapmaya devam edeceğim. bu ülkede türk milliyetçiliğini meşru ve olması gereken şey olarak benimseyenlerin oranı nüfusun yarısından fazlasına tekabül ederken, bu oranla kıyasalanamayacak düzeyde bulunan kürt milliyetçiliğini hedef bellemek, adalet değil adaletsizlik arayışının göstergesidir. ne zamanki devlet ve ideolojik aygıtları türk milliyetçiliğinden tamamen arındırılır, o zaman türk milliyetçiliğinin doğrudan yarattığı bir şey olan kürt milliyetçiliğinin de zemini büyük ölçüde ortadan kalkar. derdiniz milliyetçiliğin topyekün ortadan kalkması ise, takınmanız gereken tutum, gitmeniz gereken yol açıktır.

    eşit güçte olmayan tarafları, hayali bir zemine çekip eşitlemek, adalet değil adaletsizliktir. hele hele, hiçbir zaman türk milliyetçiliğinin eleştirisini dert edinmemiş bünyelerin, yazdıklarının yüzde doksanı kürt milliyetçiliğinin eleştirisine yönelen bünyelerin tutarlılıktan, adaletten bahsetmesi ve türk milliyetçiliğinin eleştirisine öncelik verenleri tutarsızlıkla itham etmeye kalkması, hiçbir zaman idrak edemeyecekleri bir zavallılığın ürünüdür. ideoloji, epey hazin bir şeydir nitekim.

    bu entryde anlatmaya çalıştığım şeyi anlamadığınız sürece, aynı ezberleri, aynı refleksleri sergilemeye devam edip duracaksınız, "niye kürt milliyetçiliğinden bahsetmiyosun, biraz da onları eleştirsene" diye yakınmaya devam edeceksiniz. istediğiniz şey, görmek istediğiniz şey adalet değil, tutarlılık değil. sizin o sefil hassasiyetlerinizi okşamamı istiyorsunuz, o korumaya çalıştığınız gururu okşamamı istiyorsunuz, kürt milliyetçiliğine vurarak sizin gazınızı almamı istiyorsunuz, türk milliyetçiliği yapmakta çok da haksız olmadığınızı, yanlış bir şey yapıyorsanız bile bu konuda yalnız olmadığınızı hissetmeye ihtiyacınız var, ama o istediğiniz şeyi size vermeyeceğim, çünkü bu size kötülük yapmak olur, sizin, içine sokulduğunuz ve çıkmamakta direndiğiniz fanusun içinde tutunmaya çalışmanıza katkı sağlamak olur.

    bu ülke, bu entryde anlatmaya çalıştığım şeyin tam tersini resmi politika olarak belirlediği için bu halde. bu yüzden aihmde en çok mahkumiyet alan ülkeyiz. bu yüzden bu kadar yaşanmaz bir ülkeyiz. bu ülkenin hukukçuları, adaleti değil devleti korumaya öncelik verdiği için bu noktadayız. bu yüzden her gün meltem banko başlığını sildirmeyi öncelikli vazife edinen hakimlerle muhatap olmak zorunda kalıyoruz.

    geçen gün bir etiyopyalı ile tanıştım, gayet milliyetçiydi, ülkesinin afrikada sömürge yapılamamış tek ülke olduğunu gururla anlatıyor, diğer afrikalılara biraz tepeden bir gözle bakıyordu. yani bu ülkede yaşayan etiyopya milliyetçileri de var. ancak emin olun, ben hiçbir zaman etiyopya milliyetçiliğinin eleştirisine öncelik vermeyeceğim. "milliyetçilikse hepsi milliyetçilik, niye hepsine birden karşı çıkmıyosun?" diye saçmaladığınız sürece türk milliyetçiliğinin eleştirisine öncelik vereceğim. çünkü milliyetçilik eleştirisi yaparken, gerçekliğe herhangi bir teması olmayan, teorik bir tartışma yapmıyoruz, hepimizin hayatını doğrudan etkileyen, gayet gerçek ve pratik bir şeylere tekabül eden bir fenomenden bahsediyoruz. dolayısıyla milliyetçilik eleştirisi yapmaktaki amacım akademik literatüre bir katkıda bulunmak değil, sizin zihninize temas edebilmek.

    benim sözlükte yazarken bir amacım var ve o amaca binaen, gayet tutarlı bir tutum içindeyim. artık bu tutarlılık eleştirisinden sıkılın ve biraz düşünmeye çalışın. beni önce anlayın, ondan sonra dilerseniz tekrar nefret edersiniz.

    (bkz: ulusalcı psikolojisi)

    özellikle son 5 yılda, devlet gücünün tamamen elinden kayıp gitmiş olmasını hala tam olarak idrak edemeyen, etmek istemeyen, savrulduğu pozisyonu rasyonel olarak temellendirmeye çalıştıkça daha da saçmalayan, içine düştüğü bataklığa çırpındıkça daha da gömülen, tam manasıyla şizofrenik ihtilaçlar içinde ağıtlar yakan bir kitle var. bu kitlenin pedagojisi üzerinde daha ciddi bir şekilde durulması gerekiyor. muhafazakar kesimin akp öncesi devletçiliğinin konjonktürel olarak sefaleti ile mukayese içinde analiz edilmesi gerekiyor.
    kesişim noktası oldukça belirgin; her iki durumda da, iktidarın asli sahibi oldukları, muvakkat olarak ellerinden alındığı, "hak etmeyenler" tarafından gasp edildiği, ve fakat eninde sonunda devletin asıl sahipleri olarak onu tekrar ele geçirecekleri düşüncesi, daha doğrusu temennisi söz konusu. akp öncesi muhafazakar kesimin devlete yönelik tasavvurları buydu, nitekim şu anki ulusalcı kesim de çok benzer bir halet içinde. ancak arada çok önemli bir fark var, o fark da ulusalcı kesimi akp öncesi muhafazakar kesimin pozisyonundan çok daha sefil, çok daha ahmak bir konumda bırakıyor.

    fark şu; muhafazakar kesim seçimle, yani parlamenter sistem tiyatrosunun asgari dekoruyla iktidarı ele geçirdi ve elinde tutmaya devam ediyor, kemalizm ve onu temsil eden askeri-sivil bürokrasi ise hiçbir zaman bu tiyatronun dekoruyla muhatap olmadı, hiçbir zaman bir seçim kazanmadı, kazanmasına imkan olmadığını da biliyordu, ve bu yüzden perdenin arkasındaki mekanizmalarla sürekli iktidarını kaim kılmaya çalıştı, 10 yılda bir darbelerle, parlamento üstü kurumlarla, kendine has harp teknikleriyle gücünü tahkim etti. ancak eninde sonunda kaçınılmaz duvara tosladı, o zamana kadarki yaptıklarıyla da, muhafazakar kesimin eline bitmek tükenmek bilmeyen bir mağduriyet kozu verdi, bu kozu oynayarak sürekli bir meşruiyet ve haklılık illüzyonu inşa etmelerine, tiyatronun dekorunu kutsayıp "milli irade, mukaddes sandık" edebiyatıyla yeri göğü inletmelerine imkan tanıdı.

    muasır medeniyet diye hedef bellediği batının asgari insan hakları nosyonundan zerre kadar nasiplenmeden, modernizmin, aydınlanmanın, lafta bile olsa kulağa hoş gelen "sapere aude" ilkesinin uzağından bile geçmeden, salt, katıksız bir devlet fetişizmiyle, osmanlı'nın "devlet-i ali'nin bekası" şeklindeki kutsamasını aynen devraldı, hatta daha da ileri bir noktaya taşıdı. modernizmin o müzmin çelişkisi, kemalizmde en net şekilde tezahür etti: kutsallara, hurafelere, insan aklına zincir vuran dogmalara savaş iddiasıyla yola çıkıp, eskisinden çok daha güçlü ve kurumsallaşmış, müteselsil kutsallar, hurafeler, dogmalar yaratıldı, var olan kimi kutsallar ise, ki bunların başında devlet geliyor, daha da pekiştirilerek muhafaza edildi.

    akp'ye yaptıkları muhalefetin özünü ve çerçevesini de bu devlet tapıncı şekillendiriyordu. akp'ye insan haklarını zayıflattığı içi değil, devleti zayıflattığı için kin tuttular, hala da bu yüzden kin tutuyorlar.

    gezi, bu açıdan çok önemli bir kırılmaydı, ilk defa orada, içlerinden en azından bir kısmı, meselenin devleti değil, insanı korumak olması gerektiğini, gaz bulutu altında, belli belirsiz de olsa, hissetmeye başladılar. bu kırılma, çok çok az bir kısmında, ciddi bir epistemolojik kopuşa dönüştü, bir kısmı için kopuş sürecinin ilk adımlarını oluşturdu, ancak maalesef geniş bir kesim için hala temel ve belirleyici hassasiyetin devlet olduğu çok açık. hala, devlet adına muhalefet yapıyorlar, devlet adına kızıyorlar, devlet adına üzülüyor, devlet adına seviniyorlar. devletin tam olarak ne olduğu veya kim olduğuna dair hala kafaları yeteri kadar karışmış durumda değil, meb müfredatıyla şekillendirilen zihinlerin içine doğdukları ideoloji akvaryumunun dışına zıplaması kolay bir süreç değil. devletin ne olduğu, neye yaradığı, niçin var olduğu, meşruiyetinin neye dayandığı, nasıl olması gerektiği gibi mevzulara dair hiçbir zaman doğru düzgün bir tefekkür süreci geçirmemiş, açıp iki kelime doğru düzgün bir şey okumaktan da çoğunlukla uzak olan bir kitle, salt kişisel deneyimleri, ve sırtında taşıdığı ideolojik kamburuyla, olan biteni anlamlandırmaya çalışıyor, beceremedikçe umutsuzluğa kapılıyor, gitgide şizofrenleşiyor, histerikleşiyor. türkiye'den siktir olup gitmek başlığında çok nadide örnekler var.

    hayal kırıklığının, akp öncesi eski güzel günlerin, o uzak geçmişin özlemi, siyasi açıdan yeteri kadar temsil edilemediği hissiyle birleşince, ortaya cidden umutsuz bir vaka çıkıyor. chp, her ne kadar bu kitlenin çok da memnun olmadığı bir noktaya doğru kaysa da, bir yandan da çıkardığı cumhurbaşkanı adayı ile hala bu kitlenin temel hissiyatını tatmin arayışından da pek uzaklaşamıyor, nihayetinde kimseye yaranamıyor.

    ekmeleddin ihsanoğlu, tek kelimeyle, "devlet"ti. hali, tavrı, fikri, zikri, konuşması, üslubu, soğukluğu, durgunluğu, her şeyiyle, tam manasıyla devlete tekabül ediyordu. devleti zayıflatmaya, bölmeye, yıkmaya ahdetmiş olarak addedilen erdoğan'ın karşısına, klasik bir milliyetçi muhafazakar, ulusalcı kitlenin muhayyilesinde idealize olan ağırbaşlı bir bürokrat, "devlet adamı" kavramının vücut bulmuş hali olan birini çıkardı chp.

    ulusalcı kitlenin ve onların müebbet mahkum oldukları parti olan chp'nin bu hali, akp'ye kendi kitlesi nezdinde bitmek tükenmek bilmeyen bir meşruiyet zemini, muazzam bir itibar sağlamaya devam ediyor. neydi erdoğan'ın sloganı? "milletin adamı!"

    bu iki kelimelik slogan, akp'nin chp ve kitlesinin duruşunu, kendi kitlesine nasıl başarıyla tercüme ettiğinin muazzam bir özeti. ne demek milletin adayı? bir kere her şeyden önce, "devletin adamı" değil. çünkü bütün bağlam bu karşıtlık üzerine kurulu. yani sloganın uzun hali şu: "devletin değil, milletin adamı". nitekim balkon konuşmasında da aynı noktaya vurgu var. "artık devlet ile millet farklı yönlere gitmeyecek, aynı yöne gidecek." yani devlet bu zamana kadar yanlış ellerdeydi, yanlış kesime hizmet ediyordu, şimdi asli vazifesine hizmet edecek, asıl sahiplerine iade edilecek.

    kısacası, tayyip, devletin neredeyse tek başına ta kendisi olmasına rağmen, kendisini kitlesine "devlet" olmadığı, "millet" olduğu üzerinden pazarlamayı başardı. chp'nin kendisinin karşısına "devletin adamı"nı çıkarmış olması ise, işini daha da kolaylaştırdı, elini daha da kuvvetlendirdi.

    muhafazakar kesimin devlet kavramıyla kurduğu ilişki, 90 yıl boyunca fazlasıyla patolojik bir hal almıştı, şu an iktidar ve kitlesinde, iktidarın nimetlerinden pay aldığı ölçüde yaşanan hoyratlığın, nobranlığın, kendini kaybetmişliğin, sarhoşluğun, yağma psikolojisinin arkasında bu patolojik ilişki önemli ölçüde rol alıyor. bunu ayrı bir entry konusu yapıp, ulusalcı psikolojisine geri dönersek, diyebiliriz ki, ulusalcı kitle, ciddi bir şekilde acınası, ecnebinin deyişiyle, pathetik bir durumdadır. akp'nin baştan düştüğü ve "devlete" yaptığı ihanetin bedelini ödeyeceği, akp kitlesinin ve kürtlerin tekrar hadlerinin bildirileceği, devletin yeni yine yeniden bütün haşmetiyle arz-ı endam edeceği günlerin hasretiyle, gün geçtikçe yıpranıyorlar. bu yıpranmışlık hali, kimisinin daha da saldırganlaşıp iyice faşizanlaşmasına yol açsa da, içlerinde umut vaat edenlerin oranının da yükselmesini sağlayabilir. diye belli belirsiz umut etmek caizdir.

    mahzun gözlerle, akp ile cemaat arasındaki iktidar kavgasını film izler gibi izlemek, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi, oyuncağını elinden alıp kendi aralarında onun için kavga eden çocukları izlemek, eninde sonunda can sıkıcı olmalı.

    velhasıl-ı kelam, devlet tarafından kafasına kafasına vurulurken hala devletten çok devletçi olmayı erdem belleyen, insandan önce, kendisinden önce devleti önemseyen kitlelerin ahmaklığı, türkiye tarihinin en kısa özetidir.

    (bkz: adalet)

    çok kısa bir tanım yapacak olursam: şu dünyadaki temel meseledir adalet.

    bütün derdimi bir kez daha anlatmaya çalışacağım, bakalım ne olacak.

    öncül olarak şunları vereyim:
    (bkz: ideoloji/@maarri)
    (bkz: kötülük/@maarri)
    (bkz: şiddet/@maarri)
    ve en önemlisi: (bkz: öncelikler sıralaması/@maarri)

    insan hakları hukuku, çok basit bir mantığa dayanır: hukuk, pozitif hukuka, yani bir ülkenin yazılı yasalarında yer alan hukuka indirgenemez. böyle olamayacağını, herhangi bir yasanın yanlış olduğu ve değiştirilmesi gerektiği kanaatinin mümkünlüğünün tarihinden çıkarabiliyoruz. hukuk, devlet otoritesine dayandırılamaz, devletin de üstünde, devleti de mümkün ve anlamlı kılan bir temel üzerine oturtulabilir ancak. yani devletin üstünde bir hukuk vardır, ki buna tabii hukuk, ideal hukuk şeklinde çeşitli isimler takılmıştır, devlet de meşruiyetini bu hukuktan almak, bu hukuka dayanmak zorundadır.

    bundan 2000 yıl önce, cicero, hükümdarların yetkilerini belirleyen bir tabii hukuk düşüncesini ortaya attığında, ve 750 yıl önce, thomas aquinas, halkına zulmeden bir kralın gayrimeşru olduğunu, halkın böyle bir krala isyan edip onu alaşağı etmesinin meşru olduğunu iddia ettiğinde, insan aklının, mantığının ve vicdanının gerektirdiği bir hüküm üzerinde mutabakata davet etmiş oluyorlardı: siyasal otorite ile, insanın özgürlüğü arasında kaçınılmaz bir çatışma vardır ve siyasal iktidarın yetkileri sınırlandırılmalıdır.

    meseleyi böyle ortaya koymak, işin en başlangıcı, asıl sorun buradan sonra başlıyor, yani bunun nasıl gerçekleştirileceği, insan haklarının nasıl ideal bir zemine kavuşturulabileceği. ki maalesef bu memleketteki ve dünyadaki insanların büyük çoğunluğu, henüz bu başlangıç noktasının bile gerisindeler, siyasal iktidarın "güçlü" olmasının ne gibi bir anlam ifade ettiği konusunda 2000 yıl önce yaşamış cicero kadar tefekkür etmekten yoksunlar maalesef.

    insan hakları hukukunun muhatabı siyasi otoritedir, devlettir. çünkü bu hakların baş çiğneyicisi, devlettir. insan hakları alanında çalışmalar yapan, araştırmalar yürüten, yaptırım uygulama yetkisine sahip olan bütün uluslararası kuruluşlar da muhatap olarak devleti alır, bütün insan hakları örgütleri de, devletten hesap sormak için kurulur.

    bunlar benim düşüncelerim değil, herhangi bir insan hakları hukuku ders kitabını alıp okumaya başlarsanız, hepsinin ilk sayfasında bu hukukun muhatabının devlet olduğu belirtilir. bunun niçin böyle olduğunu anlayamamak, çoğunlukla, yalnızca mantık ve tefekkür eksikliğinden değil, doğrudan doğruya, ideolojiden kaynaklanır.

    devletin bir insanın haklarını ihlal etmesi ile, bir insanın veya insan grubunun bir başka insanın haklarını ihlal etmesi arasında, muazzam bir fark vardır. bu farkı görememek de, hemen her zaman, muktedir ideoloji tarafından zehirlenmiş olmaktan kaynaklanır. sonuçta bütün insanlar, 7 yaşlarından itibaren, devletin eğitim sisteminden geçerler, etrafları okul, medya başta olmak üzere, devletin ideolojik aygıtlarıyla çepeçevre sarılı bir dünyaya doğarlar.

    bir kamu görevlisinin, mesela bir polisin bir insanı öldürmesi ile, kamu görevlisi olmayan bir insanın bir başka insanı öldürmesi arasında, muazzam bir fark vardır. bir insanın sizin malınıza el koyması ile, siyasi otoritenin sizin malınıza el koyması arasında da muazzam bir fark vardır.

    aradaki fark, hem nitelik, hem de nicelik farkıdır.

    1. nitelik farkı vardır, çünkü devlet, bütün meşruiyetini, belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların hak ve özgürlüklerini koruma ve geliştirme iddiasından alır. bütün varoluşunu bu meşruiyet zemini üzerine kurar, kurmak zorundadır. bu zemin üzerinden, vatandaşlarından vergi alır, ve onlara kendi otoritesine itaat etme yükümlülüğünü dayatır. dolayısıyla, devletin bu hak ve özgürlükleri ihlal etmesi, sıradan bir insanın ihlal etmesinden bambaşka bir kategori olarak ele alınmak zorundadır.

    2. nicelik farkı vardır, çünkü bu hakları en çok ihlal eden, bizzat devlettir. insan hakları alanında otorite olan bütün uluslararası kuruluşların raporları da bunu açıkça ortaya koyar.

    bunlardan dolayı da, insan hakları savunucuları, muhatap olarak devleti görürler ve devletin işlediği hak ihlallerini dikkate alırlar. burada çok temel bir başka sebep daha vardır, hatta asıl sorun budur.

    o sorun da, devletin, kendi işlediği hak ihlallerini, her zaman için, gizleme, üstünü kapatma, sorumluları koruma eğiliminde olmasıdır. yani devletin işlediği suçlarda, çok büyük çoğunlukla, adalet yerine gelmez. ve emin olunuz, bu, akp ile başlayan bir şey değildir.

    devletin, devlet görevlilerinin işledikleri suçları soruşturacak olan da yine devlettir, yani devlet görevlileri, işledikleri suçların üstünü kapatma, delilleri karartma hususunda kimsenin sahip olamadığı bir ayrıcalığa sahiptir. devlet, medya başta olmak üzere bütün aygıtlarıyla, hakikati bükme imkan ve yetkisine en çok sahip olandır, bu yetkisini de kullanmaktan hiçbir zaman çekinmez, ve hatta, varoluşunun temelinin bu yetki olduğu bile söylenebilir.

    insan hakları savunusunun temel derdi, adalettir. adalet arayışı da, temel olarak, adaletsizliğin zemininin ortadan kaldırılmasını dert edinir ve onun için çalışır. hak ihlallerinin zemininin ortadan kaldırılması, işlenmiş ihlallerin sorumlularının bulunup cezalandırılması ve adaletin yerini bulması arayışıyla içiçe geçer; yani bir yandan, sineklerin değil bataklığın yok edilmesi gerektiği ilkesinden yola çıkılır, bir yandan da, sineklerin varlığının yeni sineklerin doğmasındaki etkisi üzerinde durulur, yani devlet tarafından insan hakları ihlal edildikçe ve bu ihlaller cezalandırılmadıkça, sürekli yeni ihlallere meşruiyet kapısı açılır, ihlaller yeni ihlaller doğurur. bir yalanın, çoğunlukla başka yalanları da söylemeyi gerektirmesi gibi, haklar bizzat devlet eliyle ihlal edildikçe ve sorumlular adaletin önüne çıkarılıp cezalandırılmadığı sürece, devlet görevlileri yeni hak ihlallerini işlemekte kendilerini daha rahat ve özgür hissederler.

    insan haklarını dert edinen ve bunun için bir şeyler yapmaya çalışan herkesin gayetle iyi bildiği gibi, bu kolay kolay bitmeyecek olan bir mücadeledir, apaçık bir savaştır. bataklığın kurutulması, nihayetinde, siyasal otoritenin ta kendisinin güç ve yetki alanını hedef alır. devlet, sürekli bir şekilde insan haklarını ihlal eder, hatta hakim üretim ilişkilerinin doğası gereği, bu hak ihlallerinin sürdürülebilirliğini muhafaza etmekle yükümlü bir örgüt görevi üstlenir. elbette, devlet aynı zamanda, çeşitli güç odaklarının sürekli bir çatışma alanıdır, türlü çeşit cepheyi içinde barındırır. biz de bu cephelerin içinde, öyle veya böyle, bir yer ediniriz. hiçbir şey yapmayarak bile, bu çatışma alanının içinde epey önemli bir işlev üstlenmiş olursunuz.

    başta da dediğim gibi, asıl sorun, felsefi düzeyde, misal bm insan hakları bildirgesi veya avrupa insan hakları sözleşmesinde ortaya konan ilkelerin ne gibi bir evrensel ahlaka dayandırılabileceği, ne gibi bir mutabakat sağlanabileceği sorunu değildir. yani tikel ahlaki değerlerin nasıl bir genel geçer ilkeden türetilebileceği sorunu, asıl sorun değildir. ahlaki görelilik düşüncesinin, yani farklı kültürlerin değerlerinin karşılaştırılamazlığını, onları değerlendirebileceğimiz bir mihenk taşının bulunmadığını savunan düşüncenin yarattığı sorunların da uygulamada çok bir önemi yoktur. bütün bu mevzular, apayrı felsefi tartışma konuları, ve işin içinden, kant ya da hegel gibi mutlakçı bir anlayıştan başka binbir türlü şekilde de yanıt verilerek çıkılabilir, yahut çıkılamaz, ancak asıl sorun gerçekten de bunlar değil. nihayetinde, insanların çok büyük çoğunluğunun yaşamı ölüme, özgürlüğü köleliğe, haysiyeti aşağılanmaya tercih ettiğinden ve bu temel ilkeler üzerinde büyük bir mutabakat sağlanabildiğinden yola çıkılabiliyor, nitekim çıkıyoruz.

    asıl sorun, üzerinde bir tartışma olmayan ve gayet evrensel bir konsensüsün sağlanabildiği hakların nasıl korunabileceği, ihlal edilebilmesini mümkün kılan zeminin nasıl ortadan kaldırılabileceğidir. bu noktada, kant'ın kategorik imperatifini, yani "öyle davran ki, davranışının temelindeki ilke, bütün insanlar için geçerli olabilecek bir ilke olsun" yasasını, tarihselleştirmek durumunda kalınır. bu da, kaçınılmaz olarak, ahlakın uzamını büken türlü çeşit güç odaklarını, nihayetinde bütün bir maddi ilişkiler ağını, üretim ve iktidar ilişkilerini sorun haline getirmeyi gerektirir.

    ahlak, türlü çeşit kütle tarafından bükülen bir uzayzamandır. ve bu türlü çeşit kütleden, ki kütle burada güce ve iktidara tekabül ediyor, yani türlü çeşit kudretten azade ve izole bir şekilde, muallakta asılı bir yerden, bütün kütlelerin ve onların yarattığı bükülmelerin etkisinin uzağında durup, "şu kötüdür" gibi bir yargıda bulunmanın imkanının olamayacağı, yine kategorik imperatife dayandırılabilir.

    gerilmiş bir çarşafın üstüne konmuş bir bilye, çarşafın kendisine doğru bükülmesine neden olur, ve sizler de, eğer çarşafın üstündeki miniminnacık karıncalar iseniz, o bilyeye doğru tepe taklak yuvarlanmaktan başka bir şey yapamazsınız. üzerine doğru yuvarlandığınız (ve aslında altında ezildiğiniz) bilyenin size kaçınılmaz olarak belirlediği bükülme ile etkileşim içinde olmayan bir ahlak duyuşunuz olamaz; çarşafın üzerindeki diğer bilyeler ve diğer miniminnacık karıncalar hakkında bulunacağınız hiçbir yargı, yuvarlanıp üzerine düştüğünüz bilye ile ilişkinizden bağımsız bir ahlaki geçerliliğe sahip olamaz. işte bu nokta, zurnanın, yani ideolojinin zırt dediği noktadır.

    bu gerçekleri idrak edemeyen, muktedir ideoloji tarafından zihinleri istimlak edilmiş olan kitleler, insan hakları savunucularının neyin peşinde olduğunu, neyi dert edindiklerini, neye dikkat ettiklerini, neye vurgu yaptıklarını, neyi öncelik edindiklerini anlayamaz, bu yüzden de, onlara türlü çeşit saçma sapan ithamla saldırmaya kalkışırlar. bu ithamların başında da, "tutarsızlık", "samimiyetsizlik", "ikiyüzlülük" ithamları gelir. "x olurken neredeydiniz, y öldürüldüğü zaman niye sesinizi çıkarmadınız, z insan değil mi, onun hakkını niye aynı şekilde savunmuyorsunuz, onun acısına niçin ortak olmuyorsunuz?" soruları, en çok karşılaşılan sorulardır.

    buradaki algı, insan hakları savunucularına dair oldukça saçma sapan ve gerzekçe bir algıdan kaynaklanır. muktedir ideolojiye farkında olmadan biat etmiş kitleler, insan hakları savunucularını, bütün insanlığın acılarını dert edinmeyi ve yaşanan bütün acılar için acı çekmeyi misyon edinme iddiasında olan bir güruh gibi algılar.

    eskiden, cenazelerde ağıt yakmayı iş edinmiş kadınlar olurmuş, belki hala varlardır, bilmiyorum. sesi güçlü olan bu kadınlar, köyden köye gezer, nerede bir cenaze varsa oraya gider, taziye evinin baş köşesine oturur ve içli içli ağıt yakarlarmış, böyle böyle, bir nevi amigo işlevi görür, herkesi bol bol ağlatıp içlerini dökmelerine, acılarını paylaşmaya vesile olurlarmış.

    muktedir ideolojinin tebaası da, insan hakları savunucularını, bu kadınlar gibi algılar, onlardan duydukları, "insan", "hak", "vicdan", "ahlak", "adalet" gibi kavramlardan dolayı, onları yaşanan bütün acıları paylaşmayı misyon edinmiş bir güruh gibi görür, bu saçma sapan algı üzerinden de, kendilerini de devletle özdeşleştirdikleri için, devlete yapılan eleştirileri kendi üzerlerine alınırlar, ve devletin işlediği hak ihlallerinden bahsedildiği zaman, hemen "falanca kişi için niye sesinizi çıkarmadınız" sorusunu ortaya atarlar. o kadar yaygın ve muktedir bir saçmalıktır ki bu, tekrar tekrar dönüp dolaşıp bu saçmalık duvarına toslarsınız.

    devletin bizzat kendisi de, bu söyleme sık sık başvurur, başvurulmasını teşvik eder. kim söylediydi hatırlamıyorum, bir akp milletvekiliydi galiba, soma ya da bir başka iş cinayeti üzerine, "trafik kazalarında daha çok insan ölüyor, onları niye dert edinmiyorsunuz?" sorusuyla çıkagelmişti. tayyip, bu söylemin baş yürütücüsü olarak, berkin başta olmak üzere, devletin işlediği bütün gezi cinayetleri hakkında bütün argümanlarını bu mukayeseler üzerine kuruyor, hala ve ısrarla, dönüp dolaşıp aynı söylemi yeniden üretmeye devam ediyor.

    akp tarafından berkin ve diğer gezi cinayetleri üzerinden başvurulduğu zaman bu söylemdeki saçmalığı, bu mukayesedeki ahlaksızlığı görebilen, tam olarak göremese bile belli belirsiz hissedebilen, akp muhalifi ve fakat hakim ideolojinin esiri kitleler, kürtler ve onlara karşı işlenen hak ihlalleri söz konusu olduğunda, hiç utanmadan ve arlanmadan, aynı söyleme, aynı mukayeselere, aynı gerzekçe sorulara başvururlar, tayyip'in ağzından berkin için duydukları ve nefret ettikleri lafları, kürtlere karşı yapılan hak ihlallerinden bahseden herkese aynen kullanırlar.

    bakın bunu iyi anlamanız lazım: insan haklarını dert edinenler, adalet ararlar. yani bunların, nerede yaşanan bir acı varsa hepsini eşit bir şekilde vurgulama gibi bir misyonları yoktur. onlar için mesele, yaşanan acıların karşılıksız kalkıp kalmadığıdır. yani sorumluların cezalandırılıp cezalandırılmadığıdır.

    yani insan hakları savunucuları, sorumlularının adil bir şekilde yargılanmaması ve hak ettikleri adaleti bulmaması şüphesinin olduğu hak ihlalleriyle mücadele ederler. muhatapları da, işte bu yüzden devlettir, çünkü sorumlusu devlet görevlisi olan hak ihlalleri, hemen hemen hiçbir zaman, bir mücadele vermeye gerek kalmaksınız adalete kavuşmaz, sorumlular hemen her zaman korunmaya, gizlenmeye çalışılır. sadece ve sadece, gezi cinayetlerinin soruşturulma ve mahkeme süreçlerini takip eden biri, bunu net bir şekilde görür.

    bütün gezi cinayetlerinde, ilk etapta, sorumlular mümkün mertebe ortaya çıkarılmadı, üstü kapatılmaya çalışıldı. bu çalışma, suçun işlenmesinden bile önce başlar: daha geçen gün ali ismail'in davasıyla ilgili ortaya çıkan kamera kaydı bunun en son ve somut örneği: http://www.radikal.com.tr/…oyle_kapattirmis-1220746

    devlet, işlediği suçların üstünü kapatma, sorumluları ortaya çıkarmama ve cezalandırmama hususunda, muazzam bir tarihsel deneyime ve birikime, muhteşem bir yeteneğe ve güce sahiptir. bu amaç uğruna, yeri geldiğinde bütün devlet kurumları muazzam bir koordinasyon kurar, polisinden savcısına, muayene eden doktordan, rapor hazırlayan bilirkişisine kadar hepsi muhteşem bir uyum içinde, ince ince çalışır.

    ali ismail'i, polise ifade vermeden muayene etmeyi reddedip önce karakola gönderen, ardından da güya muayene edip kas gevşetici yazıp evine yollayan doktorlar, on yıllardır, işkenceden yüzü gözü dağılmış mahkumların sağlığının yerinde olduğuna dair rapor hazırlayan doktorların geleneğine yaslanır. kamera kayıtlarını incelemesi için görevlendirilen bilirkişiler, bizzat o kameraları siler. polislerin ne yaptığını, nasıl bir gelenekten geldiğini söylemeye dahi lüzum yok. savcılar da, büyük çoğunlukla, devlete karşı bireyi değil, bireye karşı devleti korumayı öncelik edinen bir hukuk geleneğinin içinden gelir.

    ali ismail'in katillerinin ortaya çıkarılması için nasıl bir mücadele verildiğini, hepiniz biliyorsunuz. kamera kayıtlarının ortaya çıkarılması için, başta ismail saymaz olmak üzere gazeteciler, avukatlar, insan hakları savunucuları insanüstü bir çaba gösterdi, bu mücadeleler olmasaydı, ne olacağını hepimiz çok iyi biliyoruz. bu mücadeleleri verenler de, kaçınılmaz olarak, devletin öncelikli hedefleri haline gelir, her an bir hak ihlaline maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. bu, hep böyle olmuştur.

    daha geçen gün ortaya çıkan yeni kamera kayıtları, hala olayın bilmediğimiz taraflarını, bilmediğimiz katillerini ortaya çıkarıyor. katillerin pek çoğu tutuksuz yargılanıyor, bir kısmı ise hiç yargılanmıyor bile, onlardan hiç kimsenin haberi bile yok, bilmiyoruz.

    ethem sarısülük'ü öldüren polis, uzun süre ortaya çıkarılmadı, çıkmaması için binbir takla atıldı, nihayetinde gelinen noktada, 4 yıl sonra hapisten çıkacak, sarısülük ailesi hakkında ise, mahkemede katile hakaret ve darp suçlamasıyla 10 yıl ceza istenen bir dava açıldı. abdullah cömert'in katili hala tutuksuz yargılanıyor, amirleri soruşturmaya bile dahil edilmedi. berkin elvan soruşturmasında, polislerin ifadesi olaydan tam 229 gün sonra alındı. bütün bu gezi davalarında yaşanan rezillikleri toplasak kitap olur, nitekim oluyor. ismail saymaz'ın "sözde terörist" kitabını şiddetle tavsiye ediyorum.

    devletin işlediği bütün suçlarda, soruşturma ve dava süreçleri hep aynı mekanizmayla işler, hakikat çoğunlukla ortaya çıkarılmaz, ortaya çıkan kısmın da ortaya çıkması aylar, yıllar alır. ama buna mukabil, devlete ve devlet görevlilerine karşı işlenmiş bir suç varsa, bunun sorumluları mükemmel bir hızla ortaya çıkarılır ve en kısa zamanda dava sonuçlandırılır, bazen davaya bile gerek kalmaz, yargısız infaz da, oldukça eski ve köklü bir gelenektir. gezide devletin işlediği suçların soruşturmalarında takipsizlikler, kovuşturmaya yer olmamalar havada uçuşur, davalar yıllara yayılır; ancak gezi eylemlerine katıldığı veya organize ettiği suçlamasıyla yargılananların soruşturmaları ışık hızıyla yapılır, baş döndürücü bir hızla davalar sonuçlandırılır, "adalet" yerini hemen bulur.

    sadece ve sadece, hrant dink dava sürecini, oturun baştan sonra, bütün ayrıntılarıyla okuyun, lütfen yapın bunu. o dava bile tek başına, bütün devlet aklını, işleyişini ve geleneğini anlamak için fazlasıyla yeterli. cinayetten aylar önce haberi olduğu kesinleşen polisler, askerler, albaylar, katillerle ve muhbirlerle bağlantısı bulunan emniyet müdürleri, istihbarat daire başkanları, hrant dink'i odasına çağırıp tehdit eden vali yardımcıları... bunların hemen hiçbiri doğru düzgün soruşturulmadığı gibi, aralarında terfi edenler var. dava boyunca yaşanan, ortaya çıkan rezilliğin haddi hesabı yok, bırak kitabı, cilt cilt ansiklopedi olur.

    medyanın nasıl bir işlev üstlendiğini, gezi ile beraber çok çok iyi gördünüz, ve bu medya akp ile bu hale gelmedi, hep böyleydi, böyle olmaya da devam edecek.

    düşünün ki gezi cinayetleri ve ardından yaşanan davalar, medyanın rezilliği, olayları görmemesi gördüğü zaman da çarpıtarak vermesi, şu teknoloji çağında, her yerde hatta herkesin elinde kameranın bulunduğu bir çağda yaşanıyor, 20 yıl önce, 50 yıl önce nasıl şeyler yaşanıyordu, nasıl süreçler işliyordu, bir düşünün. 90'larda ve öncesinde, güneydoğuda neler yaşanmış olabileceğine dair biraz tefekkür edin. şu biraz fikir versin: http://www.zaman.com.tr/…zminat-cezasi_2166653.html geçtim polis cinayetini filan, devletin savaş uçakları, köyleri bombalayıp 38 sivili öldürüyor, bütün bunlardan ülkenin batısında yaşayan milyonlarca insanın haberi bile olmuyor, devlet "pkk" yaptı diyor. aihm, 20 yıl sonra rekor bir tazminata hükmediyor.

    devletin, işlediği suçların üstünü kapatma, sorumluları adaletten koruma yeteneğine dair, yaza yaza sözlüğün en uzun entrysini oluşturabilirim, ama gerek yok. roboski'ye, reyhanlı'ya filan hiç girmeyelim. biz mevzuya dönelim.

    bu devlet aklı, hala cayır cayır işlemeye devam ediyor. bütün hakikatin üstünü örtme ve çarpıtma çabası, öncelikli pratik olarak karşımıza çıkıyor. daha yeni, bingöl'deki emniyet müdür yardımcısı ve polislerin öldürülmesinin araştırılmasına dair hdp'nin verdiği ve chp'nin desteklediği önerge akp ve mhp oylarıyla reddedildi.

    işte insan hakları savunusu, bu hakikatin üstünü örtme çabasını dert edinir ve adaletin gerçekleştirilmediği hak ihlallerine karşı mücadele eder. bu mücadele de, her zaman için, kaçınılmaz olarak devlete karşıdır, çünkü haksızlıkları soruşturmak ve adalete kavuşturmak yetkisini tekeline alandır devlet. insan hakları savunusu, sadece devlet görevlilerinin işlediği hak ihlalleri değil, üzeri kapatılan, soruşturulmayan, adalete kavuşturulmayan bütün hak ihlalleriyle ilgilenir. yani sivil birinin işlediği cinayet de, eğer devlet tarafından soruşturulmuyorsa, katiller korunuyorsa, bu da insan hakları mücadelesi kapsamına girer.

    bütün hak mücadeleleri, devlete karşıdır, çünkü hepsinin arkasında, devlet vardır. kadın cinayetlerinden tut, eşcinsellere karşı yapılan hak ihlallerine kadar, iş cinayetlerinden tut göçmen cinayetlerine kadar, hepsinde dönüp dolaşıp devlete varırsınız. devlet, ya bu hak ihlallerini bizzat işler, ya da işlenmesine göz yumar, sorumlularını gizler, ortaya çıkarmaz, üstünü kapatır, adaletin yerini bulmaması için elinden gelen her şeyi yapar. hepsinden önemlisi, bu hak ihlallerinin işlenmesini mümkün kılan zemini yaratır ve onu sürekli yeniden üretmeye devam eder, bataklığın bekçisi olarak karşınıza dikilir. yani adaletin yerine gelmemesi için çalışmak bir kenara, adaletin zeminini dinamitler ve bütün varoluşunu o harabenin üzerine kurar. mülkün temeli adalet değil, adaletsizliktir.

    adalet mülkün temeli değil, olsa olsa, söylemdeki arzusunun kayıp/karanlık nesnesidir, lacan'ın "objet petit a" dediğidir, ulaşılamayan, aslında ulaşılmak da istenmeyen arzu nesnesidir.

    devlet, belirli sınıf çıkarlarını koruma aygıtı olmanın yanı sıra, aynı zamanda türlü çeşit güç odaklarının sürekli bir çatışma cephesi, ve adaletsizliğin zemininin baş bekçisidir, böyle bir ortamda, devlet, kendi vazettiği adaleti varoluşunun temel gayesi olarak pazarlar, ve ona ulaşmayı da hiçbir zaman istemez, isteyemez. adaletin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel olarak, bizatihi, bütün haşmetiyle arz-ı endam eder.

    insan hakkı savunucuları, işte bu adaletsizliği dert edinir. ve dünyanın her yerinde, devlet tarafından idrakleri hadım edilmiş kitleler tarafından, aynı suçlamalara, aynı saldırılara maruz kalırlar: "kadın cinayetlerinden bahsediyorsun da, geçen gün falanca kadın kocasını öldürdü, ondan niye bahsetmiyorsun? şehitlerimizin tabutları gelirken neredeydiniz? ermenilerin öldürdüğü türklerden niye hiç bahsetmiyorsunuz?"

    ferguson olaylarında, forumlarda dönen tartışmalarda, pek çok gerizekalı amerikalı tarafından tıpatıp aynı mantık dökülüyordu: "geçen ay iki tane zenci bir polisi öldürdü, o zaman hiç böyle patırtı çıkmadı, ondan niye bahsetmiyorsunuz?" minvalinde sorular.

    bu gerizekalı mantığa bir türlü anlatmak mümkün olmaz: devlete, devlet görevlilerine karşı işlenen suçlar, zaten devletin öncelikli uğraşıdır, devlet sorumluları ortaya çıkarmak ve cezasını vermek için zaten elinden geleni fazlasıyla yapar ve bütün devlet gücünü bunun için seferber eder.

    ve tekrar tekrar, üstüne basa basa söyleme ihtiyacı hissediyorum: insan hakkı savunucuları, sorumlularının adaletle karşılaşmadığı hak ihlallerine karşı mücadele eder.

    işte ben de, sözlükte, öncelikli olarak bunu uğraş ediniyorum, bütün yazdıklarım bu konuya temas ediyor. ve karşımdaki kitle, bana neyle geliyor? pkk cinayetleriyle niçin ilgilenmediğimi, onlardan niçin bahsetmediğimi soruyorlar.

    pkk, devletin zaten 30 senedir mücadele ettiği, baş düşmanı olarak gördüğü ve en öncelikli dert haline getirdiği bir örgüt. devlet bütçesinin pkk ile mücadeleye ayrılan kısmının muazzamlığı bunun göstergesi. onbinlerce pkk militanı devlet tarafından öldürülmüş durumda, ve çözüm sürecine rağmen, yeri geldiğinde öldürülmeye de devam ediliyor.

    yani devlet, kendisine karşı suç işleyenleri zaten en öncelikli sorun olarak görüyor ve onları cezalandırmak için seferber oluyor. yeri geldiğinde, yargılamaya filan da lüzum yok, bulundukları yerde öldürmek temel amaç. http://www.aljazeera.com.tr/…failler-cezalandirildi hele hele, şu söylemdeki muhteşemliğe dikkat: "emir verdim, failler iki saat içinde cezalandırıldı."

    bu arada, dediğim gibi, olayın aydınlatılmasına dair hdp'nin verdiği soruşturma önergesi, mecliste reddedildi.

    ve karşımdaki kitle, bana ciddi ciddi, ısrar ve inatla, "öldürülen askerlerden niye bahsetmiyorsun" diye sorabiliyor.

    bütün devlet, faillerin ortaya çıkması ve cezalandırılması için seferberlik halinde çalışıyor, 30 yıldır pkk ile savaşıyor, milyonlarca insan devletin arkasında lanet ve küfür okuyarak tempo tutuyor, sözlükte de binlercesi bütün mesaisini buna ayırıyor, devleti daha "güçlü", daha "şiddetli", daha "acımasız" olmaya davet ediyor, 90'lı yılların politikaları, jitemler hasretle anılıyor, osman pamukoğlu gibilerin başlığına methiyeler düzülüyor, ışid aşkından gözleri dönmüş durumda. onlarca gerizekalı başlığıma doluşmuş, "hani nerde senin ahlakın, şehitlerden niye hiç bahsetmiyosun, onlara yapılan kötülük değil mi, "hep mi devlet kötü, hep mi devlet yanlış, hep mi biz kötüyüz, hiç mi bir haklı tarafımız yok :( bunlara niye laf etmiyosun, şuna niye kötü demiyosun, hadi desene, diyemiyosun di mi, hadi be bi kez de, ölümü öp, hadi be?" diye diye çıldırmış durumda. nefretlerini tahkim etmek için araçsallaştırdıkları acılardan bahsedilmesini istiyorlar, gazlarının alınmasını bekliyorlar. hele başlığıma üşüşen kitlenin arasında özellikle muhatap almadığım iki tane beyinsiz tipitip var, onlar kendilerini biliyor, muhatap alınmadıkça iyice delirdiler, ilk başlarda gülüyordum, ama gitgide o kadar çirkinleştiler ki, yemin ediyorum midem bulanmaya başladı. insan nasıl bu kadar haysiyetsizleşebilir, kendisine bu kadar küçülmeyi nasıl reva görebilir, cidden garip geliyor. suratına tükürsen tükürüğün hatrı kalır, o derece.

    her neyse, karşımda böyle bir kitle var, ve ben bu kitleyi bu kadar ahmak hale getiren, bana hala bu kadar ahmakça soruları sormalarına, çok basit olan cevabını hiçbir zaman algılayamamalarına neden olan karanlığı dert ediniyorum.

    şurası çok açık ki, bu kitlenin derdi, adalet filan değil, güç. adalet gibi, ahlak gibi, vicdan gibi, insan hakkı gibi kavramlara milyarlarca ışık yılı uzak oldukları için, dertleri kesinlikle bunlar olmadığı için, adaletsizliği hiçbir zaman dert edinmedikleri için, bu kavramları sadece insan hakkı savunucularından duydukları için, bütün yapabildikleri, karşılarındakinin güya samimiyetini, tutarlılığını sorgulamak oluyor. kısıtlı kelime dağarcıklarıyla, ezberleyip bokunu çıkardıkları aşağılama ifadeleri bile çok şeyin göstergesi: "hümanist sevgi pıtırcıkları, barış kelebekleri" vs.

    insana dair, adalete dair, barışa dair en ufak bir dertleri, fikirleri ve iddiaları yok, bütün ahlak mekanizmaları güç ve güce itaat, otoriteye biat üzerine kurulu, dünyaya dair bütün algı ve beklentileri de devletin daha güçlü olması üzerine. insan hakkı, adalet, ahlak, vicdan gibi kavramları duydukları zaman da, doğal olarak, bu kavramları devletin egemenliğine bir tehdit olarak algılıyorlar. ve haklılar, bu kavramlar gerçekten de devlet otoritesinin baş düşmanıdır her zaman için.

    en başta da dediğim gibi, asıl sorun adaletsizliktir, ve asıl sorunun ne olduğunu, bu ahmak kitle hiçbir zaman düşünme ihtiyacı hissetmez. onların sorunun kaynağına dair hiçbir fikirleri yoktur, insanı insan yapan aklı ve vicdanı temel almazlar. insanların acılarını da umursadıkları yoktur, askerlerin öldürülmesinde onları rahatsız eden asıl şey, devletin otoritesine saldırılmış olmasıdır, devletin otoritesinin tanınmamış olmasıdır, devletin bir nevi küçük düşürülmüş olmasıdır, işte bunu hazmedemezler. adaletin yerine gelmesine dair hiçbir istekleri ve ufukları yoktur, bizleri de, insanların acılarından bahsetmeye çağırmazlar, kendi saflarında namaza durmaya çağırırlar, devletin yanında durmaya, devletin işlediği adaletsizliklerden bahsetmemeye çağırırlar. insanların acılarından bahsetmeleri, yeni hak ihlallerini savunmak ve meşrulaştırmak içindir, olağanüstü hal hukuksuzluklarının geri gelmesi için bas bas bağırırlar, icabında milyonlarca insanın öldürülmesini istemekten çekinmezler.

    asıl sorunun ne olduğunu onlar bilmez, adaletsizliği dert edinenler bilir. asıl sorunun ne olduğunu, ethem sarusülük'ün ailesi bilir, cumartesi anneleri bilir. asıl sorunun ne olduğunu, kimsenin ilgilenmediği hak ihlallerini soruşturan gazeteciler, avukatlar, davadan davaya koşanlar, biber gazı solumaktan bitap düşenler bilir. asıl sorunun ne olduğunu, tarih boyu öldürülen, hapislerde çürütülen, işkence masalarında parçalanan, gözaltında kaybedilen, toplu mezarlara, asit kuyularına atılan devrimciler bilir.

    afyon'da cephanelik patladı, 25 tane asker havaya uçtu, bunun sorumlusu hiçbir komutan tutuklu yargılanmıyor, hepsi görevinin başında. hiçbir faşisti, hiçbir devlet fetişistini, bundan bahsederken bulamazsınız, askerlerin, hatta yeri geldiğinde polislerin maruz kaldığı hak ihlalleriyle bile, yine "devlet düşmanı" insan hakkı savunucuları ilgilenir.

    bu ahmakların yaşanan acılara dair tek çözüm önerileri, daha fazla güç uygulanmasından başka hiçbir bok değil, daha şiddetli, daha acımasız bir devlet görmek istiyorlar, akp'ye de bu yüzden muhalefet ediyorlar, çözüm sürecine de bu yüzden çıldırıyorlar.

    kafaları basmıyor ki, milyonlarca insanın desteklediği bir örgüte karşı, şiddet uygulayarak hiçbir çözüme varılamaz. karşılarındakileri sadece insan öldürmekten zevk alan, psikopat bir manyak sürüsü olarak algıladıkları için, kendilerine on yıllar boyunca böyle öğretildiği ve gösterildiği için, şimdi bu irrasyonel manyak sürüsüyle masaya oturulmuş olmasını anlayamıyorlar, haklı olarak, "madem bunlar terörist niye o zaman masaya oturuyorsunuz" diye soruyorlar. devlet aklı, bunlardan önce geldiği ve bunları ihata ettiği için, bunların aklının dönüştürülmesine yönelik herhangi bir politika da yürütmediği için, mevzuyu anlayamıyorlar, olsa olsa, akp'nin pkk ile işbirliği içinde ihanet ettiğini ve devleti yıkmaya çalıştığını düşünüyorlar. devlet, savaşmakla bir yere varılamadığını görebiliyor, ama tebaasına bunu hala doğru düzgün anlatmadığı, ve hatta bilakis hala "pkk terör örgütüdür" söylemini sürdürerek bütün mevzuyu bir güvenlik tedbiri çerçevesine indirgediği için, milyonlarca insan kafası karışık bir şekilde, devletine soru dolu gözlerle bakmaya devam ediyor.

    biz ise, çok basit bir şey söylüyoruz: bir kişi, üç kişi, beş kişi, hadi bilemedin yüz kişi hasta olabilir, ama milyonlarca insanın hepsi birden hasta ruhlu, katil ve manyak olamaz. bir örgütün silahlanarak dağa çıkmasını ve cinayetler işlemesini 30 sene boyunca milyonlarca insan destekliyorsa, ve araştırmayla ortaya konulduğu gibi dağa çıkanların da ortalama ömrü beş sene ise, yani dağa çıkanlar mutlak bir şekilde ölüme çıktıklarını bile bile çıkıyorlarsa, buna rağmen örgüt sürekli katılım almaya devam edebiliyorsa, burada anlaşılması gereken, analiz edilmesi gereken bir şey vardır. bakın "hak verilmesi gereken bir şey vardır" demiyorum, ondan da önce, "anlaşılması gereken bir şey vardır" diyorum. yani milyonlarca insan bir "kötülük" etrafında birleşmişse, bu kötülüğü kesinlikle haklı ve meşru görmeliyiz demiyorum, ama bu kötülüğün arkasında yatan bir şeylerin, bu kötülüğe zemin olan bir nedensellik zincirinin olduğunu düşünmeliyiz, ve o nedensellik zeminini anlamaya çalışmalıyız diyorum. bu, aklın ve mantığın kaçınılmaz olarak gerektirdiği bir şey: çünkü bahsettiğiniz kötülüğün ortadan kalkmasını istiyorsanız, o kötülüğün zeminini ortadan kaldırmak gerektiğini kabul etmelisiniz. bu insanların hepsini hastalıkla, irrasyonellikle, manyaklıkla açıklayarak işin içinden çıkamayız, nitekim çıkamıyoruz.

    bu, dünyadaki kitlesel "kötülük" örneği olarak görebileceğiniz hemen her oluşum için geçerli, ışid de dahil. ışid'i de, kesinlikle sadece kafa kesmekten hoşlandığı için toplaşan bir manyaklar sürüsü olarak göremezsiniz, ışid'e de dünyanın dört bir yanında sempati duyan milyonlarca insan var, nitekim dünyanın dört bir yanından katılım alıyor, hem ırak'ta hem suriye'de arkasında ciddi bir halk tabanı var.

    bu insanların hepsine katil ruhlu psikopatlar dememiz hem anlamsız, hem de yanlış. anlamsız, çünkü olaya bu şekilde bakmak, sorunu kesinlikle çözmüyor, karşınızdaki insanların manyak psikopatlar olduğunu düşündüğünüz zaman, önerebileceğiniz tek çözüm, hepsinin topyekün yok edilmesinden başka bir şey olmuyor. bu da, tek kelimeyle imkansız, ve başarsanız bile çözüm olamayacağı kesin. emin olun, amerika bir milyon askerle suriye ve ırak'a girip bütün ışid militanlarını tek tek öldürse, sorun kesinlikle çözülmüş olmayacak, ışid'i ortaya çıkaran zemin ve toplumsal dinamikler öylece kaldığı sürece, eninde sonunda ışid gibi, belki ondan daha da vahşi başka örgütler ortaya çıkacak.

    aynı durum, tamamen pkk için de geçerli. bugün tsk icabında 5000 askerin ölümünü göze alarak kandil'e girse ve bütün pkk militanlarını son ferdine kadar temizlese, size garanti veriyorum, pkk sorununu çözmüş olmayacaksınız, onbinlerce insan eninde sonunda tekrar dağa çıkacak, ve çok daha korkunç şeyler olacak. pkk destekçisi veya sempatizanı milyonlarca insanın hepsini öldürüp soykırım yapmadığınız sürece, bu sorunu ortadan kaldıramazsınız, hatta mesela o durumda da, pkk destekçisi olmayan, mesela akp'ye oy veren milyonlarca kürt de tamamen karşınıza geçer, çünkü nihayetinde onların akrabalarını, eşlerini dostlarını tanıdıklarını, birlikte yaşadıkları ve bir şekilde bağı oldukları insanları öldürmüş olacaksınız.

    kısacası, bu sorun öldürmekle bitmez, bitemez. bu noktada, tam da efkan ala'yı anmanın zamanı: "şiddet çözüm değildir. şiddet misliyle karşılık bulur." bu, kesinlikle sadece devlet için geçerli değil.

    öyleyse ne yapmalıyız? şiddetin zeminini anlayıp, onu ortadan kaldırmak için çalışmalıyız. bu, pkk için de, ışid için de, dünyadaki her türlü şiddet için de geçerli.

    peki, dünyadaki şiddetin, en azından, önlenebilir olan şiddetin kaynağı nedir?

    bana göre, tek kelimeyle, adaletsizliktir.

    ve sadece kürt meselesi özelinde ele alırsak, ortaya net bir soru çıkıyor. devletin, kürtlere adaletsizlik yaptığını, haklarını gasp ettiğini düşünüyor musunuz? eğer düşünmüyorsanız, bütün sorunun güç üzerinden çözülmesinden başka bir mantığınız olamaz, bu durumda başa dönüyoruz, aynı çıkmaza saplanıyorsunuz.

    eğer düşünüyorsanız, öyleyse, her şeyden önce, bu hak ihlallerinin ortadan kalkmasını öncelikli sorun olarak görmelisiniz, ve sizin sahip olduğunuz haklara, kürtlerin de sahip olması gerektiğini savunmalısınız. bunun için de, devleti bu hakları pkk ile pazarlık mevzusu haline getirdiği için eleştirmelisiniz, bu adaletsizliğin bir an önce ortadan kalkması için mücadele etmelisiniz. çünkü pkk, hala bu adaletsizlikleri gerekçe göstererek milyonlarca insanın desteğini almaya devam ediyor. pkk ortadan kalksın, artık cinayet işleyemesin istiyorsanız, onun meşruiyetini dayandırdığı adaletsizliğin ortadan kalkmasını savunmalısınız ki, milyonlarca insan artık daha fazla hak gaspına maruz kalmasın ve desteklemesin. böylelikle, eğer hala şiddet uygulamak isteyenler varsa, mesela bağımsızlık için savaşan olursa, onları marjinalleştirmiş olursunuz, arkalarında bir halk desteği kalmaz, bir taban bulamazlar.

    yani, dünyadaki şiddet ortadan kalksın istiyorsanız, istemeniz gereken şey, dünyadaki adaletsizliklerin ortadan kalkması. latince özetlendiği gibi: (bkz: si vis pacem para iustitiam) yani, barış istiyorsan, adaleti hazırla.

    sanırım yoruldum.
208 entry daha
hesabın var mı? giriş yap