• teoman'in istasyon insanlari tadindaki sarkisi.

    telefonda konusamam bilirsin,
    mektuplariysa ertelerim hep, belki de yazim çirkin diye.
    çok düsündüm, çok kurdum,
    karar verdim hep vazgeçtim, ama sana yazabildim nihayet.
    aslinda söz vermistim, duygularimi kilitlemistim, ta ki sen açana dek.
    korkma sevgi dilenmeyecegim, ama tanirsin beni iste,
    bitiririm her seyi bir dikiste.
    n'apim?

    ask bu, savas bu binlerce yildir sürüp giden...
    ask bu savas bu, kadin ve erkek arasinda

    artik saymiyorum yillari, bana degip geçen hayatlari,
    zaten pek de sevmem insanlari.
    ama kimi dostlar var sevdigim, sokak köpekleri besledigim,
    bazi güzel anilar biriktirdigim.
    tutku garip bir sey ve çok vahsi ve çok hirsliydim zaten ben de
    o yüzden de yagmaladim seni...
    kolay degildir bilirim, bir aski bir kalbe koymak,
    hele bir baskasini severken sen.

    tesekkürler, bir zamanlar beni çok sevdigin için.
    bu mektup da olmadi, kelimeler toparlanmadi, iste simdi çöpe gidiyor.
    yine de mektubuma son verirken seni her zaman çok seven
    ben.
  • bazıları yazar yazar postaneden geri döner. ver kurtul oysa de mi?

    -ya gönder işte o yazdığını
    -olmaz çok abuk subuk oldu
    -e benimki de öyleydi
    -evet
    -evet miiiiiiiiiiii

    iletişim özürlüyüz hepimiz. şerefsizim. göz göze konuşmanın bir alt seviyesi olarak mektup yazmak daha kolay kolay olmalı. cesaret meselesi deil ki bu. yaz gitsin. gönder gitsin.

    bunu diyenin evinde bi kutu gönderilmemiş mektup var gerçi.
  • sevgili deniz,

    birkaç gündür buradayım. eski dünya haritalarının, uzak sahillerden toplanmış renkli taşların, çan seslerinin, hiç yaşanmamış tedirgin bir öykünün sözcükleri gibi sayısız ayrıntının içinde dolaşıyorum. sıcak bir öğleden sonrasının sarı rengine, uzaktaki lavanta tarlalarının mor esintisi karışıyor. kuzeydeki rhône vadisinin sarp yamaçlarını kaplayan üzümler, kasabanın tarihi meydanını takip edip odamın terasına değin uzanıyor. bazen senin bu odada, pencerenin önünde durduğunu görür gibi oluyorum. masanın üzerinde dağınık duran kitapları karıştırdığını, içlerinden birisini seçip rastgele bir sayfa açıp okumaya başladığını, yüzünde aniden beliren tuhaf gülümsemeyi...

    kızıl kayalıkların üzerinde yükselen güneydeki bu kasabanın patikalarında akşamüstü yürüyüşleri yapıyor, zihnimin odalarını havalandırıyorum. temmuz ayından yenilgiyle çıkan kurumuş otlar, tekerlek izleri, uzaktaki yolcu vagonunun ağaçlardaki kuşları telaşa sürükleyen sesi, çiftlik çalışanlarının günbatımı yaklaştıkça artan hareketliliği bana eşlik ediyor. samuel beckett'ın savaş sırasında sığındığı, geceleri romanını yazıp gündüzleri çalıştığı çiftliğin önünden geçiyorum. watt romanını burada yazmış olmalıydı.

    bonnelly ardımda kalıyor. merdivenleri çıkarken seni düşünüyorum. neler yaptığını, nasıl olduğunu bilmiyorum. nerede olduğumu, ne yaptığımı bilmiyorsun. eski bir kır evinin akşamüstü ışığında; bilinçsizce, sürüklenir gibi uzandığım imgeler denizinde, herhangi bir telaşa kapılmadan bütün duyguların geçişine izin veriyorum şimdi. yine pencereyi açıyorum, tüller uçuşuyor, zamanın halkaları rüzgarda adeta eriyor. uzaklaşırım sanmıştım ama hayır; gittikçe sana yaklaşıyor, ne zamandır düşünmediğim halde her gün bir şeyleri hatırlıyorum. her seferinde parçaları dağıtıp yeniden başlıyor, boşlukları doldurduğumda kendimi hep aynı resmin karşısında buluyorum.*

    sana tekrar yazabilmek için beklediğim, birbirine benzeyen çok zamanlar geçti. bana en son, “benden istenen ne varsa yaptıktan sonra geriye benden bir şey kalmamış olmasına aldırmadan günlerimi tamamlıyorum sadece.” diye yazdığın mektubundan beri çok zamanlar… şimdi sıcak bir yaz akşamında oturmuş sana yazabiliyorum; bak buradayım artık, bir yere gitmiyorum. seninle birlikte eskiden yaptığımız gibi gizli kapıların yerini arıyorum labirentlerde. zaman içinde üst üste kurulmuş antik kentlerin kazıldıkça altından bir diğerinin çıkması gibi, yürüdükçe taş kabartmalarla süslenmiş başka bir kapı daha buluyorum. bu yolculukta bir başkasını daha buldum; binlerce yıl sonra ilk kez açıldığında gördüklerim, ayaklarımı yerden kesiyor. sonsuz zamanın içinde doğru olan zaman dilimini sen seç, ben seni orada bekliyorum.*

    16 temmuz, roussillon, fransa
  • yıllardır almıyorum mektup. insan özler miymiş mektup almayı, tanıdıklardan gelen el yazısı samimiyetini? özlüyormuş. e-posta aldım diye havalara uçtuğum günlerin üzerinden o kadar da geçmedi aslında. vay amk. zaman hızlı. belki ışıktan bile.

    sonra mektup deyince hep aklıma gelen bi'şi vardır. efem yıllardan bir vakit uzun süre evden ırak kaldığım zamanlardan biri. normalde çok aile, arkadaş, sevgili, sıla özlemi çeken insan değilimdir ama sanıyorum kötü bir dönem geçirdiğimden oldukça duygusallaşmışımtım. bu arada erkeğin duygusalım, duygusallaştım demesi çok komik bence. sakallı, bıyıklı adamın gözleri dolu dolu falan, bi'şi diyorsun kırılıyor. eheh. komik yani. dağılmayayım. bu sebepsiz ruhsal sıkıntımın tezahürü inanılmaz bir aile, sevgili ve yurt özlemi olarak döndü bana. resmen saat sayıyorum dönmek için. aksi gibi bu buhranlı dönem doğum günümü de kapsadı. insan bu tip günlerde sıkıntısını daha belirgin hisseder ya, resmen dağıldım yani. lakin bu can sıkıcı halet-i ruhiye bir kaç arkadaşımın hazırladığı bir doğum günü sürpriz kutlaması ile dağılayazdı. nasıl anlatabilirim bilemiyorum ama acayip sevindim lan. gerçekten tasvir edebilmem mümkün değil hala. mutluluğum aldığım bir paket ve bir zarf ile perçinlendi; annem istanbul'dan bana bir doğum günü hediyesi ile bir mektup göndermişti. lan mutluluk, özlem, şaşkınlık; bir sürü duyguyu aynı anda yaşadım. dallas'a, yalan rüzgarına döndüm resmen. annemin mektubunu insanların içinde açmaya cesaret edemedim. biliyordum çünkü, ağlardım. ağlamaktan zaten haz etmem, üstüne bir de erkek egemen bir alanda ağlayarak bayram bebesi muamelesi göremezdim. annemden gelen paketi açmadım, mektubu da akşam odamda okumak üzere cebime koydum. gün boyu düşmedi elimden mektup diyemem belki ama aklım hep açıp okumaktaydı. sabrettim ama, her şeyin bir zamanı vardı.

    yorucu bir iş gününü daha bitirdim o gün. yemeğimi yedim. odama geçtim. ışığı söndürdüm, yatağımın yanındaki gece lambalarını açtım. ağlayacağım çünkü eminim ama olur da biri kapıya çullanırsa basılmaktan korkuyorum. önce annemin gönderdiği hediye paketini açtım. annem bir gömlek, bir tane mavi kot pantolon göndermişti bana. bu hediyeye o kafayla ne anlamlar yükledim ben bile şaşırırım bazen. sonra gün boyu beklediğim o an geldi, zarfı aldım, yavaşça yırttım, zifiri karanlıkta ışığa yaklaştırdım. ne yazmış olursa olsun, kafamda kurduğumdan çok daha güzeldi, emindim. sonra okumaya başladım. kısa bir mektuptu zaten;

    "oğlum,

    pantolon dar gelirse gelen biriyle gönder, değiştirelim.

    annen"

    resmen kahkaha attım. sesli güldüm. yataktan, pencereden düştüm. hiç bir şey sandığım kadar ciddi değildi çünkü. her şey olacağına bir şekilde varırdı. hayat kendini anlamsız şeylerle üzmek için çok kısaydı. yaşadığın hayatı kendi seçimlerin belirlerdi. üzülüyorsan yapmayacaksın, her şey bu kadar basitti. annem bana bunları, 3 satırla öğretmişti.
  • üşenmedim, yazılanların hepsini okudum, izlenimimi aktarıyorum. mektup öyle bir büyülü araçtır ki, günlük hayatında süzme bir öküz olsan dahi kağıdı kalemi aldığında kralsın, edebi metinler hocasısın, kafkasın. başka başka, geçmişe özlem duyma, devrik, üç noktalı biten cümleler filan....

    ilkin nostalji konusuna girelim. şu kısa hayatımda, 'aah aah nerede o eski aşklar...' diyen çok insan gördüm, lakin 'nerede o bahçeye sıçıp üzerine mum diktiğimiz günler; şimdi allahın belası gelişmiş kanalizasyon sistemleri var, sikindirik alafranga tuvaletler var...' diyen birini görmedim. beyin, geçmişi hatırlarken kötü taraflarını törpülemeye odaklı çalıştığından kaynaklanıyor bütün bunlar. (zira gelmiş geçmiş en büyük aşk romanlarından anna karenina'da -1870lerde geçer-, 'nerede o yüzyılın başlarındaki büyük aşklar, azizim...' cümlesine rastlar gülümsersiniz.)
    şimdi kavramları oturtalım, meramım şu; günlük hayatta telefon, mail kullanırsın çünkü amaç haberleşmektir. mektup ise değişen zamanda 'etraflı bir duygu/düşünce iletimi' rolü üstlenmiştir. sene 2009 olmuş, artık mektupla haberleşilmez bahçeye sıçılmayacağı gibi.

    ikincisi kişisel. elimde bir yığın mektup var ve bir tanesi hariç hepsi kendi yazdıklarım. bir kısmını muhatapıma kızdığım için yollamamışım, birkaçını denk gelmediği için ve aslında çoğunu da birine yazdığım halde yollamamak için yazdığımdan ötürü koymuşum kenara. bu vermediklerime bakıyorum (son 6 aydan daha eski olanları kastediyorum), edebi değer filan yok -birkaç parlak cümle var gerisini salla-, duygu var bol bol. işin kötüsü, orada canhıraş şekilde aşkını itiraf eden, ölen biten, kendini parçalayan adamı (böyle şeyler yok tabii, latife yapıyorum) sen okusan ne hissedeceksen ben de hemen hemen öyle hissediyorum. vah yazık oğluma diyorum, ama oradaki duyguların bende bir karşılığı yok. yaşanmış bitmiş saygısızca misali. sanki 14 yaşımdan direkt şimdiki yaşım olan 32 ye atlamışım, o olaylar da hiç yaşanmamış. (mektuplardaki duyguların bana çok yabancı gelmesi durumu, belki de aradan yeterince uzun zaman geçmediği için -yeterinceden kasıt 5 sene kadar- olabilir.)

    gece gece birden bunalıma girdim, muhataplar için de bu kadar anlamsız mıdır acaba o mektuplar, diye. teselliyi ise, 'kendi yazdıklarımı objektif olarak değerlendiremediğim' sonucuna erişerek buldum.

    mektupları morfolojik olarak incelerken elimin titremesinden hangi geceler sarhoş sarhoş yazı yazdığımı, hangi günler hızlıca, doğaçlama, hangi günler sakince düşünerek yazdığımı şaşarak fark ediyorum.
    ilginçtir, mektup başlığında bile konu dönüp parmak uçlarımı hissediyor musun alpere takılıyor. mektup, ıssız bir şey zaten.
  • kimi zaman mutluluk, kimi zaman hüzün, neşe ya da keder getiren şeyler. ama mutlaka bir duyguyla okunuyor mektuplar. kağıda yazılması şart değil hem bence. mektup duygusuyla yazılması önemli, kağıt olsa, el yazısı olsa elbette çok daha güzel olur.

    üstünde düşünmüştüm bir zamanlar ve şey demiştim;

    "şanslıyız çünkü arkamızda sığınacağımız yazılı bir tarih var
    her mektup biraz kendisini taşıyan postacı kokar"

    mektup yazmaktan vazgeçmemeliyiz, mektup yazan insanlar güzel insanlar.
  • mektup, tüm diğer iletişim araçlarını solda sıfır bırakan, son derece kişisel, yaratıcılığa son derece açık bir iletişim aracıdır. mektup bir zemindir. söylemek istediklerinizi ve hatta istemediklerinizi anlatmak için bir alandır. mesela, önce yazıp sonra üzerini tek bir çizgiyle çizerek bir cümle için "bunu söyleyemem,söyleyemiyorum, ama söylemem lazım, anla artık" cümlesini ima edebilirsiniz.
    mektup nasıl bir zemindir? gerçekten bir zemindir, öyle ki, onu son derece sıcak ve içten bir hale de getirebilirsiniz, kendisine bürokratik bir yazışma süsü de verebilirsiniz.
    mesela çok özel bir dostunuz için kağıtları suluboyayla gece mavisinden beyaza doğru açılan bir dalga şeklinde boyayıp üzerine (hatta gümüş renkli kalemlerle) yazabilir, kağıdın kenarına ne bileyim küçük bir deniz kabuğu yapıştırabilirsiniz. çizebilirsiniz mesela, ille de sözle söylenmeyecek olanı. dalga geçebilirsiniz, mektubu bir parça tuvalet kağıdına yazarak; ya da upuzun ve gepgeniş bir ambalaj kağıdına yazıp okuyana işkence çektirebilirsiniz. mektuba parfümünüzden sıkabilirsiniz, ya da içine küçük bir şey atabilirsiniz zarfı kapatmadan. yazdığınız kağıdı buruşturabilir, ucunu yakabilir veya kurdeleyle bağlayabilirsiniz. söylemekten çok daha fazlasıdı rmektup; zahmettir; özendir..
  • eskiden cevap yazmaya tenezzul etmedigim mektuplari $imdi cok ozluyorum. her gun posta kutuma bakiyorum ama bi kere kirdim kalbini. gururuna hak veriyorum. ve hala cok uzgunum.
  • el yazısı ile yazmanın verdiği keyif...yazarken parmakların titremesi ile farkında olmadan mektuba katılan düşünceler...e-mail vs teknolojik iletişim araçlarındaki soğuk havanın yerini alan sıcak kağıt...
  • dinlenesi bir zulfu livaneli $arkisi.
hesabın var mı? giriş yap