• 20 yaşımdayken adnan ötüken halk kütüphanesini keşfetmemle birlikte edebiyata doğru ilk adımı atmış olduğumu da bugünden baktığımda görebiliyorum. tam bir mamak'lı olarak, üzerimdeki varoş tutukluğundan kurtulmaya çalışıyordum o sıralar; ciddiye aldığım her hocam, her insan, bana kitap okumamı salık veriyordu. 16 yaşımda başladığım ve 19 yaşımda sona eren bağlama kursu serüvenim ise bana şunu öğretmişti: meselenin uzmanını dinlemek, ödevleri de harfiyen yerine getirmek, insanı başarıya ulaştırırdı. gerçekten de bağlama kursundayken hocamla hiç savaşmamıştım, anlamsız gelen çoğu şeyi bile emir almış bir asker gibi yerine getirmiştim. sonunda, ilk bakışta çalınması imkânsız gibi duran parçaları dahi kendi kendime çıkartabildiğim bir noktaya ulaşmıştım. özetle, heriflerin bildiği bir şey var, kitap okuyayım, bir de onu deneyeyim şu varoş tutukluğunu üzerimden atmak için kararına varmam sonucunda keşfetmiştim adnan ötüken halk kütüphanesini. ilk mükemmel tanışma, orhan kemal'in avare yıllar adlı eseriyle gerçekleşmişti. edebiyat nedir, niye vardır, kitap okuyanların bildikleri ve bırakamadıkları o gizemli tat nasıl bir şey gibi soruların ilk kıvılcımını bahşetmişti bana avare yıllar. sondaki takıların geri verilme bölümü ve yeni çiftin, insanı insanlığından utandıran nahoşluğa alt olmamaları gözlerimi doldurmuştu. sonra, her zaman olmasa da bazı kitaplardan buna benzer tatlar almaya başlamıştım ve geride kalan 10 yılı gözden geçirdiğimde, söz konusu kitapların "edebiyat zevki" dediğimiz şeye tekabül ettiklerini not düşmeliyim.

    çocukluktan beri dünyadaki ve toplumsal hayattaki vahşilik karşısında şaşıran birisi olarak, naifliğin ve sıcaklığın her tonunun hissedildiği eserler çekti beni kendisine. onca yoksulluk varken'i okuduğumda, dünyadaki bütün insanların işlerini güçlerini bırakıp bu kitabı okumalarını söyleme isteğiyle dolmuştum örneğin. john fante'nin toza sor'u ya da erlend loe'nin naif. süper'i, carson mcculers'in yalnız bir avcıdır yürek'i, melville'in kâtip bartleby'si ve benzerleri; hepsinde bir sıcaklığın, çocuksuluğun ve naifliğin hissedildiği bu mükemmel eserleri okuduğumda, arzusuyla tutuşmaya başladığım şey, insanda böyle bir tat yaratacak romanlardan birisini yazabilmek, yaratabilmekti. müzikteki karşılığı, pink floyd'un, green is the colour şarkısıydı diyebilirim o kitapların ve bir tane de olsa, bütün bir ömrü adamam da gerekse, böyle bir eseri yaratmaktan başka bir şeyi düşünemeyecek noktaya varmıştım sonunda.

    richard brautigan ise, ilk gençliğim ve sonraki yıllarımla olmasa da çocukluğumdaki kırılgan yapımla en çok bağdaştırdığım, kendimi en yakın hissettiğim heriflerin başını çekiyordu. bütün kitaplarını okumuştum ve en çok yani rüzgâr her şey alıp götürmeyecek adlı eserine tav olmuştum. bunu ben yazmalıydım demediğim tek bir kitabı olmayan bu adam beni her seferinde etkilemeyi başarmış bir yazardı. babil'i düşlemek adlı eserini açın ve sadece birkaç sayfa okuyun, belki de edebiyat tarihindeki en güzel, en komik, en hüzünlü benzetmeleri görün böylece. adam inanılmazdı özetle.

    sonuç itibariyle, geldiğim noktada, yaklaşık yedi yüz kez üzerinden geçtiğim, basıldıktan sonra da on beş - yirmi kez okuduğum bir kitap yazmayı başardım. o tadı yakalayabildim mi? bilmiyorum. tevazudan da hoşlanmam, yani gerçekten bilmiyorum. öte yandan, teknik aksaklıklar, üslup hataları gibi acemilikleri de basıldıktan sonraki tekrar okumalarda görebildim. ancak bütüne baktığımda, sanki oldu lan diyebiliyorum. yarın, askere gideceğim ve altı ay başka bir dünyanın içerisine dalmış olacağım, gitmeden önce bir şey bırakmak acelesinin olumsuz etkilerine rağmen içime sinen bir roman oldu bu. geçen gün de kardeşim ekşi uygulamasından profilime baktığında üç yüzün üzerinde takipçim olduğunun haberini verdi. adamsanız/madamsanız yüce kitabımı* alır da okursunuz diyerek bir top atışında bulunmak istiyorum yani. döndüğümde ilk baskı bitmiş olsun çocuklar tarzında bir öğretmen tribine göz kırpma fırsatını da kaçırmak istemiyorum. birçok şeyi bombaladım, en çok kendimle taşak geçtim, yani götümü açmaktan korkmadım. o hüzünlü ilk adımı güzel attığıma inanıyorum.

    şimdi, kitabın adı ve içeriğiyle ilgili olarak kaleme aldığım şu açıklamayı buraya kopyalayıp kışlaya doğru ilerliyorum, esen kalın çocuklar.

    https://youtu.be/4xewngfzaa8

    ***

    richard brautigan, yani rüzgâr her şeyi alıp götürmeyecek derken bir umuttan, mutluluktan değil, hüsrandan söz ediyordu. o, rüzgârın her şeyi olmasa da kimi şeyleri alıp götürmesini dilerdi. geçmişten bugüne uzanan zehirli bir çiçek gibi kökleşmiş pişmanlıkları vardı; kurşun yerine hamburger alsaydı daha az karanlık olurdu sanki her şey. çürümenin henüz bütün kılcal damarlara sirayet etmediği o eski yıllarda, insanların, dokunaklı bir tavırla, rüzgârdan beklentileri de yüksekti ve belki de rüzgâr, trajedileri süpürebilirdi. brautigan, o kutlu metninde, böyle bir şeyin asla olmayacağını ortaya koymuş ve konuyu kapatmıştı.

    peki bugün?

    bugün, acısını duyduğumuz çürüme koşullarında daha başka bir gerçeklik var: rüzgâr her şeyi alıp götürüyor. her şey buharlaşıyor ve kütlesi olan bir şeye sahip olmak ancak çürümeye direnmekle mümkün oluyor. geldiğimiz noktada, rüzgârın alıp götürmeye kalktığı en küçük parçayı bile ona kaptırmamak ciddi bir kazanım anlamına geliyor.

    bugün, düşsel olan, rüzgârın her şeyi alıp götüremediği yerde başlıyor.

    ***
  • değerli dostum ve sözlük yazarlarından (bira icelim) evren demiryürek’in nika yayınevi’nden çıkmış olan ilk romanı. (bkz: richard brautigan) (bkz: yani rüzgar her şeyi alıp götürmeyecek)

    buyrunuz, ilgili haber: https://www.birgun.net/…-alip-goturmedi-224830.html

    “…varoluşçuluk, ona rağmen sıkılan ilk kurşunun bir çocuğun kalbine isabet ettiği
    gün öldü.” ya da “kusursuzca dans eden insanlar, kusursuzca delirmişler gibi gelir bana.” ya da “ölümü, hayata hakkını vererek kırbaçlıyordu.”
    şeklinde aforizmaların bulunduğu kitap şu cümleyle başlıyor: “arkasında duracağı fikirleri olmayan, bu nedenle çareyi ya lafı dolaştırmakta ya da herkesçe kabul gören düşüncelerin neferliğini yürütmekte arayan ve anlaşılacağı üzere, bir konuda net tavır takınmaktan ölesiye korkan insandan daha sefil bir canlı olabilir mi?”

    değer yoksunluğunu ve konumsuzluğu bayraklaştıran bir savrulmanın (buna postmodernizm diyenler var) mahkum sandalyesine oturtulduğu, öznelikten istifa etmeyi iş edinip bir de bunu ve acısını, sefilliğini pazarlamayı marifet sayan/sanan arabesk tavrın kurşunlandığı, hâkim ve de mevcut feminitedeki (buna feminizm diyenler var) pek çok tutarsızlığın ve anlamsızlığın teşhir edildiği, ortak acımız ve sorunumuz olan kezbanite kurumunun alaşağı edildiği, temel motivasyonu ve karakteri kastrasyon kompleksi olan aciz ve de ergenik hırtlığın tokatlandığı, hazcılığın pençelerinde yok olmaksızın varoluşçuluğun ölümünün vâzedildiği, kadın-erkek ilişkisine dair gayet devrimci çıkışların gerçekleştirildiği ve de tüm bunların özgürleşmeye ve ahlâki konumlanışlara dair gerçekleştirilen tartışmalar dolayısıyla sunulduğu bu kitapta mizahın asla ve asla esirgenmemiş olmasını özellikle belirtmek istiyorum.

    evet, gerçekten de rüzgar her şeyi alıp götürmüyor, istesek de. bu durum ulus baker'in "hüzün geriye kalandır" cümlesini anımsatıyor insana ama bir de tam olarak bu kitabın sonunda çıkmış olması gibi güzel ve gurur verici hadiseler de var rüzgarın alıp götürmediği, götüremediği, götüremeyecek olduğu. insanın özüne ve haysiyetine yakışmayan korunaklı sığınaklardan çıkıp güvenli limanları terk etmek için gerekçelerimiz var. ama nasıl ki özgürlük aslen korkutucu ve dolayısıyla acı verici bir deneyimse, bunu yapmak da insanın kendisiyle, koşullarıyla, hayatla girdiği gerilimli bir ilişkiyi beraberinde getiriyor. buyrunuz:

    “şöyle bir çevrene bak, ilke, herkes bir an önce yeşerdiği ağaçtan kopup yaşamın içine atlamak istiyor, daha doğrusu, birileri tarafından böyle bir seçim yapmaya itiliyorlar. toyca bir refleksle hareket ettiklerinden, düştükleri yere biçim verme imkânını bütünüyle ortadan kaldırıp o yerin biçimini almak zorunda kalarak hayatlarına devam etmenin cehenneminde alıyorlar soluklarını. bir vakaya intihar diyebilmemiz için illa somut bir ölüm mü gerçekleşmeli? nereye gittiğini bilmediğin bir trene herkes atlıyor diye atlamak da bir intihar değil midir? insanlar, aslında çoğu zaman güle oynaya intihar etmiyorlar mı ve birçok yaşıtımız, şu an yaşıyor gözükseler de aslında intihar etmiş değiller mi?”

    ****

    “biz, şövalyece bir tutumun hüküm sürdüğü, onurun ve dürüstlüğün kırmızı çizgi olarak tartışmasızca ortaya konduğu koşullarda değil, çürümenin koşullarında bir savaş yürütüyoruz. çürümenin norm olduğu muharebe meydanında, dürüstlük sadece bir komedyanın konusu muamelesi görüyor. biz zaten beş – sıfır geride olduğumuz bir savaştayız ve kaybettiğimizde, en azından iyi vuruştuk gibi bir tesellinin, bizi alt edenler nezdinde bir karşılığı yok. benim kazanma hırsımın sebebi, elimizde bulunan ve bize çok fazla şey ifade eden kurşunların, savaştığımız düşmanları en fazla teğet geçen, onlara asla temas etmeyen kurşunlar olması. çürümenin sürdürücülerine, ‘yalancısınız, gasıpsınız, alçaksınız, hak etmediğiniz yerlerdesiniz!’ diye haykırmak, bize çok şey ifade eden bu korkunç günahları hepsinin tek tek yüzlerine vurmak, onları sadece eğlendirir. bu noktada, öyleyse oyunu kurallarına göre oynayalım diyemeyeceğimize göre, biz, kişisel ahlâka daha fazla sarılmak ama mutlaka kazanmak zorundayız sonucu doğmaktadır. çünkü dürüstçe savaşanın kazanamaması, onursuzluğun zaferi olacağına göre, yürüttüğümüz savaşı kendi cephemizin değil, düşman cephesinin yararına yürütmüş olma tuzağına düşeriz; eğer kazanamazsak. ‘bakın,’ diye gösterilenlerden birisi olmamız kaçınılmaz bu durumda. ‘bakın, herkes çalarken, o, ben hırsızlık yapmam dediği için şimdi bok çukurunda debeleniyor, onun gibi olmak istemiyorsanız siz de çalın!’ böyle bir savın örneği olmak demek, tüm savaşı düşman lehine yürütmenin de ötesinde, düşmanın cephanesine dönüşmek demektir. iyi vuruşmanın ötesine geçip kazanmak, işte bu yüzden bir mecburiyettir!”
  • cagimizin insanlarina yapilan muhtesem bir elestiri barindiran nefis bir kitap.

    "bugün, ülkemizdeki muhafazakar abluka göz önünde bulundurulduğunda, sadece içki içtiğimiz için bile öteki pozisyonunda hissediyoruz kendimizi. yani güçsüzmüşüz, güçlü olan başkalarıymış gibi. oysa adorno ne diyor? 'kendi yurdunda kendini yabancı hissetmek, entelektüel için ahlâkî sorumluluktur!' bunu bilmeyen ya da olaya hiç böyle yaklaşmamış insan, tezer özlü 'ye doğru savruluyor ve şunu söylüyor: 'burasi bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi ' dürüst olalim hangisi daha kolay? zaten öldürülmek istendiğinin bilinciyle meydan okuyarak yürümek mi yoksa kahretmeyi alışkanlık haline getirip düşmandan aman dilenmek mi? tabii ki 'vah bizi öldürmek istiyorlar ' demek daha kolay. bütün bir ömrü buna üzülerek, kahrederek geçirmek nefis bir konfor! sonuçta ne yapabilirsin ki, değil mi? bizi öldürmek ıstıyorlar ah kalbim... şu zavallı için kesenızde biraz merhamet kırıntısı varsa esirgemeyin onu ondan!"
  • "seni ayrı tutuyorum, büjgan, dedi ilke. `ancak, açık konuşmak gerekirse, türkiye feministlerine gereken tek şey ne biliyor musun? ortodoks marksizmin kırbacıyla, hem sabah hem akşam, yani düzenli bir biçimde kırbaçlanmak! bu, onları kendilerine getirir.`"

    "gökhan, evli olanıydı. onun evlenmesine sevinmiştim açıkçası, çok yakışıklıydı ve ne zaman yakışıklı bir adam evlense, bir basamak üste çıktığımı hissederim, çünkü ben değildim. bütünüyle bir mühendisti gökhan! üniversiteyi, kızların olmadığı sıralarda ve sayısal mantığın hüküm sürdüğü cehennem ortamında okumak, bunları tekinsiz kılar. neredeyse her mühendisin, bir gaflet ânında kız arkadaşına ya da karısına ahmakça şeyler yaptığına şahit olursunuz. şanssızsanız, mühendislere has kahredici şeyler, bazen sizi de bulur ve ben, o sabaha kadar şanslı bir insan olduğumu düşünüyordum."

    gibi kahkaha garantili enfes saplamalar barındıran,

    "bugün, ülkemizde muhafazakâr abluka göz önünde bulundurulduğunda, sadece içki içtiğimiz için bile öteki pozisyonunda hissediyoruz kendimizi. yani güçsüzmüşüz, güçlü olan başkalarıymış gibi. oysa adorno ne diyor? `kendi yurdunda kendini yabancı hissetmek, entelektüel için ahlâkî bir sorumluluktur!` bunu bilmeyen ya da olaya hiç böyle yaklaşmamış insan, tezer özlü'ye doğru savruluyor ve şunu söylüyor: `burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.` dürüst olalım, hangisi daha kolay? zaten öldürmek istendiğinin bilinciyle meydan okuyarak yürümek mi yoksa kahretmeyi alışkanlık haline getirip düşmandan aman dilenmek mi? tabii ki, vah bizi öldürmek istiyorlar demek daha kolay. bütün bir ömrü buna üzülerek, kahrederek geçirmek nefis bir konfor! sonuçta ne yapabilirsin ki, değil mi? <caps> bizi öldürmek istiyorlar, ah kalbim... şu zavallı için kesenizde biraz merhamet kırıntısı varsa esirgemeyin onu ondan </caps>"

    şeklinde bir bölümüyle de türkiye'den siktir olup gitmek başlığını şenlendirenlere bir mesaj sallamış, dostum bira icelim'in, beni gururlandıran kitabı. çünkü o düşüncelerin tek tek birikimini, sinidirilmesini, savunulacak kadar olgunlaşmasını birebir yaşamış bir insan olarak bundan gurur duymak dışında yapacağım bir şey yok.

    bir başlandığında bir günde bitirilebilecek durulukta ve fakat bir o kadar yoğun ve okuyanı kırbaçlayan düşünceleri barındırmakta. arkadaşımın kitabı olmasından tamamen bağımsız olarak bunu söylüyorum: kimlik siyaseti, feminizm, kadın-erkek ilişkileri hakkındaki zihni açan tartışmalarından nasiplenmek için mutlaka akıp okunması gereken bir kitap.

    edit: imla
  • fonda `green is the colour` dinlenerek okunması gereken(evet okunması gerektiği söylenen kitaplardan ben de bıktım) bir bira icelim ilk kitabı. hüzünlü fakat komik brautigan beylerin amerikasından fransa'ya, noir desir'e, belki de oradan iran'a, füruğ'ya, rüzgarın bir şeyleri götürüp götürmediğine dair olan bu konuşmaya evren demiryürek de pink floyd ezgileri gönderdiği mamak semalarından, ankara'dan katılıyor.
    kitapta, ilgi çekici olansa bana göre, yazarın kitapta kendi kendisiyle tartışması. zira, kitaplar genelde okuyucuya bilen taraf olarak bir üst kattan bakarlar, kendileri çoktan birtakım şeyleri deneyimlemiş ve siz orada da aval aval onun kitabını okurken onlar çoktan "hayatın sırrı"nı çözmüşlerdir. ama daha esaslı olan, yaşamaya devam ettikçe diyalektik olarak devam edecek olan değişimi öykülerin ipini elinde bulunduran insanın kendisinde de görebilmemiz. çünkü son zamanlarda, birinin yediği bokları sahiplendiğini görmemiz neredeyse çok nadir. gördüysek de emrah serbes batağında, ben kötü biriyim kızım'ın ötesine geçememiş mahalle delikanlılığı ve saf erkek çocuk hırslarıyla yoğrulmuş hikayeler. eninde sonunda fakirdik de yaptık be abi, hor görüldük de hor gördük vb. klişelerle kendi kendisini aklayan hikayeler size "evet ya, bana da çok haksızlık yapılmasa, ben de dünyanın en harika insanıyım. bu benim suçum değil" şeklinde rahatlamalardan ötesini vermeyecektir. benzer bir ilişki kurulduğunda, kitapta da bahsi geçen, her şeyi ataerki'ye bağlayan, sebebi ve sonucu yanlış okuyan, "erkeklerin kötü şöhretine talip olan" feminizmin eleştirisini de kitaptaki karakterlerin bira içerken ettiği sohbetlerin içerisinde bulmak mümkün. bu yönüyle de klişe olsa da hayatın içinden bir roman. test edildi ve onaylandı.
    --- spoiler ---
    bitirmeden önce birbirinin telefonunu kartıştırmalar, aldatmalar çağında bir ilişkinin en haklı, en yalın çıkışı olan şu alıntıyı da buraya iliştirmek isterim:
    "inanacaksın tabii! çünkü ne ben bir yalancıyım ne de sen bir sahtekara talim edecek kadar acizsin. birbirimize inanmak zorundayız, yoksa ölelim gitsin, daha iyi."
    --- spoiler ---
    ilk kitabıdır, fakat asla son olmayacaktır. dansına devam etsin!
    kaldırmayacağız!
  • ''arkasında duracağı fikirleri olmayan, bu nedenle çareyi lafı dolaştırmakta ya da herkesçe kabul edilmiş düşüncelerin neferliğini yürütmekte arayan insandan ve anlaşılacağı üzere, bir konuda net tavır takınmaktan ölesiye korkan insandan daha sefil bir canlı olabilir mi?

    öz saygıdan ve belli bir kütleden söz edilebilmesi için insanın durduğu bir yer ya da kendi inşa ettiği bir düşünsel zemin olması gerekmez mi? ''

    bu sarsıcı giriş cümlesini heyecanla okuduktan sonra kitabın kapağını kapatıp bir müddet bekledim. böyle bir giriş beklemiyordum. yazar, giriş cümlesiyle sadece düşünsel temelini değil, kendisini ifade edebilme ustalığını da kanıtlamıştı. sonra kitabın kapağını tekrar açarak okumaya devam ettim:

    ''dünyanın başka bir yerde olduğuna inanmıyor, bunu biliyordum''

    ''kaybeden, tutunamayan olarak ifade edilen kabın şeklini almak kolaycılıktı, insan onuruyla bağdaşmıyordu...'' ''bu nedenle, bir kaybeden ya da tutunamayan olmayı kati suretle reddetmekle kalmıyor, o tiksindirici sığınağa koşanlardan nefret ediyordum''

    ''düşlenen, hemen ileride, güneşin tam karşısında devasa bir yapı misali öylece duruyor; düşleyen ise birkaç adım daha atıp hedefe varmaktansa, o yapının gölgesinde konaklamakla sınırlandırıyordu kendisini; daha fazlasının hakkı olmadığını düşünüyordu.

    çok geçmeden, güneşini kapattığını zannettiği için düşlerini yıkmakta arıyordu çareyi, koca bir binayı tekmeleyerek devirmeye çalışmaya benziyordu olay.''

    ''kişisel uyanışın yöntemi iyice belirginleşiyordu: gülümsemeyi, en çok da kendimize gülümsemeyi öğrenmek, mizahı kucaklayarak yaşamak ve iddaialı sözleri, mizahı parantez içine almadan dile getirmek''

    ''her insana yalnız olmadığını hissettiren kimi mükemmel şahsiyetler vardır bu dünyada''

    ''ona baktığınızda, yalan söylediğiniz, hak yediğiniz, alçakça numaralara giriştiğiniz her andan utanıyordunuz. çünkü bir tane adam çıkmıştı ve 'böyle de yaşanır ve hatta asıl böyle yaşanır' diyordu''

    kendi gerçekliğini kenara koymaya cüret edemeyen o yaratıkla kavga ederken, toplumumuzdaki ve dünyadaki bir çok puta balyozuyla saldıran bu kitabı herkese önerdiğim bir noktadayız.
  • çünkü gücü yetmedi
hesabın var mı? giriş yap