• --- spoiler ---

    1
    filmin 68:16 ‘ ya kadar olan kısmı normal seyrinde giden bir sekans. barton kendisinden istenen b sınıfı güreş filminin senaryosunu yazmakta zorlanıyor. günlerdir yazabildiği sadece kısa bir paragraf. ertesi gün lipnick’e anlatması gereken bir şeylere ihtiyacı var ama ortada hiçbir şey yok ve kadından başka bir çare aklına gelmiyor. kadın otele geliyor ve sevişiyorlar , lavabonun karanlık deliğinden kanalizasyon dehlizi görüntüsü ekranı dolduruyor. evet bu perdenin kapandığını ve yeni perdenin açıldığını simgeliyor. düş başlıyor.
    barton’un 68:16 ‘da uyandığı sahne aslında görmeye başladığı rüyanın start noktası. birden her şey gerçeküstü bir duruma dönüşüyor: kadın ölüyor, bir türlü yakalanamayan sinek ölüyor, charlie kadını ortadan kaldırıyor, dedektifler geliyor, charlie bir seri katile dönüşüyor, barton kutudan ilham alarak bir gecede hikayeyi tamamlıyor. askerden dayak yiyor, sonra rüyanın ikinci kısmı başlıyor. yine yuvarlak bir karanlıktan içeri giriliyor ve sonrası yine hatırlanmıyor sadece rüyalarda olabilecek bir şekilde, bir durumdan bir duruma atlanıyor. barton odasına geliyor ve yakalanıyor, yakalanması, kelepçelenmesi, tamamen simgesel çünkü barton diğer yazarın fikir çalmasını suçladı ancak kendisi kadından yardım aldı ve suçlu pozisyonuna düştü. bu suçluluk duygusunu ortadan kaldırmak için kadını öldürdü rüyasında. sıcaktan charlie’nin geldiğini anlaması rüya sekansı başladığından beri normalin dışına çıkan diyalogların sadece bir tanesi. charlie’nin gözükmesiyle rüya gerçeküstülük düzeyini yükseltiyor. otel durup dururken yanmaya başlıyor. charlie’nin yahudi kimliğini sorgulayan dedektif ilk ölen oluyor ve ikincisini barton’un charlie’ye dediği ‘’ sana aklın hayatını göstereceğim’’ repliğiyle koşan charlie , manidar bir şekilde ‘’ heil hitler ’’ selamlamasıyla öldürüyor. barton rüyasında kadının ölümünü charlie’nin üstüne atarak suçluluk duygusundan kurtuluyor. barton’un o çok güvendiği ‘’sıradan adam’’ charlie olarak kendini gösteriyor ve onu sıkıştığı durumdan kurtarıyor. yazdığı senaryoyu askeri bir otoriteye dönüşen lipnick beğenmiyor ve barton’u kasabada yani rüyada kalmaya mahkum ediyor. rüyanın son kısmında bartona kartpostaldaki kız canlanarak ; kutunun içindekini ve kime ait olduğunu soruyor yani senaryoyu yazmasına sebeb olan kutuyu, fikrin kime ait olduğunu. barton bilmediğini söylüyor. olayın rüya olduğuna incilde yer alan nebuchandnezzar gönderme yapıyor ve izleyicilerden, tıpkı orda yazan gibi bu rüyanın yorumunun yapılması isteniyor.
    2
    olay tamamen sıradan insanı anladığını söyleyen ama kendini yazar olduğu için üstün bir yaratıcı gören barton fink’in sıradan bir insana dönüşmesi.
    charlie’nin, ‘’ sana hikayeler anlatabilirim’’ demesine karşın onu dinlemeyerek sıradan insanı anladığını söyleyen barton, ‘’belki de sana aklın hayatını anlatmalıyım’’ der. charlie ona kafaya sahibiz üstesinden geleceksin beni kullan der. kadının kafasını kutuya koyar ve barton’a verir. barton charlie’den esinlenerek bu kutu başında yazar senaryosunu. sokağa inmek, günlük acıları edebiyata sokmak tek amacı olan barton, aslında o acıyı bilmemektedir. otel cehennemdir evet ama o cehennemin kalıcı yolcusu charlie’dir. otel ve cehennem charlie’nin ta kendisidir. duvar kağıdı nasıl otelin gerçek halini gizliyorsa , charli de öyle gizlenir sigortacıyım diyerek. charlie bazen derisinden çıkmak istediğini söyler. barton o hayatların içinden geçen daktilolu bir turistten başka bir şey değildir. bir sahnede ‘’belki de aklımda tek bir fikir vardı’’ der ki gerçekten öyledir barton aynı öyküyü yazmıştır aynı şekilde aynı cümleyle sonuçlanan. charlie ona dedektifleri öldürdükten ve sürekli kamuflajı düşen cehennemin gerçek yüzünü göstermesinden sonra , bartona ‘’ tuzağa düşmüş insanlardan’’ ve onları anladığından bahseder. barton hala bir yaratıcı olduğunu, sıradan adama beyninin hizmet ettiğini iddia eder . oysa o a sınıfı bir filmdedir ve b sınıfı bir filmin senaryosunu bile yazamaz. lipnick devam eden savaşın içinde bir albay olur ve barton’un karşısına dikilir. barton’un yazarlığı aşağılanır, onun ayağını öpen adam ona hesap sorar.charlie yalnızlığı anladığını söyleyen ve ailesinden şikayet eden barton’un ailesini ortadan kaldırarak onu kendi durumuna düşürmüştür.
    barton artık bir yazar değil yazamayan, sıradan bir insandır.
    barton bir adamın sahip olabileceği her şeyin sığdığı o kutusuyla ( sahip olduğundan emin bile değildir çünkü charlie ona göstermek istemiştir ki; sıradan insanların sahip oldukları kimindir bilinmez. ayrıca charlie o kutu benim değil derken, barton’un artık sıradan biri olduğunu vurgulamıştır.) dışarıdan baktığı, manzaranın içine girer kartpostala yani hayata.
    --- spoiler ---
  • filmin anlattigiyla ilgili en doyurucu aciklama -roger ebert'in yazisinda okudum ben- filmin siradan insan icin fasizmin cekiciligiyle ilgili oldugudur.

    soyle ki...
    diye aciklamaya gecmeden evvel belirteyim; bir roportajlarinda coenlere filmi boyle aciklayan yorumlar oldugu soylendiginde, coenler her zamanki ketum tavirlariyla (kendi filmleri hakkinda hic konusmuyor orospu cocuklari) "insanlarin her seyi bir kod gibi algilamasi gercekten komik!" demisler.

    soyle ki, filmde barton ikinci dunya savasi yillarindaki entellektuelleri temsil ediyor. john goodman ise siradan, sokaktaki insani. barton durmadan sokaktaki insani tanidigini ve onlari anlatmaya ugrastigini soyluyor, lakin kapi komsunun bile nasil bir insan oldugunu bilmiyor ve onun yerine daktilosuna bakmayi tercih ediyor. john goodman ile aralarinda gecen bir diyalogta goodman'a "life of a mind"i kagida dokmeye ugrastigini soyluyor. bunu yaparken ote yandan "iktidar" ile ozdeslestirebilecegimiz yapimci karakter icun bir gures filmi senaryosu, yani goodman'in pek sevdigi bir film turunun senaryosunu yazmaya ugrasiyor ve fakat bunda pek basarili olamiyor. (filmin sonunda yapimcinin asker uniformasiyla cikmasi bu iktidar imasi konusunda pek manidar bir mesaj veriyor; fink bir sanatci olarak iktidar tarafindan kullaniliyor, halki uyutma amaciyla hem de). finalde john goodman'in koridorda kosarken "i'll show you the life of a mind!" seklinde bagirip cagirmasi da bu anlamda barton'un "common man-siradan insanlar" hakkinda hicbir sey bilmedigine isaret ediyor. siradan insanin icinde, cahil kitlelerin icinde bir canavar yattigi ima ediliyor filmde. bu tur ayrintilardan yola cikarak filmin nazizmin yukselisine coenler acisindan bir yorum oldugu gozuyle bakabilir miyiz? nihayetinde nazizm siradan halk kitlelerinin canavarlasmasi degil miydi bir acidan bakildiginda?
    bilmiyorum, onu coenlere soracaksiniz...
  • yetenekli senaryo yazarı barton fink'in, işleri oldu bittiye getirmeye çalışan ve hatta filmde söylendiği üzere "okuma yazma bile bilmeyen" hollywood yapımcılarına karşı üstlendiği rolle, bir nevi don kişot hikayesi bu film.
    gerçekten de terleten ve geren bir havası var... filmi gerilim haline getiren şeylerden biri, çoğumuzun gerçek hayatta yaşadığı "son güne bırakılmış ödevi yetiştirememe korkusu" ve "ödevi yapmaya çalışmak yerine kafayı yorgana gömüp uyuma sendromu"'dur. audrey'in gelmesi ise bir anlık (ki gerçek hayatta da bu durumlarda son anda gelip, işlerin aslında o kadar da zor olmadığını söyleyen ve "yetiştiririz" diyerek yatıştırıcı olmayı başaran bi melek çıkagelir hep) rahatlama hissi oluşturur bünyelerde.
    filmde birçok paradoks da var kanımca. earle oteli'ne dair ilk izlenimimiz, yıllardır uğranmamış tozlu bir virane olduğudur; zaten resepsiyonda da bütün anahtarların asılı olduğunu görürüz. lakin sahiplerini hiç göremememize rağmen her odanın önünde (parlatılmak üzere bırakılmış) bir çift ayakkabı durur. filme hakim renklerde de genel bir zıtlık var. (bembeyaz giyinmiş zenci garsonlardan tutun da, oteldeki renk kontrastına kadar).
    barton'ın film boyunca bel bağladığı güzel kadın destekli deniz manzarasının, ölüp suya düşüveren zavallı bir kuşla tamamlanması bile, filmin nasıl büyük hayalkırıklıkları üzerine kurulu olduğunu anlatmaya yeter.
    sinema diline ait birçok sembolün kullanımının yanı sıra; hollywood'un kapalı kapıları ardında dönen gudik işler, sevilen sayılan roman yazarlarının gerçek hayatları ve hatta bu adamların romanlarının "gerçek" yazarları, maddiyat yüzünden piyasaya hizmet eden zavallı senaristler ve yitip giden yetenekler gibi pek çok konuya çok başarılı biçimde değinilmiştir. ayrıca "the events, characters, and firms depicted in this photoplay are fictitious. any similarity to actual persons, living or dead, or to actual events or firms is purely coincidental" geyiklerine inanmamızın beklenmesi söz konusu bile olamaz.
    belki kişisel hayranlığımdan kaynaklanıyor olabilir fakat; filmin en güzel ayrıntılarının yine steve buscemili planlarda yattığını düşünmekteyim. (titreyen zili susturması gibi)

    ve son olarak; eğer hollywood sahra çölüyse, barton fink bu çölde buzlu su satamayan yazardır.
  • tehlikeli aklın itirafları

    joel ve ethan coen, barton fink'in senaryosunu miller kavşağının senaryosunu yazarken, tıkandıkları bir zamanda verdikleri üç haftalık arada yazımışlar. biz izleyicilere de iyi ki tıkanmışlar da böyle bir görsel şöleni bizlere sunmuşlar demekten başka bir şey kalmıyor.
    coen biraderler'in yaptıkları butun filmlerde aslında buyuk bir farklılık olduğu gibi büyük bir aynılık da var. filmlerini izlemeye başlamadan önce ne ile karşılaşacağınızın bilincindesinizdir her daim. coen biradelerin yönettiği bir filmi izlemek aynı olanın farklılığını görebilmektir. derin bir sessizlikte hiç bir hareketlilik olmasa, görüntü sabit olsa bile asla sıkılmassınız. her an ne olacak acaba diye gerilir biraz sonra sizi bekleyecek olan sürprizin sizi şaşırtmayacağına kendinizi inandırır fakat her defasında gördüğünüz sahne karsısında şaşırmakla kalmaz; o sahneyi yapanları sizi duymayacaklarını bildiğiniz halde ayağa kalkıp alkışlamak istersiniz. barton fink, hollywood'un altın çağına göndermelerde bulunan, bir yazarın, yazamama durumunu çok farklı bir yönden ele alan "barut fıçısı" gibi bir film.

    ilk başlarda new york'da başarının ne ile kıyaslanabileceğinin farkında olan barton fink, başarılı bir oyunun ardından aldığı iyi eleştirileri kabul etmeyerek şöyle der ''bir oyunumun iyi niteliğine ulaşması benim, içimden gelen bir sesle belirlenir. eğer içimde bunun kendimce iyi bir oyun olduğunu düşünürsem o zaman iyi bir oyundur." başarılı bir yazardır o dönemde barton fakat daha fazla kazanmak; başarılı olduğunu başkalarına da ispatlamak istemesi, insanoğlunun varoluşundan bu yana süre gelen aç gözlülüğü, çevresindekilerin de etkisiyle onu sarar. fakat barton hollywood için yazamaz çünkü o halk için yazan basit bir yazardır. ve bağımsız. a sınıfına giren bir yazardan b sınıfı bir şey yazmasını istemek o yazara edilmiş en buyuk haksızlıktır. fink yazmaya başlar ancak bir türlü senaryonun anahatlarını oluşturamaz. çünkü başkasının emrine girmiştir. özgür değildir. belli bir kalıba sokulmuştur. bir yazar için en kötü şeylerden birisidir bu: özgürlüğünün elinden alınması. coen biraderler burda yapmak istediklerini çok iyi başarıyor ve hollywood'un düşüncesiz para kaygılı halini çok anlamlı bir şekilde taşlıyor. para kazanacaksam ayağının altını bile öperim, düzenbaz olmassam bu işte başarılı olamam!
    coen biraderler'in karakter yaratmadaki ustalığını bu filmle bir kez daha görüyoruz. chet (steve buscemi) herkesi sıradan goren herkese aynı davranan bir çalışanın betimlemesini kusursuzca ortaya seriyor. ilk başta fink oda tutmaya geldiğinde soylediği şeyleri, herkese aynı şekilde soyleyen yapmacık edalarıyla oyunculuğuna hayran bırakır nitelikte. egemen güç tarafından üzerine giydirilen şaklaban giysisi kesinlikle biraderlerin egemen sisteme sitemidir. aslında filmin alt metninde soylenen de budur. egemen sisteme başkaldırıdır bu film. sinema endüstrisini elinde bulunduran hollywood'a kartını yere atan dedektiflere bir sitemdir. butun kendini bir şey sananlara başkalarını dinlemeyenlere koca bir sitemdir.
    filmin ortalarına kadar sıradan bir yazarmış gibi izliyoruz barton'u hiç bir şey olmayacak gibi. fakat bir sivrisineğin görmemizi sağladığı şeylerle işte coen biraderler'in tuzağına yine düşüyoruz. içimizden katil kim diye soru sorarken kendimize katilin kapı komsumuz olduğunu oğrenerek aslında hayatta hiç kimseyi gerçekten tanıyamayacağımızı öğreniyoruz. john turturro ve john goodman bu filmde oynamasaydı belki de bu kadar etkileyici olamazdı bu film. her zaman ki gibi müthişlerdi.

    itinayla bezenmiş sahnelerle heyecandan terleten; steve buscemi kadar güzel bir film barton fink.
  • otel aslında cehennemdir. dikkat edilirse sık sık 666 sayısı telaffuz edilir. inanılmaz derecede sıcaktır ve steve buscemi her seferinde yerin yedi kat altından gelip küçük bi kapıdan çıkar ortaya. yoksa hollywood mudur cehennem olan orasından emin değilim
  • coenlerin sinema sanayisine daha doğrusu hollywooda karşı duydukları tepkiyi, onu hor görüşlerini ve küçümseyişlerini, bu sanayinin üretken yeteneklerinin nasıl acımasızca harcayışını affetmeyen bir hicivci kimliğiyle açık bir şekilde yanıtlamaktadır.bir bakıma bu sanayiye olan günahlarından arınma şekli de diyebiliriz.

    film daha başıyla birlikte hollwoodun keskin soğuk atmosferini barton finkin daha yapımcının odasına girerken hissettirmesiyle başlıyor.kendini birden sanki içinden çıkılmaz bir durumun kurtarıcısıymış gibi davranan yapımcılar neredeyse altına uçan halı sarmaya kadar uzatsalar da bir yandan da büyük beklentiler içine girerek barton fink de yavaş yavaş başlayan bir yazamama duygusuna sebeb oluyor.

    otele girişi ve yaratılan puslu hava artık barton finkin geri dönüşü olmayan bir yola girdiği imgesini yaratmakta,dikkat edilirse resepsiyon gerisindeki anahtarların neredeyse hepsinin asılı durması bütün otelinin barton fink için ayrılmış olduğu izlenimine kapılmamıza yol açmaktadır.

    barton finkin gittikçe sefilleşen, acınası hali ve karikatürümsü yanları, acıma duygularımızı körükler.en başta onun bizzat kendisinin kurbanı olduğunu düsünmeden edemeyiz.

    film boyunca değişik kadrajlar kullanılarak gözümüzün içinde kadar soktukları su perisi tablosu otele yerleştiğinden beri tek çıkış noktası, düşler dünyasına açılan tek pencere gibidir.

    film bittiği gibi izleyende ikinci kez izleme hissi uyandırıyor.çünkü neredeyse her sahnesi buram buram sembolizm kokar vaziyette sahneleri durdurup durdurup dur bakalım burada ne anlatmak istemişler desek sayfalarca yorum yazılabilir doğrusu
  • denizcilerle, sürekli gülen aptal amerikan kızlarının popeye havasını anımsatan dans sahnesi de ayrı bir enteresandır bu filmde. film boyunca bir koaladan bile daha az hareket eden barton bu sahnede dansıyla döktürür, film boyunca yaptığı toplam figürün üç katını bir dakikalık bu dansla yapar. sonlara doğru iyice ekspresyonizm cümbüşüne dönen bu filmde barton'ın o kasvetli otel odasında geçirdiği zihinsel sancılarından kurtulması ve rahatlaması motör bir sembolizmle çok güzel gösterilir bu dans sahnesinde. gerçi dans ettiği kızı isteyen (o dönemin amerikası gerçekten acaip..) denizciye "ben bir yazarım. eserimi bitirdim ve şimdi onu kutluyorum" diyerek karşı koyması ve ardından bu kör cahil denizciden yediği yumruk (tıpkı yine kör cahil olan hollywood yapımcısından finalde yediği ayar gibi) olayı özetliyor sanki. "art for art's sake" düşüncesine gönülden bağlı olarak sanat icre eden barton fink iş sıradan bir insanın sevebileceği daha hafif ve anlaşılır şeyler üretmeye gelince sıçıp batırıyor. her ne kadar o bunu çok geç idrak etse de.
  • barton fink sıradan insanın hayatını yazmak istemektedir. bunu yapabilmek için ise sıradan hayatın iyi bir gözlemcisi olmak gerekir en azından.oysa barton hemen yanıbaşındaki "kutu"yu açmaktan bile çekinmektedir.filmi izlerken delicesine bir merakla kutunun içerisinde ne olduğunu düşünürken biz, barton hiç istifini bozmadan ona sarılıp dinginliğin, güzelliğin, sıradışı mükemmelliğin, yani odasındaki resmin içinde yaşamayı tercih eder.bu genç yazarın ikilemidir.
  • the shining, adaptation ve hatta (üzgünüm maestro fellini ama) otto e mezzo bir kenara dursun... barton fink, writer's block üzerine yapılmış en iyi film. miller's crossing'e tercih ettiğim ve yüzümü asla kara çıkarmayan en iyi coen yapıtı kanaatimce... özelde yazıyla, genelde sanatın herhangi bir alanıyla bir parça olsun içli dışlı olanlar bilir: bela bir şeydir ilham meleğinin gelmesini beklemek. kabus ise o meleğin sizi sonsuza kadar terk ettiğinin ayırdında olmaktır. barton fink işte böyle bir karakter. son çare olarak üstat bellediği w p mayhew'e (faulkner/fitzgerald arası bir karakter) koştuğu anlar ise inancın yekün yitimi anlamına geliyor. zira o büyük yazar, gırtlağına kadar alkole boğulmuş, romanlarını aynı zamanda metresi olan sekreterine yazdıran bir adamdır. barton'un tutunacak hiçbir dalı kalmaz. yaratıcının ölümü işte tam da budur. artık yaratacak hiçbir şeyi olmamasıdır.
  • 1941, new yorklu entellektuel oyunyazari barton fink hollywooda wallace beery adli oyunu yazmak icin gelir ve earle hotelinde kalir bu sirada yan komsusuyla muhabbeti artar ve olaylar gelisir. cok siradan bir konu gibi gozukmesine ragmen filmi izleyen insan gruplari cikista iki ture ayriliyor bir grup filmi izledigi filmler arasinda liste baslarina koyuyor bir grupsa iki saati bosu bosuna gecirdigine yaniyor veya en azindan uyumaya vakit bulduk muhabbeti yapiyor. filmi degerli kilan etkenler ise gise hasilati, alinan oduller gibi klasik seyler degil daha dohgrusu filmin boyle basarilari yok( bu arada john turturro nun bence mukemmel performansi var), hollywood elestirmenlerinin gozundede film cok fazla yer bulmadi bile fakat her ne kadar hollywood cikisli olsa bile bagimsiz sinema severlerin gozunde barton fink daima en ust siralarda. coenlerin becerdikleri en iyi is, mukemmel bir sembolik anlatim, insana film izlerken dusundurmeyi basaran senaryo, elle tutulur oyuncu performanslari ve bence hollywoodun haketmedigi derecede guzel bir film bir bagimsiz sinema eseri olmaliydi bence
hesabın var mı? giriş yap