hesabın var mı? giriş yap

  • beni rahatsız etmiyor. özgürlük diye sokağa çıkıp sonra başörtülü görünce rahatsız olan insanları da hoş karşılamıyorum.

    cumhuriyetten beri bu insanları hor gördünüz. bu insanlarda tepkisel bir birikme yarattınız. şimdi de sizin yüzünüzden akp ile uğraşıyoruz. bu ülkeye bu iktidarı getiren biri varsa onlar sizin "anadolu çomarı" dediğiniz insanlar değil, sizin gibi laikliği bağnazlığa vardıranlardır.

    bir arkadaşım vardı. üniversitede başörtü olayları sırasında başörtülü kızlara arkadan yaklaşıp başörtüsünü çakmakla yakmak istediğini söylüyordu. böyle limon beyinliler var aranızda.

  • evde ezik ve tek başına yılbaşı geçirip sosyal medya'da anca foto like edenlerinin aklınca kafaya alma olayı yaptığı maduriyet.
    yok 120 liraya ne umdun ne buldun, yok bir zeki sen misin, yok zart yok zurt..
    arkadaşa bir fiyat karşılığı bir durum vaad edilmiş ve bu durumun lokasyonu hilton, bilet tedarikçisi biletix.iki bilinen kurumsal kurum.
    yani güvenmeyip ne yapacak?
    biri yok iq demiş biri yok eq demiş akıl satıyor.
    sizin gibi böyle her şeyi goygoya alıp hak hukuk arama reaksiyonu göstermekten aciz insanlara üzülüyorum.
    bak kozniku arkadaşımız da 95 yılında aynı şeyleri aynı yerde yaşamış. aradan 20 yıl geçmiş durum aynı.
    biri de çıkıp bu 20 yıl içerisinde bu durumu bizlere haberdar etseydi 20 yıldır insanlar da kandırılıyor olmayacaktı.
    bu tarz şeyler bu yüzden önemlidir.
    seneye muhtemelen önyargı oluşacak bu organizasyona ve kandırılma yaşanmayacak. çünkü artık haberdar olduk.
    hemen ben zekiyim böyle yan basmam hayatta diye havalara girmeyin.
    hayattır..yarın ne getirir bilinmez.
    hadi. öptm. kib. bye.

  • ismet badem bir basketbol maçinda seyircilerin arasina çikar
    ve bir kizla röportaja baslar.

    badem: sizin gibi güzel bayanlari salonlarda görmekten çok mutlu oluyorum. basketbola bu ilgi nereden?
    kiz: ben efes kizlarindan biriyim zaten.
    badem: aaa öyle mi çiplak degilsin ya taniyamadim.

    bu diyalogdan sonra anlatim masasinda olan murat murathanoglu kopmustur ve ekranlari basinda izleyen milyonlarin söylemek istediklerine tercüman olmustur.

    murathanoglu: ya ismet bi de sana bu is için para veriyorlar degil mi?

  • "10 yaşında filandım, bir çocuk markasının erkek reyonundan şort veya tişört aldı annem, daha doğrusu ben seçtim, o da itiraz etmedi. dünyalar benim oldu! içinde kendimi en rahat hissettiğim giysilerimdi. saçlarımı, amerikan tıraşı kestirince de kendimi çok beğenmiştim. o halimle bir akrabamızın düğününde kızlar tuvaletine girecektim, orada çalışan biri, “oraya giremezsin! erkeklere girmen gerekiyor” demişti de ne kadar mutlu olmuştum..." demiş oyuncu. hele o son cümleyi okuyunca içim cız etti. 10 yaşında dahi o çocuk kalbi bundan dolayı pır pır ediyorsa, kararına kulp takanlara bok yemek düşer.

  • öncelikle allah rahmet eylesin.

    ama ne kadar duayen gazeteci, ne kadar örnek gazeteciydi bilemem.
    zira 14 aralık 2004 g-mall yangını'nda yaptığı habercilik ile kendi kalitesini herkese ispatlamıştır.

    sinemada yangın çıkmış, insanlar içeride mahsur kalmış ve yoğun dumandan etkilenmişler.
    itfaiyeciler sinemada mahsur kalanları tahliye etmeye çalışırken rahmetli savaş abimiz olay yerine bir minibüs ile ulaşıyor ve ulaşır ulaşmaz minibüs içinden her yeri siyah boyalı olarak çıkıyor ve başlıyor kamera kaydetmeye...
    olaya şahit olan itfaiyeciler şaşkın zira adam minibüsün içinden çıkıp itfaiyecilere "içeride durum çok kötüydü tahliye neden gecikti" gibi sorular soruyor ve itfaiye amiri kendi işine bakmasını söyleyerek tersliyor abimizi.
    tabii rahmetli gidiyor bu sefer başka kimselere, içeriden çıkan insanlara, durum çok kötüydü ne hissediyorsun diye soruyor, birisi "aa savaş abi sen içerdemiydin ben görmedim" diyor.
    bunların hiçbiri yansımadı kameralara...
    ama yangın güvenliği ile ilgilenenler, itfaiyeciler kendisinin programını seyredince hemen anlıyorlar düzmeceyi...
    çünkü; sinemadaki yoğun dumana maruz kalmış herkesin ağız ve burun bölgeleri havadaki nem ile beraber nefes alıp verdikçe is yüzünden simsiyah olmuşken sadece savaş ay'ın ağız bölgesi bembeyaz ve yüzünün her yeri sıvama usulü simsiyahtı...

    bu olay ayyuka çıktı, savaş ay önce yalanladı, sonra itiraf etti.

    işte böyle bir haberciydi, olmadığı yerde varmış gibi davranarak insanlara düzmece şekilde haber ulaştıran...

  • fakir kaldın çünkü denemedin, risk almadın sürünüyorsun, işine mutluluktan zıplayarak gitmiyorsan hemen şimdi istifa et, sevdiğin işi yapmıyorsan hiç çalışma daha iyi (taş yiyebilirsin mesela, yeter ki sevmediğin işi yapıp kendini yorma) vs gibi yabancı kişisel gelişimcilerden alıp burada akıl vermeye çalışanlar kendilerini bu sözlerin çıktığı ülkelerde yaşadıklarını zannediyorlar veya sosyal medya koçu olup kolay para kazanma derdindeler. insanlar zaten mutsuz, çalışıp emeklerinin karşılığını alamıyorlar, ekonomide para pul olmuş şu durumda boyle akıl veren cümlelerin kimseye faydası yok hatta “acaba ben mi beceriksizim? yoksa ben yeteri kadar cesur olmadığım için mi para kazanamıyorum? korkusu işleyip insanları daha da mutsuz etmekten baska bir seye yaramaz.

    hakkaniyetin olduğu, küçük bir pozisyondan bile başladığın bir yerde ceo pozisyonuna gelebildiğin, küçük bir girişimde bile çok satabilecek bir pazara sahip bir ülkede olsan en azından işsizlik maaşıyla veya part time bir işle standartın altında( bizdeki standartlarla karıştırmayın, insani koşulların altı demiyorum) biraz yaşar ve denersin. risk almak tamamen karakterle alakalı bir davranış biçimidir ve her ülkede boyle insanlar vardır. cogu da istediği basarıları elde edip para kazandıktan sonra bile risk almaya devam ederler. yukarıdaki gibi bir ülkedeyse bu insanlar aptallık degil cesaret ornegi olurlar.

    ayrıca herkes iyi koşullarda yaşamayı hak etmek için risk almak, sıfırdan bir şeyler uretmek, cok super bir fikir bulmak zorunda degil. fakirlik hiçbir zaman kişinin kendisinden kaynaklanmaz, bu içinde yaşadığı ülkenin sorunudur.

  • geçmişte farklı yollara gitmeyi tercih etmiş aile üyelerinin ya da arkadaşların bir araya gelme hikayesi hem yazım hem de teknik olarak çok basit görünüyor aslında. çünkü kalıp hazır, çatışma hazır. ayrılık sebebini al, üzerine geçmiş travmaları ekle, bir tarafı kızgın bir tarafı umursamaz yap, iki saatlik filmin senaryosu yazılmış oluyor zaten. ancak bu durum kalıbı zor hale de getiriyor bir yerde. çünkü bu yazım mekaniği, aksiyon filmlerinden sert dramalara kadar her yerde kullanılıyor. yaygınlık meselesi de bizi şu noktaya getiriyor; senaryoyu yazan ve filmi yöneten insanlar ne kadar farklılık katabilecek?

    üretilen filmlerin birçoğu klişe denizinde yüzdüğü için bu sorunun cevabı da çoğunlukla olumlu olmuyor haliyle. ancak the royal tenenbaums’un ta en başından beri temel bir avantajı var. o da wes anderson’un kendisi. çünkü bu tür filmlerin diğer örneklerden sıyrılabilmesi için sıra dışı karakterlere ihtiyacı var. sıra dışılık dediğimizde sinema dünyasında tarzıyla akla gelen isimlerden biri wes anderson zaten.

    yönetmenimiz hakkında dikkat çeken noktalardan biri şu; kendisi özellikle kariyerinin ilk filmlerinde sosyal dışarılıklı insanları anlatıyor. ancak burada çok önemli bir farkı var. diğer yönetmenler filmlerinde bu tür insanları ele alırken onlara toplumun gözüyle bakarlar. hikaye boyunca normalin ne olduğu tekrar tekrar hatırlatılarak karakterin ne kadar farklı olduğu bize gösterilir. bu, türün en başarılı örneklerinde bile böyledir. çünkü filmin izleyici kitlesinin büyük çoğunluğu da sosyal dışarılıklı değil, kendileri gibi olmayan insanları dışlayan kişilerden oluşur.

    wes anderson filmlerinde ise dışlanan ana karakterin gözünden bakılır dünyaya. mesela rushmore’daki max fischer bu alanda güzel bir örnektir. ancak rushmore yönetmenin ikinci filmi olduğu için oradaki ana karakter görece yalnız kalıyordu. şimdi konuşacağımız the royal tenenbaums’da ise her karakterin kendine özgü farklılığı var. bu nedenle hem film teknik olarak zorlaşıyor hem de atmosfer genele yayıldığı için film kendisine ait muazzam bir evren yaratmış oluyor. şimdi spoiler ibaresini koyup filmin detaylarına doğru ilerleyelim.

    --- spoiler ---

    filmleri değerlendirirken yapılacak ilk şeylerden biri filmin konu aldığı döneme bakmaktır. mesela 50’lerin farklı bir estetiği, 60’ların değineceği belli konuları vardır. filmleri bu şekilde dönemlere ayırmak da onları diğer örneklerle karşılaştırma imkanı verir. the royal tenanbaums’ın hangi dönemi ele aldığını ilk bakışta anlamak ise kolay değil. çünkü karakterlerin bazıları 90’larda yaşıyormuş gibi görünüyor, bazılarının kostümleri 60’lardan ya da 80’lerden kalma gibi. bu durumun asıl nedeni richie, margot ve chas’ın kendi çocukluklarında takılı kaldığını göstermek tabi ama hikayeye değil sadece görsellere bakarsanız bu bir kafa karışıklığına yol açıyor. bu durum izleyiciye güzel bir düşünme pratiği de sağlıyor. üzerine biraz kafa yorduğunuzdaysa filmin tamamen kendi evrenini kurduğunu, gerçek hayattaki dönemleri de pek dikkate almadığını fark ediyorsunuz. bu nedenle wes anderson’ın burada kalıplar dışında hareket ettiğini söyleyebiliriz.

    tenenbaums’un bir diğer farklı noktası da standart inişli çıkışlı yazım kalıbına uymaması. bu kalıp nasıl işler? standart kullanımda ailesini terk eden insan geri dönmek istediğinde ilk 20 dakika falan reddedilir. daha sonra büyük bir olay olur ve kabul süreci başlar. (bu filmde royal’ın hastayım diye yalan söylemesi gibi) daha sonra ufak sahnelerle inişli çıkışlı yüzleşmeler yaşanır. ancak burada çıkıştan sonraki düşüş asla eskisi kadar değildir. mesela baba ve kızı arasındaki ilişki yazılan sahneden önce 55 olsun. mekanik devreye girdiğinde ilişki seviyesi 75’e çıkar ve ardından 65’e düşer. hadi film sertse 60 olsun ama asla 55 veya altına inmez. bu filmde ise bu iniş çıkışların böyle bir dengesi yok. hatta chas ve margot’nun kabul süreci standart kalıbın gidişatına bile uymuyor. bu nedenle inişler ve çıkışlar da iç içe geçmiş durumda. ayrıca bu yazım kuralında büyük yalan finalden hemen önce ortaya çıkar. bu filmin ise kalıplar umurunda olmadığı için royal’ın aslında hasta olmadığını neredeyse filmin ortasında öğreniyoruz. bu andan sonra senaryo yine her anda olduğu gibi serbest şekilde salınıma devam ediyor.

    wes anderson biraz önce konuştuğumuz gibi kalıplarla oynamayı seven bir yönetmen. mesela bu tür filmlerde hep bir ders verme havası vardır. ailesini terk eden adamın bunu neden yaptığı detaylı şekilde açıklanır ve alttan alta izleyiciye bakın siz böyle olmayın yoksa hayatınızın ileriki dönemlerinde bu karakter gibi yalnız kalırsınız diye ahlak dersi verilir. filmleri bu şekilde yapan insanların kötü bir niyeti olmayabilir ama çok kör göze parmak bir kullanım bu. tenenbaums’da ise royal’ın neden ailesini yalnız bıraktığına dair bir açıklama yok. film size royal şöyle kötü böyle kötü demiyor. etkilerini çocukların hayatında gösterip yargıya sizin ulaşmanızı istiyor. bu süreçte tıpkı ailenin çocukları gibi önce ona bencilliği ve ilgisizliği nedeniyle kızıyorsunuz, daha sonra çabasını görüp acaba mı diye düşünüyorsunuz. sonlara doğru da royal’ı kabullenmeye başlıyorsunuz. böylece film sizi de bir şekilde tenenbaum ailesine dahil etmiş oluyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak ortada kullanılmaktan suyu çıkmış bir kalıp olduğu doğru. ancak wes anderson ne yaparsa yapsın kendine göre yapan bir yönetmen olduğu için bu basit kalıptan bile çok farklı bir film çıkarmayı başarmış. o nedenle eğer bir aile filmi izleyeyim ama hem karakterler aşırı farklı olsun hem de öyle bir evren yaratılsın ki bu karakterlerin farklılıkları inandırıcılığa zarar vermesin diyorsanız bu filme tekrar bir göz atabilirsiniz.