hesabın var mı? giriş yap

  • ağlattınız beni be kardeşim,hem gecenin bir yarısı,hem sabahın bir başı...

    mustafa kemal bütün liderliği,kuruculuğu,devlet adamlığı,komutanlığı dışında neydi biliyor musunuz?

    yetimin ve garibin umuduydu,liyakati ile çalışanın hakkını bulmasıydı,kendisi gibi yetimlerin kollayıcısıydı kurduğu sosyal devlet ile...

    not: o ulu önder gazi mustafa kemal atatürk'tü her şeyden önce...

  • arkadaslar cozum surecine zarar vermeyelim. ilk olarak bu bariscil bir eylemdir, demokratik bir haktir. bunu bilelim. ikinci olarak da polis mermiye kafa atmistir, burada acik bir sekilde mermiye saldiri vardir. fasist polis. fasist tc. biji biji.

    0.

  • uyku anlamına gelen hipno ile rehberlik eden, taşıyan anlamındaki agogos kelimelerinden türemiştir.

    uykuya dalmadan tam önceki fazdır. tam önceki derken, uykuya dalmadan bir saniye öncesi manasında değil. açık, temiz, uyanık bilinç ile tam uyku, bilinçsizlik veya rüya arası anlamında. yoksa ne kadar sürdüğü kişiden kişiye, durumdan duruma göre değişir. kimi zaman birkaç dakika sürerken kimi zaman bütün gece bu fazda kalırsınız ki "tavşan uykusu" "tilki uykusu" "tek gözü açık uyumak" da denir.

    bu fazda iken işitsel, görsel, dokunsal veya diğer deneyimler odaklı halüsinasyonlar olabilir fakat bir rüya içinde değilsinizdir, yalnızca; tam uyanık bir kafayla paylaştığınızda kopuk, anlamsız, deli saçması bulacağı düşünceler (duvarım yeşil, demek ki patronum öldü gibi) zihninizden akar durur, hipnoz, meditasyon, madde gibi yardımcılarla bu duruma geçilebilir. bilinç-dışı mekanizmalarla yüzleşmek için en mükemmel fırsattır. bir de bunun full-uyanık moda geçmeden tam bir önceki fazı vardır:

    (bkz: hipnopompik)

    *hipno->uyku
    pompe->yollanmak, ayrılmak, ilerlemek

  • neden bilmiyorum ama kendisinde çok pis karısını aldatan orta boy işletme sahibi tipi var. sonradan parayı bulmuşlardir bunlar. bmw ye falan binerler, arada bayi toplantısı ayağına taylanda gürcistan'a falan giderler.

    abi aynı ya, aynı tip.

  • forbes verilerine göre piyasa değeri 65 milyar dolar olan, dünyanın 322. en büyük ve 24. en değerli markasının cehennemi dünyada yaşatma eylemidir.

    new york st. john üniversitesi spor departmanı, kendi çalışanlarına nike ürünleri giydirmesi karşılığında nike firması ile 3,5 milyon dolarlık bir anlaşma yapıyor. jim keady isimli yardımcı futbol antrenörü ise sweatshop tarzı imalat yapan bir şirketin reklamı olmayı kabullenemiyor ve istifa ediyor. kendisini de nike'ın insanca üretim yapmadığı fikrini kanıtlamaya adıyor. idealini kanıtlamak uğruna, nike'ın endonezya'daki firmasındaki şartları göz önüne serebilmek için nike fabrikalarının birinde gönüllü çalışmak istiyor. itibarlarının zedeleneceğini anlayan şirket jim keady'yi hiç sallamıyor haliyle.

    jim keady idealinden vazgeçmiyor. savunduğu şeyi ispatlayabilmek için endonezya'daki işçi köyünde yaşamayı ve işçi maaşıyla geçinmeyi kafasına koyuyor. işçilerin kazandığı miktar olan günlük 1.25 dolarla yaşamaya başlıyor.

    bir ay içinde 11 kilo veriyor. üstünde sanayi dumanının eksik olmadığı o yerleşim biriminde havalandırması olmayan 8 metrekarelik beton kutularda yaşıyor. düzgün olmayan beton zemine serilmiş örtülerde uyuyor, üstelik o örtüler de fabrikanın çevreye saçtığı zararlı maddelerle kaplanıyor. tuvaletlerin giderleri her sokağın iki yanından akan açık lağımlara verildiği için o yerleşim yeri devasa böcek ve farelerden geçilmiyor.

    günlük harcama limiti 1.25 dolar ve bu miktar iki küçük porsiyon sebzeli pirinç lapası ve birkaç muza yetiyor. sabun ve diş macunu ihtiyacı olduğu zaman yemekten kısmak zorunda kalıyor. bütün işçiler haftanın altı günü (bazen de pazar günleri) sabah 8'den akşam 8'e kadar çalışmak zorunda. fazladan giyecek bir elbiseniz yok ve sabah giydiğiniz giysi iş çıkışında gözle görülür derecede kirleniyor. minimum yarım saatinizi o giysiyi elde yıkamaya harcıyorsunuz. kadınsanız, özel günlerinizde bile herkese verilen günlük iki adet tuvalet molasına uymanız gerekiyor, bu nedenle pantolonunuzdaki kan lekelerini saklamak için belinize bir şal bağlıyorsunuz.

    bu şartlara katlanmak zorundasınız. sesinizi çıkardığınız anda işinizi kaybediyorsunuz. hizmet ettiğiniz sermaye dünyasının gerektirdiklerini karşılama mecburiyetindesiniz.

    jim keady bütün bu gözlemlerini bir belgeselde anlattı. bunun üzerine endonezya hükümeti asgari ücreti yükseltti, fakat buna karşılık gıda, su, gaz ocağı yakıtı, giyim ve yaşamak için gerekli tüketim maddelerinin fiyatlarını da aynı oranda yükseltti.

    işçilerin "acaba kendim mi yiyeyim, yoksa çocuğuma mı yedireyim?" şeklinde bir düşünceye sahip olduğu bir dünyada eşitlikten nasıl söz edilebilir ki?

    nike işçileri hayat zorluğundan yedikleri darbe kadar bir de amirlerinden darbe yiyorlar. 23 yaşındaki bayan işçi amirlerin sinirlendiklerinde kendilerine ayakkabı fırlattıklarını söylüyor. jakarta'nın dışındaki bir fabrikada bir saatte 60 çift ayakkabı üretme hedefini başaramayan 6 adet kadın işçiye müdürleri tarafından 2 saat boyunca kızgın güneş altında bekleme cezası veriliyor. adalet bu ya, sendikalı işçilerin şikayetleri sonunda o cezayı veren müdür yalnızca uyarı cezası alıyor!

    sivil toplum örgütlerinde sweatshop'larının maruz kaldığı tepkilere karşılık nike firması taşeron konumdaki imalathanelerin başkalarına ait olduğunu, bu nedenle herhangi bir değişiklik yapma imkanı olmadığı cevabını veriyor. üniversitelerde yapılan bilinçlendirici konuşmalara ise sürekli olarak bu konuşmaları yalanlayıcı nitelikte paketler ve editör yazıları göndermeye devam ediyorlar.

    işin kötü tarafı endonezya'daki nike işçilerinin standartların ikiye katlanması 1.63 milyar dolarlık nike reklam bütçesinin yalnızca %7'sine mal oluyor. sömürü dünyası, kendileri için bu kadar küçük bir hamleyi bile gereksiz buluyor, belki de işçilerine insan gözüyle bakmıyor, onları bir köle veya mankurt olarak görüyor.

    edit: bilgiler jim keady'nin john perkins'e yazdığı bir mektuptan ve huffingtonpost'ta endonezya'daki nike işçilerini anlatan bir makaleden geliyor. yukarıdakiler, o yazıların tarafımca incelenip gereksiz yerlerin atılması-gerekli yerlerin vurgulanması sonucu oluştu. bire bir alıntı değil.

  • üzgünüm ama bu sesleniş için çok geç kalındı. zamanında bazı şeylerin farkına varsalardı, şimdi bu şekilde bir tepkiye gerek duymayacaklardı. kısacası yapacak bir şey yok. karadeniz diyor, rize diyor oynat devam.

  • son zamanlarda bu kadar mantıklı söz pek duymamıştım. 3 katlı binaları üniversite , 3+1 daireleri fakülte veya sınıf ilan eden eğitim pazarlamacılar inşallah bir an evvel defolup giderler.

  • burada konu gündem olduktan sonra arçelik bu ailenin zararını karşılayacaktır. illa yapmanız gerekeni yapmanız için toplumsal utanç mı devreye girmeli. illa kavga mı etmeli. kırk yıllık marka imajınızı tek bir hareketinizle yerle bir etmeniz an meselesi sayın arçelik.

  • restoranda kuver açılır
    lokantada masada ekmek dolu bir kova ve birkaç şişe su olur

    restoranda paltomuzu vestiyere asarız
    lokantada paltomuzu yandaki sandalyeye koyarız

    restoranda masa hazırlanır / hazırdır
    lokantada masa ıslak bezle silinir

    restoranda yemekten sonra çay, kahve ne arzu ettiğimiz sorulur
    lokantada fazla sorulmaz, çay zaten getirilir

    restoranda çeşit çeşit tatlı olur
    lokantada kemalpaşa ve sütlaç olur

    restoranda garsondan hesabı rica ederiz,
    lokantada "usta günahımız neymiş bilelim" deriz.

  • geçmiş zaman...mahalle bakkalının önü...orta yaşlı bi amca tık nefes bakkala girer:

    - benim karı buraya geldi mi?
    -- yoo?
    - hah iyi, ekmek falan alırsa bana yazma!
    -- niye?
    - karı başkasına kaçmış...

    :))) (tek derdin bu olsun be amcam)

  • göbekli olup dar badi giymeleri bir de bu badiyi pantolon içine verip kalın kemer takmaları üstüne bir de bolero giydiyse lanet olsun.

  • kanımca sosyal medyadan cok hepimizin cok uzun saatler kopek gibi calismamizdan ve kalan zamanin da onemli bir kismini trafikte kaybetmemizden dolayidir.

    kopek gibi çalışmadığınız lise ve üniversite yillarinizi hatirlayin. birsuru etkinlige gider, arkadaslariniz ve onların arkadaslariyla sıkça sosyallesir ve birileriyle tanışırdınız. benim de boyleydi o yillarim.

    sonra mezun olduk is hayatina girdik. artik uyanik gecirdigimiz zamanin yarisinda ofisteyiz. kalan zamanda da trafik, eve gel dinlen yemek ye dus al. boyle bir ortamda sadece is hayatinda biri ile tanışabilirsin. ben de is hayatinda tanistim. dusunuyorum da muhtemelen baska sekilde kimseyle tanışamazdım.

    zaten evlenenlere bakın ya okulda tanışmış o zamandan beri beraberdir ya da işte tanismislardir. bunlar değilse de aileler veya ortak arkadaslar çiftimizi tanistirmistir. baska tanışma hikayesi ne gördüm ne isittim simdiye kadar bu ulkede.

    avrupadaki amerikadaki gibi yok bilmem ne kursunda tanıştık yok seyahatte tanıştık olamiyor bu ulkede. cunku bu ulkede cok uzun saatler çalışılıyor. sosyal hayat denen sey bir yerlere gidip yemek yemekten ibaret kalıyor eger vaktiniz yoksa iste. nitelikli sosyallesilemiyor. haliyle kimseyle de tanisilmiyor. cunku kimseyle ortak bir zevk, hobi, konu etrafinda biraraya gelemiyorsunuz beraber yaptiginiz bir ugras olmayınca.

    okul yillarinizi hatirlayin. derslerden hocalardan bahsederek muhabbeti kurardik karsimizdaki ile. ortak noktalarimiz üzerinden yani. bu devirde ise o kadar cok calisiyoruz ki kimseyle ortak nokta biriktirecek vaktimiz yok ( iş hariç). haliyle muhabbet kurulamiyor.

    paraniz varsa dahi çalışıyorsanız maalesef sosyallesecek zamanınız yok bu ulkede. pahaliliga zaten hiç girmiyorum..

    kisaca ya okulda ya işte birini bulun yoksa yalnizlik allahin emri.

    edit: ozetle çalışma saatleri kisaltilmadan bu is çözülmez.