• 'ben gördüm, kulaklarım gördü'
    kulaklarım gördü? amma da saçma derken;

    'kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür' mevlana, mesnevi, ii, 871

    aklımıza geliyor ve 'vay amına koyim' diyoruz.
  • halic'te bir vapuru vurdular dört kisi
    demirlemisti eli kolu bagliydi agliyordu
    dört bicak cekip vurdular dört kisi
    yemyesil bir ay gökte dagiliyordu
    deli cafer, ismail, tayfur ve sasi
    maktul'ün onbes yillik arkadasi
    üc kamarot öteki ascibasi
    dört bicak vurdular dört kisi.
    cinayeti kör bir kayikci gördü
    ben gördüm kulaklarim gördü
    vapur kudurdu kuduz gibi bögürdü
    hic biriniz orda yoktunuz.
    demirlemisti eli kolu bagliydi agliyordu
    onüc damla gözyasini saydim
    allahina kitabina sövüp saydim
    safak nabiz gibi atiyordu
    sarhostum kasimpasa'daydim
    hic biriniz orda yoktunuz.
    halic'te bir vapuru vurdular dört kisi
    polis katilleri ariyordu
    deli cafer,ismail, tayfur ve sasi
    üzerime yüklediler bu isi
    sarhostum kasimpasa'daydim
    vapuru onlar vurdu ben vurmadim
    cinayeti kör bir kayikci gördü
    ben vursam kendimi vuracaktim.

    attila ilhan'in fazla goz onunde olmayan bir siiridir.. (ahmet kaya'nin besteledigini burdan ogrendim) okunurken sanki kisa bir oykuymus gibi insani saran, uzerine suc atilmis bir insanin caresizligini yansitan cok guzel bir siirdir..
  • mükemmel bir şiirin hayat bulduğu şarkı. ahmet kaya öyle içten söylüyor ki, dinlerken deli cafer,ismail, tayfur ve şaşıyı görmemek mümkün değil.
  • öyle bir yazilmis ki, dinlerken/okurken sanki siz de halic'tesiniz ve o cinayete gözlerinizle sahit oluyorsunuz. korkunc yemyesil ay gökte parliyor, halic'e düsüyor isiklari. kamarot ve ascibasi deli cafer, ismail, tayfur ve sasi'yi görüyorsunuz. 15 yillik dostlugu bu sekilde sonlandiran nedir diye düsünüyorsunuz? en vurucu yeri de sonudur. sahit olanin caresizligi, sarhos, kasimpasa'da dolasirken; üzerine yüklenen cinayet. halbuki, vursa o kendisini vuracakmis..
  • atila ilhan’ın şiiri bütünüyle kör bir insanın anlatımıdır. şiire bu açıdan bakmak, ufkunuzu biraz daha genişletir.

    kör bir insanın ayı yeşil olarak düşünmesi mesela. sanırım yeşilay kurumuyla ilgili.. ya da şafağın nabız gibi atması. etrafı göremediği için, şafağın söktüğünü çevredeki seslerin değişmesinden, sessizliğin yavaş yavaş bozulmasından anlıyor.

    cinayete kurban gidense, insan değil vapur. haliçte demirlemiş hurda bir vapurun, gece gizlice sökülüp hurdacıya satılması anlatılıyor. maktulün 15 yıllık arkadaşları. yani gemi çalışanları, vapur hurdaya çıkıp işsiz kalınca, biraz öfke, biraz para hırsıyla, vapuru gizlice söküp, parçalayıp satıyorlar.

    tabi bütün bunlar kör kayıkçının hayal dünyasında olup biten şeyler. sarhoş, şizofrenik, gözleri görmeyen bi adam, haliçte gece yarısı, aşırı ses çıkaran, peşpeşe düdüğünü öttüren vapuru duyunca, tam 13 defa yani düşünün.. önce vapura çok fena sövüyor, sonra hayal dünyasında bu olayı yaratıyor. çünkü ne diyor sonunda? hiç biriniz orada yoktunuz. yani olayı kendisinden başka gören, farkeden kimse yok..

    bunun dışında, vapurun bıçaklanırken böğürmesi, çırpınması, ağlaması, gözyaşı dökmesi.. ellerinin bağlı olması.. inanılmaz metaforlar. büyüksün atila ilhan baba.

    velhasılı, her okuduğumda yeni bir detay keşfettiğim aşmış klasik..
  • daha hayirlisi icin;
    (bkz: diyanet saati)
  • gemide filmini aklıma getirir bu şiir
  • ahmet kaya allahına kitabına öyle güzel söver ki attila ilhan toprağında şöyle bir kıpırnadır.
  • "şafak nabız gibi atıyordu" dizesinden sonrası hayal gibi güzeldir. bir şiirin şarkısı kendinden bile güzel olur mu? ahmet abi yaparsa olur.

    işkencelerde ömrü tüketilen, suçsuz suçlar yüklenen, hayatı karartılan, canına kıyılan tüm ruhlar ve bedenlerin ölüm dansı müziği, hepsini sırtına yüklenip göğe çıkartan kaldıraç.
  • gözlerini gözlerime dikmiş bakıyordu. yüzünde en küçük bir seğirme, korku ya da endişe ifadesi yoktu. küstahça bir pırıltıyla parlıyordu gözleri ve yapacağım hamleyi bekliyordu. titreyen ellerimle silahı ona doğrulttum, aramızdaki birkaç metrelik mesafeye rağmen hedefimi tutturamamaktan korkuyordum. ellerimin titrediğini görünce yanağının kenarında küstah bir kıvrım belirdi ve dondu kaldı orada. bu ifadeden kurtulmak, o yüzü parçalara ayırmak istedim ama biliyordum; şimdi o suratı parçalasam bile hayatım boyunca kurtulamayacaktım bu resimden.

    silahı yüzüne doğrulttum ve bir şey söylemesini bekledim, herhangi bir şey. belki hala bir uzlaşma yolu bulunabilir, az sonra yapacağım dehşet verici şeyin yükünü hayatım boyunca taşımak zorunda olmaktan kurtulabilirdim. ama sustu, tek kelime çıkmadı ağzından.

    'beni tahrik ediyor.' diye düşündüm, 'bu işi yapmam için kaşıyor öfkemi.'

    o anda son umudumun da tükendiğini, artık geriye dönemeyeceğimi, orada mutlaka bir şeylerin olacağını, (olması gerektiğini) anladım ve biraz rahatladığımı hissettim. uçurumdan aşağı yuvarlandığımı fark etmiştim nihayet, ne yaparsam yapayım bunu durduramayacak, büyük çarpışmaya kadar düşmeye devam edecektim. bunu hissetmenin verdiği bir anlık cesaretle tetiğe bastım.

    büyük çarpışma!

    silahımdan çıkan kurşunun takip edemediğim bir hızla ona doğru yaklaştığını, sol gözünden içeri tok bir ses çıkararak girdiğini, yüzünden fışkıran kanların neredeyse bana kadar ulaştığını, kafatasını parçalayıp çıkan aynı kurşunun arkada bıraktığı büyük, derin, karanlık boşluğu hiç umursamadan odanın duvarında yolculuğunu tamamladığını, bedeninin tıpkı bir mucize gibi birkaç saniye ayakta öylece kalıp ardından, içinden sakladığı eşya çekip çıkarıldığında anlamsızlaşan bir poşet gibi yere yığıldığını... göreceğimi sanıyordum ama hiçbir şey olmadı!

    bir ses duydum sadece, bir patlama, belli belirsiz bir yankı…

    iskalamıştım!

    karşımda durmuş tarifsiz bir kayıtsızlıkla bakmaya devam ediyordu bana. nasıl söyleyeyim… içim minnetle doldu birden, ölmediği için koşup sarılmak istedim ona, gırtlağımdan yükselen kesik hıçkırıklarla bağıra bağıra teşekkür etmek ve özür dilemek… taş gibi kaskatı kesilip beklemekten başka bir şey yapmadım ama. arkasını döndü ve ağır adımlarla kanepeye yürüdü. televizyon kumandasını eline alıp kanalları gezmeye başladı. tek kelime etmedi uzun süre. o anda ne isterse yapacağımı ikimiz de biliyorduk, pencereden atlamamı, silahı beynime dayayıp tetiğe basmamı ya da yanına gelip oturmamı söyleyebilirdi.

    içkisinden bir yudum aldı ve “git!” dedi sadece. “git, çünkü gitmezsen seni öldürürüm.”

    silahı yemek masasının üzerine koyup çıktım odadan. askıdan ceketimi aldım, ayakkabılarımı giydim, cebimden gürültüyle düşen anahtarı yerden alıp ayakkabılığın üstüne koydum. son bir kez başımı uzatıp salona baktım. kafasının arkası görünüyordu sadece, ne kadar sinirli olduğunu anlamak için ekrana bakmak yeterliydi, kanallar algının ötesinde bir hızla değişiyordu televizyon ekranında.

    döndüm ve çıkış kapısını açtım. bir adım attım yavaşça, sonra bir adım daha ve bir adım daha…

    babamı ölümünden tam altı yüz kırk beş gün sonra verdiler toprağa. törene beni de çağırdılar ama gitmedim. sarhoştum çünkü ve kasımpaşa'daydım.
hesabın var mı? giriş yap