• öncelikle: (bkz: #93125513)

    tüm avrupa’yı birleştirerek tek bir ülke oluşturma hayali kuran napoleon, avrupa birliği’nin fikir babası sayılmaktadır.

    zorunlu ilk öğretimi ve standart ölçü birimlerini fethettiği ülkelere empoze etmesi unutulmuş yaptırımları arasında yer almaktadır.

    yollarda sağdan seyahati mecburi kılarak yollarda düzenli akışı sağlamıştır. günümüzde soldan trafiği olan ülkeler, napoleon tarafından istila edilmeyen ingiltere ve onun sömürgelerinden oluşmaktadır.
  • bölüm 11 (polonya'nın durumu ve hazırsak napoleon'un felaketi rusya seferi'nin başlangıcına girelim)
    bonaparte artık karşısında düşman görmüyordu. gasp edecek imparatorlukları nerede bulacağını bilemediğinden, bulduğuna kanaat getirerek kardeşinin elinden hollanda krallığı'nı almıştı. ama rus çarı aleksandr’a karşı napoleon'un kalbinde daha enghien dükünün idamı zamanından kalma gizli bir hınç vardı. bir büyüklük rekabeti hırsıyla yanıyordu. rusya'nın nelere gücü yettiğini, friedland ve eylau zaferlerinin kendisine neye mal olduğunu biliyordu. tilsit ve erfurt görüşmeleri, mecburi mütarekeler, bonaparte’ın mizacına hiç de uymayan bir barış, dostluk sözleri, el sıkışmalar, kucaklaşmalar, ortak fetihler için hayali birtakım projeler, bütün bunlar kini geride bırakmaktan başka bir şey değildi. kıta üzerinde napoleon’un hiç ayak basmamış olduğu bir memleket ve başkent vardı, fransız imparatorluğu karşısında dimdik ayakta duran bir imparatorluk vardı: iki dev, er geç boy ölçüşeceklerdi. fransa’yı genişlete genişlete bonaparte sonunda ruslarla karşılaşmıştı, tıpkı trajanus’un tuna’yı geçince gotlar'la karşılaşması gibi.

    dine yeniden sarıldığından beri beslediği içten bir iman, doğuştan gelme bir yumuşaklık aleksandr’ı barışa yöneltiyordu, kendisine meydan okunulmasaydı hiçbir zaman bu barışı bozmayacaktı. bütün 1811 yılı hazırlıklarla geçti. rusya, kıskıvrak bağlanmış olan avusturya’yı ve soluksuz kalmış prusya’yı, saldırıya uğrarsa kendisiyle birleşmeye çağırıyordu. ingiltere de kesesini açmış, geliyordu. ispanyolların verdiği örnek, ulusların hoşuna gitmişti. genç almanya’yı yavaş yavaş çemberi içine alan erdem bağı, tugendbund örgütü ile şimdiden meydana gelmeye başlamıştı.

    bonaparte görüşmelere girişiyordu, vaatlerde bulunuyordu, prusya kralına rusların elindeki alman vilayetlerini elde edeceği umudunu veriyordu. saksonya kralıyla avusturya, polonya’dan arta kalan memleketin zararına topraklarını genişletmek emelindeydiler. ren konfederasyonuna bağlı prensler kendi lehlerine sınır değişiklikleri hayal ediyorlardı. hatta napoleon bile, avrupa’ya esasen bir hayli taşmış olan fransa’yı daha da genişletmeyi aklından geçirmiyor değildi. ispanya’yı adıyla sanıyla fransa’ya katma iddiasındaydı. general sebastiani ona: "ya kardeşiniz?" diye sormuştu. napoleon cevap olarak: "kardeşim de umrumda mı! ispanya gibi bir krallık peşkeş çekilir mi?" demişti. xiv. louis’ye bunca felaketlere ve fedakarlıklara mal olan krallığın sonucunu tek sözüyle istediği gibi değiştiriveriyordu ama bu krallık ona da kalmayacaktı. uluslara gelince, bonaparte kadar halkı hiçe saymış ve hor görmüş bir adam daha dünya yüzüne gelmemiştir. elinde kırbaçla ava çıkardığı krallar sürüsünün önüne ulusları birer lokma et gibi fırlatıyordu. jornandes der ki: "attila, beraberinde bir sürü haraca bağlı hükümdarlar götürürdü ve bunlar emirlerini yerine getirmek için efendilerinin bir işaretini korkudan titreşerek beklerlerdi."

    müttefikleri olan avusturya ve prusya ile, krallarla prenslerden kurulu ren konfederasyonu'yla birlikte rusya’ya yürümeden önce, napoleon avrupa’nın iki ucuna değen iki kanadını güven altına almak istemişti: biri güneyde istanbul’la, öteki kuzeyde stockholm’le olmak üzere iki antlaşma için görüşmelerde bulunuyordu ama bu antlaşmalar yapılamadı.

    napoleon, konsüllüğü döneminde bab-ı ali ile bağlantıyı yeniden kurmuştu. iii. selim’le bonaparte birbirlerine resimlerini göndermişlerdi, gizliden gizliye mektuplaşıyorlardı. napoleon, osterode’dan 3 nisan 1807 tarihinde meslektaşına şunları yazıyordu: "sen selimlerin ve süleymanların boyuna layık bir hükümdar olduğunu gösterdin. ne ihtiyacın varsa bana bildir: gücüm büyüktür, gerek siyaset, gerekse dostluk bakımından başarılarına ilgi gösteririm, onun için her istediğini yapmaya hazırım." saint-simon’un deyimiyle "burun buruna konuşan iki sultan arasında bu ne muhabbet, ne samimiyettir."

    selim tahtından indirilince, napoleon rusların sistemine dönüyor ve türk topraklarını aleksandr’la paylaşmayı düşünüyor. sonra yeni bir düşünce kasırgasıyla kanaat değiştirerek, rus imparatorluğu'nu istilaya karar veriyor. ama ancak 21 mart 1812'de, sultan mahmut’tan müttefiki olmasını, tuna boyuna yüz bin türk askeri göndermesini istiyor. bu orduya karşılık bab-ı ali’ye eflak’la boğdan’ı teklif ediyor. ruslar ise napoleon'dan önce davranıp osmanlı ile antlaşma imzaladı. 28 mayıs 1812'de imzalanan bükreş antlaşması ile ruslar eflak ve boğdan'dan çekildiler.

    kuzeyde de olaylar bonaparte’ı aldattı. türkler kırım’ı tehdit edebilecekleri gibi isveçliler de finlandiya’yı istila edebilirlerdi. bu manevrayla, iki yanda savaşa tutuşacak olan rusya, kuvvetlerini merkezden direkt kendi üzerine gelecek olan grande armee'li fransa’ya karşı bir araya getiremeyecekti. eğer gerçekleşmiş olsaydı, geniş çapta bir politika olacaktı ama stockholm de istanbul gibi ulusal siyasetinin içine kapanarak petersburg’la anlaştı.

    fransızlar tarafından istila edilen pomeranya’yı 1807’de, rusya tarafından istila edilen finlandiya’yı 1808'de kaybettikten sonra isveç kralı iv. gustav adolf tahtından indirilmişti. gustav’ın amcası, tahtından indirilen yeğeninin yerine geçirildi ama pomeranya’daki fransız kolordusuna komuta etmiş olan bernadotte, isveçlilerin takdirini kazanmıştı ve bu şeraitler altında gözlerini ona çevirdiler. seçileli fazla olmayan holstein-augustenburg prensi öldükten sonra, bıraktığı boşluğu doldurmak üzere bernadotte seçildi. bir fransız mareşali ve eski bir arkadaşı olan bernadotte'un tahta seçilmesinden napoleon hiç de hoşnut kalmadı.

    bonaparte’la bernadotte arasındaki düşmanlık çok eski bir tarihe dayanır. bernadotte, 18 brumaire darbesine karşı koymuştu, sonra hararetli sözleri ve zihinler üzerinde yaptığı etkiyle moreau’yu bir mahkeme huzuruna çıkaran kavgalara yol açmıştı. erdemli bir insanı küçültmeye çalışarak bonaparte kendi usulünce intikamını almıştı. moreau’nun yargılanmasndan sonra, hüküm giyen general moreau'ya ait olan anjou sokağındaki bir evi bernadotte’a hediye etti. o zamanlar pek yaygın olan bir zaafa kapılarak joseph bonaparte’ın bacanağı olan bernadotte, hiç de şerefli olmayan bu cömertliği reddetmeye cüret edemedi. yine moreau'ya ait olan grosbois kalesi berthier’ye verildi. kader, xii. karl’ın tacını iv. henri’nin bir hemşerisinin eline vermiş olduğu için, tahta karl johann adıyla oturan bernadotte, napoleon’un hırslarına alet olmadı. uzak düşmanı napoleon’dansa komşusu aleksandr’ın müttefiki olmanın kendisi için daha güvenilir olacağını düşündü. tarafsızlığını ilan etti, barış yapılmasını tavsive etti ve rusya ile fransa arasında aracılık etmeyi teklif etti.

    bonaparte fena halde kızdı: "o sefil bana akıl öğretmeye kalktı ha! aklınca bana yol gösterecek. her şeyini benim cömertliğime borçlu olan bir adam! bu ne nankörlük! şahane arzuma itaat etmeyi ona öğretmesini bilirim ben!" bu türlü hakaretlerin bir sonucu olarak, bernadotte 24 mart 1812'de petersburg antlaşmasını imzaladı.

    kendisinin de daha asil bir soydan olmadığını, bernadotte gibi ihtilallerle silahların kendisini yükselttiğini unutarak bonaparte’ın ne hakla bernadotte’a sefil dediğini sormayın. bu hakaretli ağızlar ne soylu bir mertebeye, ne de ruh asilliğine delalet ediyordu. bernadotte hiç de nankör değildi. hiçbir şeyini bonaparte’ın cömertliğine borçlu olmamıştı.

    imparator bonaparte, her şeyi kendine mal eden, yalnız kendinden söz eden, hoşnut kaldığını veya kalmadığını söylerken mükafatlandırdığını veya cezalandırdığını sanan pek eski soydan bir hükümdara dönüşmüştü. taç altında geçmiş bir hayli yüzyıllar, saint-denis'de sıralanan sürüsüyle mezarlar bile bu yüksekten bakmaları mazur gösteremezdi.

    talih birleşik devletler'den ve avrupa'nın kuzeyinden iki fransız generalini, aynı savaş alanına getirdi. eskiden aleyhine birleşmiş oldukları, sonra onları birbirinden ayırmış olan bir adamla çarpışacaklardı. özgürlüğü ayaklar altına almış olanı devirmek istemenin suç olacağı o zamanlar, asker olsun, kral olsun, kimsenin aklından geçmezdi. bernadotte başarılı oldu, moreau ise dresden'den sonra can verdi. genç yaşta ölenler gürbüz yolculardır: daha gevşek insanların ağır adımlarla tamamladıkları bir yolu onlar daha çabuk alırlar.

    napoleon, kimse aksini tavsiye etmediği için rusya’ya savaş açmakta ısrar etmiş değildi. frioul dükası, ségur kontu ve vicenza dükası, fikirleri sorulunca bu teşebbüse karşı bir yığın itirazlar ileri sürdüler. vicenza dukası cesaretle diyordu ki: "avrupa kıtasını ele geçirir ve hatta müttefikinin ailesi için devletleri zaptederken, bu müttefiki kıta dayanışmasını bozmakla suçlamak doğru olmaz. fransız orduları avrupa’nın her yanını kaplarken, bir ordu besliyorlar diye ruslara nasıl çıkışılır? bizim tarafımızdan açılmış yaraları henüz daha kabuk bağlamamış olan bütün bu alman uluslarının üzerine saldırmaya lüzum var mıydı sanki? hiçbir doğal hududun sınırlamadığı bir vatan içinde fransızlar artık kendi kendilerini tanımaz oldular. haline terk edilen gerçek fransa’yı kim koruyacak?" imparator: "benim şöhretim." cevabını verdi. bu cevabı vaktiyle medea vermişti. napoleon, bu tragedyayı kendine uyarlıyordu.

    imparatorlukta hala mevcut olan çeşitli partilerin itirazlarına karşı şu cevabı veriyordu: "kralcılar benim yıkılmamı istediklerinden ziyade bundan korkarlar. benim başardığım en faydalı ve en zor iş ihtilal selini durdurmak olmuştur, yoksa ihtilal her şeyi silip süpürecekti. ben ölürüm diye mi savaştan korkuyorsunuz? beni öldürmek imkansızdır çünkü henüz tanrının iradesini yerine getirdim mi ki? ben bilmediğim bir hedefe doğru sürüklendiğimi hissediyorum ama henüz oraya ulaşmadım. bu hedefe vardığım zaman bir zerre bile beni yere serebilir." bu da bir kopya idi: afrika’da vandallar, italya’da alarik, tabiatüstü bir kuvvete tabi olmaktan başka bir şey yapmadıklarını söylüyorlardı: "divino jusso perurgeri (tanrı eliyle zorlanmak)."

    papa ile çıkardığı manasız ve utanç verici kavga bonaparte’ın durumundaki tehlikeleri artırdığı için kardinal fesch, hem tanrının, hem de insanların düşmanlığını aynı zamanda üzerine çekmemesi için yalvarıyordu. napoleon dayısını elinden tuttu, bir pencereye götürdü, vakit geceydi ve ona dedi ki:
    -şu yıldızı görüyor musunuz?
    +hayır majesteleri.
    -iyice bakın.
    +majesteleri, göremiyorum.
    -ya işte! ben görüyorum.

    bonaparte, kendisine itiraz eden vicenza dükası armand-augustin-louis de caulaincourt'a: "siz de başımıza iyice rus oldunuz" diyordu.

    ségur kontu mösyö de ségur: "napoleon'un çok kere bir sedire yarı uzanmış durumda derin düşüncelere daldığı olurdu. sonra ansızın, ani bir hareketle yerinden hoplayarak ve bağırarak kendine gelirdi, çağrıldığını sanır ve sorardı: 'kim çağırıyor beni?' o zaman kalkar, heyecanlı bir halde yürürdü. balafré lakaplı guise dükası françois de lorraine, felaketine yaklaştığı sıralarda blois şatosunun le perche aux bretons diye anılan taraçasına çıkmıştı. bir sonbahar göğü altında, uzakta ıssız kırlar serilip giderken, bonaparte'ın da aynı yerde öfkeli öfkeli geniş adımlarla yürüdüğü görülmüştü. bonaparte, hayırlı tereddütler içinde dedi ki: "bu derece uzaklarda yapılacak bir savaş için çevremde herbir şey yeteri kadar yerleşmiş değildir. bu savaşı üç yıl geri bırakmak lazım." bir polonya krallığının yeniden kurulmasına ne doğrudan doğruya, ne de dolaylı olarak yardım etmeyeceğini çar'a bildirmeyi teklif ediyordu: sadık ve bahtsız bir memleket olan polonya'yı eski ve yeni fransa aynı derecede terk etmiştir.

    bu terk ediş, bonaparte’ın işlemiş olduğu siyasi hatalar arasında en vahimlerinden biridir. bu hatayı işledikten sonra, polonya krallığının yeniden kurulması lehinde, pek yerinde olacak bir teşebbüste bulunmamışsa bunun sebebi olarak kayınbabasının canını sıkma korkusu olduğunu söylemiştir. bonaparte sanki böyle aile hatrı sayacak bir adammış gibi! mazeret o kadar sudandır ki, bunu söylemekle, marie-louise’le evlenmiş olmasına lanet okumaktan başka bir şey yapmış olmuyor. rusya imparatoru bu evliliği haber aldığında, "işte şimdi ormanlarımın ardına sürüldüm" diye haykırmıştı. sadece milletlerin hürriyetine karşı duyduğu kızgınlık bile bonaparte’ın gözlerini bağlamıştı.

    prens ii. stanislaw august poniatowski, fransız ordusunun ilk polonya seferi sırasında polonyalı kıtalar teşkil etmişti, siyasi meclisler toplamıştı, fransa varşova’da birbiri ardından iki büyükelçi bulundurmuştu: malines başpiskoposu ile mösyö bignon. kuzeyin fransızları sayılan, fransızlar gibi yiğit ve havai olan polonyalılar fransızcayı bilirlerdi, fransızları kardeş gibi severlerdi; rusya’ya olan kinlerini belirten bir sadakatle fransa uğrunda can verirlerdi. fransa evvelce onların mahvına sebep olmuştu, şimdi onları diriltmek fransa'ya düşerdi. hristiyanlığı kurtarmış olan bu millete karşı fransa'nın bir borcu yok muydu? aleksandr da biliyordu ki, polonya'yı diriltmezse onun kökünü kazımak zorunda kalacaktı. bu krallığın coğrafi durumu bakımından zulüm ve baskılara açık bulunduğunu söylemek, bayırlarla çayırlara fazla bir önem vermek olur. nice uluslar, cesaretlerinden başka bir şeyleri olmaksızın bağımsızlıklarını korumuşlardır. halbuki alplerle tahkimli olan italya, bu dağları aşmayı akıl eden herkesin boyunduruğu altına girmiştir. başka bir kaçınılmaz sonucu kabul etmek daha doğru olur ki, o da şudur: "ovalarda yaşayan savaşcı uluslar, fetihlerde bulunmaya mahkumdurlar; avrupa’yı istila eden halklar hep ovalardan gelmiştir."

    polonya’yı savunmak şöyle dursun, polonya askerlerinin fransız bayrağı altında hizmet görmeleri isteniyordu. o yoksul haliyle, seksen bin kişilik bir fransız ordusunun masrafları polonya'nın sırtına yükletiliyordu ve varşova büyük dükalığı, saksonya kralına vadedilmişti. polonya tekrar krallık haline konulmuş olsaydı, slav ırkı, baltık’tan karadeniz’e kadar bağımsızlığına kavuşmuş olacaktı. hatta napoleon’un kendi menfaati uğrunda onlardan faydalandığı halde polonyalıları böyle yüz üstü bırakmasına rağmen, polonyalılar napoleon'dan kendilerini ön safa sürmesini istiyorlardı; fransa'nın yardımı olmadan tek başlarına moskova’ya girebileceklerini söyleyerek övünüyorlardı. peki bu teklifin sırası mıydı? silahlı şair bonaparte, tekrar ortaya atılmıştı. kremlin’e çıkıp orada şarkı söylemek ve tiyatrolar hakkında bir kararname imzalamak istiyordu.

    bonaparte’ın bugün büyük demokrat diye göklere çıkarıldığına bakmayın, meşruti hükümetlere müthiş kini vardı; rusya’nın tehlikeli kutup çöllerine atıldığı zaman bile bu kinini bırakmadı. polonya senatosu azası jozef wybicki, vilnius'te napoleon'a varşova yönetiminin kararlarını getirmişti. kutsal şeyleri ayaklar altına alan abartılı bir söylemle: "siz ki bu asra, tarihe dikte ediyorsunuz, tanrının güçlü şahsında beliren insansınız, herhalde uygun bulmanız gereken gayretleri korumak size düşer." diyordu. jozef wybicki, büyük napoleon'dan yalnız şu sözleri söylemesini dilemeye gelmişti: "polonya vardır," ve imparatorun iki dudağının arasından çıkan bu sözle polonya krallığı var olacaktı. "polonyalılar, karşısında yüzyıllardan bir andan ve mesafelerin bir noktadan ibaret kaldığı şefin emirlerini baş tacı edecektir."

    napoleon cevap verdi: “polonya konfederasyonunun saygıdeğer temsilcileri, bana söylediklerinizi ilgi ile dinledim. polonyalılar, varşova meclisinde olsaydım sizin gibi düşünür, sizin gibi hareket eder, sizin verdiğiniz oyu verirdim. yurt sevgisi uygar insanın ilk görevidir. benim durumumda ise, ben denge sağlanacak birçok çıkarlar, görülecek birçok görevler karşısında bulunuyorum. polonya’nın ilk, ikinci veya üçüncü paylaşılması dönemlerinde hüküm sürmüş olsaydım, onu savunmak için halkımı silahlandırırdım.

    ulusunuzu severim! on altı yıldır, askerlerinizi italya ve ispanya savaşlarında yanıbaşımda gördüm. yaptığınız işleri takdir ediyorum, göstermek istediğiniz gayretlere ses çıkarmıyorum, kararlarınıza yardım etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım. polonya’ya daha ilk girişimde size aynı şeyleri söylemiştim. şunu da eklemeliyim: avusturya imparatoruna, topraklarının bütünlüğüne dokunulmayacağı hakkında teminat verdim, polonya vilayetlerinden onun elinde kalan kısımlara rahatça sahip olmasına engel olabilecek hiçbir hareketi, hiçbir manevrayı doğru bulamam. memleketlerinizin sizi o kadar ilgiye değer kılan, size beğenime ve korumama o kadar hak kazandıran sabıklığını mükafatlandırmak için imkan ölçüsünde elimden gelecek her şeyi yapacağım."

    ulusların kurtuluşa erişmesi uğrunda çarmıha gerilen polonya, böylece yüzüstü bırakılmış oldu. polonya'nın inancını alçakça aşağıladılar, özgürlük çarmıhının üstünde "susadım," dediği zaman ona sirkeye batırılmış sünger uzattılar. adam mickiewicz haykırdı: "özgürlük, dünya tahtına oturduğu zaman ulusları sorguya çekecek. fransa’ya diyecek ki: seni çağırdım, sesime ses vermedin! git şimdi, köle ol!"

    robert de lamennais der ki: "bunca fedakarlıklar, bunca çabalar böyle boşa mı gidecekti? kutsal özgürlük kurbanları vatan topraklarına ebedi bir kölelikten başka bir şey ekemedi mi? o ormanlarda ne işitiyorsunuz? -yalnızca rüzgarların hazin fısıltısını. o ovalardan ne geçtiğini görüyorsunuz? -sadece konmak için güvenli bir yer arayan göçebe kuşu."

    9 mayıs 1812'de, napoleon grande armee'ye katılmak için yola çıktı ve dresden’e gitti. ren konfederasyonunun dağınık unsurlarını orada bir araya getirdi ve kendi eliyle yaratıp birleştirdiği bu devasa savaş makinesinin en büyük halini ilk ve son kez harekete geçirdi.

    italya güneşine hasret çeken sürgüne götürülmüş şaheserler arasında imparator napoleon ve imparatoriçe marie-louise ile avusturya imparator ve imparatoriçesi ve irili ulaklı bir sürü hükümdar arasında bir toplantı yapıldı. bu hükümdarlar kendi saraylarını baş saraya bağlı birer ocak haline getirmek hevesindedirler. emmanuel-augustin-dieudonné-joseph'in kitabında bonaparte der ki: "imparatoriçemin pabuçları çözülse montmorency’lerden bir asilzade bağlamak için hemen ileri atılırdı."

    bonaparte verilen bir gala törenine gitmek üzere dresden sarayından geçerken, en önde, şapkası başında yürürdü; doppelkaiser ii. franz, şapkası elinde, kızı, imparatoriçe marie-louise'in yanında arkadan yürürdü; daha arkadan da, saygılı bir sessizlik içinde, o sürü sürü prensler gelirdi. avusturya imparatoriçesi bu alaya katılmaz; kendisini hasta dedirtir, nefret ettiği napoleon'a kolunu vermemek için ancak tahtıravanla dışarı çıkardı. asil duygular namına kalmış olan kırıntılara da yalnız kadınların kalbinde rastlanıyordu.

    bir tek prusya kralı, önce bir kenarda bırakıldı. bonaparte, dayanamayarak: "bu hükümdar da benden ne istiyor?" diye bağırdı. "mektuplarıyla başımı ağrıttığı yetmiyor mu? ne diye bir de varlığıyla beni işkenceye sokmaya kalkışıyor? ona ihtiyacım yok." felaket arifesinde felakete karşı söylenmiş acı sözler.

    cumhuriyetçi bonaparte’ın yanında iii. friedrich wilhelm’in büyük kabahati kralların davasına yüz çevirmiş olmasıdır. berlin sarayının direktuvar ile girişmiş olduğu görüşmeler bonaparte’a göre: bu hükümdarın, şeref ve haysiyetini ve tahtların genel davasını miskin birtakım uzlaşmalara feda eden asaletsiz, çıkarcı ve ürkek bir siyaset izlediğini gösteriyordu, bonaparte bir harita üzerinde yeni prusya’ya göz attığı zaman şöyle derdi: "bu adama bunca yerleri bırakabildim demek!" kendisini frejus’e götüren üç komiser arasında bonaparte, yalnız prusyalı komiseri fena karşıladı ve onunla hiç temas etmek istemedi. imparatorun wilhelm’e böyle kin besleyişinin gizli sebebini araştıranlar oldu, bunu şu veya bu olaya verdiler ama kuvvetle muhtemel enghien dukasının idamı asıl sebepti.

    bonaparte, yürüyüş kolundaki ordularının ilerlemelerini dresden'de bekledi: yine bu şehirde marlborough kontu john churchill, xii. karl'ı selamlamaya giderken, bir haritada ucu moskova’ya varan bir hat görmüş, hükümdarın bu yolu tutacağını ve batı'da savaşa kalkışmayacağını tahmin etmişti. bonaparte, istila tasavvurunu açıktan açığa itiraf etmemekle beraber büsbütün gizleyemezdi de. diplomatlara karşı üç sebebi ileri sürüyordu: çar'ın 31 aralık 1810 tarihli fermanı, birtakım maddelerin rusya'ya girmesini yasaklamış, bu yasakla da avrupa sistemini bozmuştu, oldenburg dükalığının ilhakını aleksandr protesto etmişti ve rusya silahlanıyordu. büyük büyük laflar edilmesine alışılmış olmasa meşru savaş sebebi olarak, bağımsız bir devletin gümrük kararlarının ve bu devletin kabul etmemiş olduğu bir sistemin bozulmasının gösterilmesine şaşılırdı. oldenburg dükalığının ilhakıyla rusya'nın silahlanması meselesine gelince, yukarıda görüldüğü gibi vicenza dükası napoleon’a, tenkitlerinin yersizliğini göstermişti. adalet o kadar mukaddestir, işlerde başarılı olmak için öyle temel bir şarttır ki, onu ayaklar altın alanlar bile adalet ilkelerine uyduklarını ileri sürerler. işte o sırada general lauriston petersburg’a, kont narbonne da aleksandr’ın genel karargahına gönderildi: bunlar barış ve iyi niyet hakkında güvenilmez sözler götürüyorlardı. dominique-georges-frédéric dufour de pradt, alelacele polonya diyet’ine gönderilmişti; efendisine jupiter scapin (düzenbaz tanrı) adını vererek geri döndü. kont de narbonne, aleksandr’ın yılmadan ve böbürlenmeden, yüz kızartıcı bir barıştansa savaşı yeğ tuttuğunu gelip anlattı. çar hala napoleon’dan söz ederken saf bir hayranlık gösteriyormuş ama rusların davasının haklı olduğunu ve gözü yükseklerde olan dostunun hata ettiğini söylüyormuş. moskova tebliğlerinde ifade edilen bu gerçek, rus halk ruhunun damgasıyla hemen damgalandı: bonaparte onların gözünde antéchrist'e* dönüştü.

    napoleon, 22 mayıs 1812’de dresden'den ayrıldı, poznan ve thorn’dan geçti, öteki müttefikleri tarafından polonyalıların yağma ve talan edildiğini gördü. vistül nehri boyunca indi, danzig’de, königsberg’de* ve gumbinnen'de* biraz durdu.

    yolda, çeşitli kıtalarını teftiş etti: eski askerlerine piramitlerden, marengo’dan, austerlitz'den, jena’dan, friedland’dan söz açtı; gençlerin ihtiyaçlarını sordu, teçhizatlarıyla, aylıklarıyla, komutanlarıyla ilgilendi; o sıralarda babacanlık rolü oynuyordu.

    bonaparte, neman'ı geçtiği sırada, seksen beş milyon beş yüz bin can, onun veya ailesi fertlerinin hükümranlığını tanıyordu; hristiyanlık dünyasındaki nüfusun yarısı ona itaat ediyordu, on dokuz derece enlem ve otuz derece boylam arasındaki bir alanda emirleri yerine getiriliyordu. bundan daha heybetli bir sefer daha öncesinde ne görülmüş, ne de duyulmuştu.

    22 haziran günü, wilkowisko’daki genel karargahında napoleon savaş ilan etti: "askerler, ikinci polonya savası başlamıştır; ilki tilsit'le sona ermişti, rusya’yı alınyazısı sürüklüyor: kader yerine gelecektir."

    bu henüz genç olan sese, moskova yüz on yaşındaki metrepolitinin diliyle cevap verdi: "moskova şehri, isa'sı aleksandr’ı bir ana gibi gayretli evlâlarının bağrına basıyor ve hoşanna (kurtar bizi!) diye haykırıyor! gelenden tanrı razı olsun!" bonaparte kadere hitap ediyordu, aleksandr ise hakka.

    23 haziran 1812’de, bonaparte geceleyin neman nehri üzerinde keşif yaptırdı, buraya üç köprü atılmasını emretti. ertesi gün güneş batarken, birkaç istihkam eri nehri bir kayıkla geçti; öteki kıyıda kimseye rastlamadılar. sonra, bir devriyeye kumanda eden bir kazak subayı yanlarına gelip kim olduklarını sordu. -"fransızız." +"rusya’ya ne amaçla geliyorsunuz?" -"sizinle çarpışmaya." kazak asker ağaçlar arasında kayboldu, üç istihkam eri ormana doğru ateş açtılar, karşılık veren olmadı. her taraf derin bir sessizlik içindeydi.

    bonaparte bütün bir gün mecalsiz bir halde uzanmış kalmıştı ama gözüne de uyku girmedi. içi bir türlü rahat edemiyordu. fransız ordularının yürüyüş kolları pilwiski ormanı içinde, karanlıkta faydalanarak yürüyordu. tıpkı palus meotides’te* bir dişi geyiğin peşine düşerek yol alan hunlar gibi. neman hala görünmüyordu. görmek için ta yanıbaşına varmak gerekti.

    gün ortasında moskova taburları veya kurtarıcılarını karşılamaya gelen litvanyalılar yerine çorak kumlar ve ıssız ormanlardan başka bir şey görünmedi. nehirden üç yüz adım ötede, en yüksek sırtta imparatorun çadırı fark ediliyordu. bunun etrafında, bütün tepeler, tepelerin yamaçları ve vadiler, fransız askerleri ve atlarıyla kaplıydı.

    napoleon’un emrindeki kuvvetler, 685.300 asker ve 176.850 attan oluşuyordu. ispanya veraset savaşı sırasında xiv. louis’nin, hepsi de fransız olmak üzere, silah altında altı yüz bin askeri vardı. doğrudan doğruya bonaparte’ın emri altındaki faal piyadeler on kolorduya ayrılmıştı. bu kolordular yirmi bin italyan, ren kofederasyonundan seksen bin asker, otuz bin polonyalı, otuz bin avusturyalı, yirmi bin prusyalı ve iki yüz yetmiş bin fransızdan oluşmaktaydı.

    ordu neman'ı geçti, bonaparte da uğursuz köprüyü geçti ve rus toprağına ayak bastı. durup askerlerinin geçişini seyretti, sonra gözden kayboldu, daha sonra, sanki çalılar arasında bir ruhlar derneğine çağrılmış gibi bir ormanda rastgele at koşturdu. geri döndü, etrafı dinledi, ordu da onunla birlikte etrafı dinliyordu; kulaklarına uzaktan uzağa top sesleri geliyordu, seviniyorlardı. oysa bu, sadece fırtınanın gürültüsüydü, onlar yaklaştıkça savaş kaçıyordu. bonaparte boşaltılmış bir manastıra sığındı: burası iki ayrı bakımdan bir barış ve selamet barınağıydı.

    anlattıklarına bakılırsa, sözde napoleon’un atı yere kapaklanmış ve "bu durum kötülüğe alamet; bir romalı olsaydı bunu görünce geri dönerdi" diye mırıldananlar olmuş. bu, tebriz'e ilerleyen yusuf sinan paşa'ya, piç fatih i. william'a, iii. edward'a ve ihtilal mahkemesine gitmek üzere yola çıkan malesherbes'e atfedilen eski bir hikayedir.

    orduların nehri geçmesi üç gün sürdü, sıraya giriyor ve ilerliyorlardı. napoleon yola koyulmuş, acele ediyordu; bousset’nin dediği gibi, zaman bonaparte'a "yürü! yürü!" diye sesleniyordu.

    vilnius'te bonaparte, varşova diyet’inden senatör wibicki’yi kabul etti. bir rus müzakerecisi, balaşov'da çıkageldi; hala anlaşma imkanı bulunduğunu, aleksandr’ın hiçbir suretle saldırgan olmadığını, fransızların savaş ilan etmeden rusya’ya girmiş olduklarını söylüyordu. napoleon, cevabında aleksandr’ın sadece bir salon generali olduğunu ve yalnız üç generali bulunduğunu söyledi. bunlardan mihail kutuzov’u rus olduğu için umursamıyordu. zaten daha altı yıl önce pek yaşlı olan alman levin august von bennigsen ise artık büsbütün bunamıştı. mihail bogdanoviç barclay de tolly ise, çekilme konusunda usta bir generaldi. konuşma sırasında vicenza dükası napoleon'un kendisine hakarette bulunduğunu sandı, kızgın bir sesle sözünü kesti: "ben dürüst bir fransızım, bunu ispat ettim, yine de ediyor ve tekrarlıyorum: bu savaş siyasi anlaşmaya aykırıdır, tehlikelidir, ordunun, fransa'nın ve imparatorun mahvına sebep olacaktır."

    bonaparte, rus temsilcisine: "sizin o polonyalı jakobenlerinize değer verdiğimi mi sanıyorsunuz?" demişti. bu sözü anne louise germaine de staël zikreder. hanımefendinin yüksek muhitle sıkı ilişkileri olması, iyi ve doğru haber almasını sağlıyordu. iddiasına göre bonaparte'ın bakanlarından biri tarafından m. de romanzof'a bir mektup yazılmış ve bu mektupta napoleon, avrupa kıtasına ait her türlü muamele ve mukavelelerden polonya ve polonyalıların adını silip çıkarmayı teklif ediyormuş. napoleon’un, bu mert yalvarıcılarına karşı duyduğu nefretin boş bir kanıtı daha.

    bonaparte, balaşov’un yakınlarındayken rus temsilciye moskova’daki kiliselerin sayısını sordu, aldığı cevap üzerine haykırdı: "vay! hristiyanlığın unutulduğu bir devirde bu kadar çok kilise ha?" moskovalı atıldı: "affınızı dilerim, majesteleri. ruslarla ispanyollar hristiyanlığı unutmamışlardır."

    balaşov görüşmeleri imkansız tekliflerle geri çevrilince son barış umudu da suya düştü. savaş bildirilerinde deniyordu ki: "işte o uzaktan pek korkulu görünen rus imparatorluğu! sadece soğuk bir çölden ibaret. aleksandr askerini toplayıncaya kadar, napoleon çoktan moskova’ya varacak."
  • sürekli çekilen rus ordusu, nihayet moskova önlerinde katı bir savunma ile imparator ve grande armee'yi beklemekte, rusya seferi kızışıyor, huzurlarınızda;

    bölüm 12 (borodino muharebesi)

    bonaparte, vitebsk’e vardığı zaman, bir an aklına orada kalmak geldi. mareşal barclay de tolly’nin yine geri çekildiğini gördükten sonra genel karargahına dönünce kılıcını haritalar üzerine atarak söylendi: "burada kalacağım! 1812 seferim sona erdi, gerisini 1813 seferinde tamamlarız." bütün generallerinin kendisine tavsiye ettikleri bu kararında dursaydı pek isabetli bir karar almış olacaktı! yeni barış teklifleri geleceğini ummuştu, gelen giden olmadığını görünce canı sıkıldı, moskova'ya sadece yirmi günlük yol vardı. "moskova, kutsal şehir!" diye tekrarlıyordu. bakışları kıvılcımlar saçıyor, tavrı vahşileşiyordu. hareket emri verildi. itirazlar ileri sürüldü, kulak asmadı. düşüncesi sorulan daru kontu pierre, bonaparte'a cevap verdi: "böyle bir savaşın ne amacına aklım eriyor, ne de gereğine." imparator şu karşılığı verdi: "beni budala yerine mi koyuyordunuz? keyfim için mi savaşıyorum sanıyorsunuz?" oysa generalleri, ispanya savaşıyla rusya savaşının fransa’yı kemiren iki çıban olduğunu bonaparte'ın ağzından işitmiş değiller miydi? ama barış yapmak için ortada iki taraf bulunması gerekirdi. aleksandr’dan ise bir mektup bile geldiği yoktu.

    peki bu çıbanlara sebep olan kimdi? bu birbirini tutmaz hareket ve fikirler gözden kaçıyor ve hatta napoleon'un saf yürekli samimiyetine birer kanıt gibi de gösteriliyor.

    bonaparte hata ettiğini anlayarak geri dönmeyi haysiyetine yediremezdi. askerleri, artık onu yalnız savaştan savaşa gördüklerinden, onları ölüme götürürken yanlarında bulunup hayatta kendilerinden uzaklaştığından sızlanıyorlardı ama bonaparte'ın bu şikayetlere kulakları tıkalıydı. ruslarla türkler arasında barışın imzalandığı haberi onu şaşırttı ama yolundan çevirmedi. smolensk’e doğru hızla atıldı. rusların beyannamelerinde deniliyordu ki: "napoleon dilinde dürüstlük fakat yüreğinde hıyanetle geliyor, kölelerden kurulu alaylarıyla bizi zincirlemeye geliyor. haçı yüreğimize ve kılıcı elimize alalım, bu aslanın dişlerini sökelim, dünyayı perişan eden zalimi perişan edelim."

    smolensk sırtlarında, napoleon 120.000 askerden ibaret olan rus ordusuyla yine karşılaştı. "bu sefer yakaladım!" diye haykırdı. ayın 17’sinde, gün ağarırken general augustin daniel belliard, bir kazak çetesini kovalayarak dinyeper’e döktü, örtme kuvveti geri alınınca, düşman ordusunun moskova yolunu tutmuş olduğu görüldü. rus ordusu yine çekiliyordu, bonaparte’ın hayali yine uçup gitmişti. bu gereksiz kovalamaya imparatoru çokça teşvik etmiş olan joachim murat, hırsından kendini öldürtmek istiyordu. henüz daha boşaltılmamış olan smolensk kalesinin ateşi altında ezilen fransız bataryalarından birinin yanından bir türlü ayrılmıyordu: "hepiniz çekilin, beni burada yalnız bırakın!" diye haykırıyordu. bu kaleye karşı korkunç bir hücumda bulunuldu, basamak basamak yükselen sırtlara yerleştirilmiş olan fransız ordusu aşağıda yapılan savaşı seyrediyordu. taarruz edenlerin top ateşi altında ileri atıldığını gördüğü zaman imparator el çırptı. mısır'daki thelia harabelerini görünce de böyle yapmıştı.

    geceleyin şehirde bir yangın göze çarptı. mareşal louis nicolas davout’nun bir askeri duvarlara tırmanıp dumanlar içindeki kaleye erişti, kulağına uzaktan birtakım sesler geldi. tabancası elinde, o tarafa doğru yürüdü ve dost bir memleketin keşif kıtasıyla karşılaşarak şaşakaldı. ruslar şehri terk etmişler, poniatowski ve emrindeki polonyalılar da burayı işgal etmişlerdi.

    joachim murat, acayip kılığı ve onlardan geri kalmayan yiğitlik tarzıyla kazakların hayranlığını kazanıyordu. bir gün kazak çeteleri üzerine dehşetli bir hücuma geçmişti, fena halde kızarak onlara emirler verdi. kazaklar ne dediğini anlamadılar ama sezdiler ve düşman generalin emrini yerine getirdiler.

    fransızlar, kazakların generali matvei platov'u paris’te gördükleri zaman nasıl bir evlat acısı çekmiş olduğunu bilmiyorlardı. 1812’de onun gün gibi güzel bir oğlu vardı, bu oğul beyaz bir ukrayna küheylanına biniyordu. on yedi yaşındaki savaşçı, o serpilen ve ümitler içinde yüzen çağın bütün gözüpekliğiyle çarpışıyordu, bir polonya uhlanı onu vurup öldürdü. bir ayı postu üzerinde yerde yatarken muharebenin ortasında kazaklar gelip saygı ile elini öptüler, ölüm duaları ettiler, çocuğu çamlarla örtülü bir tepeciğe gömdüler. sonra, atlarını gemlerinden tutarak, uçları yere doğru çevrilmiş mızraklarıyla, önünden geçit yaptılar. bu töreni, gotlar'ın tarihini yazan kişi tarafından tasvir edilen cenaze töreni, yahut da germanicus’un mezarı önünde fascellum’larını (fascellum diye eski roma’da bir araya getirilmiş ağaç çubuklarının kayışlarla bağlanmasından meydana gelen demete derlerdi. sembolik bir anlamı olan bu çubuklar, cenaze törenlerinde baş aşağı çevrilirdi. mussolini, italya’da faşist rejiminin sembolü olarak bu demeti kabul etmiştir. zaten faşist sözü de bu fascellum’dan gelir) tersine çevirmiş* olan roma bölükleri ile benzetebiliriz. "kuzey baharının saçlarını bezediği taze karları, rüzgar yere serpiyordu."

    bonaparte, rusya'dan fransa’ya gönderdiği bir yazıda rus arazilerini eline geçirdiğini ve maliye bakanının seksen milyon fazla geliri hesaba katabileceğini bildiriyordu.

    rusya kutba doğru kaçıyordu. asilzadeler, ahşap konaklarını boşaltarak aileleri, çiftçileri ve sürüleriyle birlikte gidiyorlardı. dinyeper ya da bir vakitler suları vladimir tarafından kutsal ilan edilen eski borysthenes aşılmıştı. uygar uluslara barbarların istilaları bu nehirden gelmişti, şimdi de uygar ulusların istilasına uğruyordu. yunanca bir ad altında kılık değiştiren bu vahşi nehir, slavların ilk göçlerini artık hatırlamıyordu bile. ormanları arasında herkesten habersiz akıyor, kayıklarında odin'in çocukları yerine petersburg’la varşova'nın kadınlarına şallar ve güzel kokular taşıyordu. dünyanın gözünde onun tarihi ancak aleksandr’ın kiliselerinin bulunduğu dağların doğusunda başlar.

    smolensk’ten bir ordu hem petersburg’a, hem de moskova'ya götürülebilirdi ama smolensk, sefere çıkana durması için bir ihtarda bulunmalıydı; imparator bir an bunu aklından geçirmedi değil. mösyö fain der ki: "şevki kırılan imparator smolensk’te kalma niyetinden söz açtı." sahra hastanelerinde her türlü malzeme eksikliği baş göstermişti. general gaspard gourgaud; topçu general jean ambroise baston de lariboisière'in, yaralıların yaralarını sardırmak için toplarının üstüpünü vermek zorunda kaldığını anlatır. ama bir kuvvet bonaparte’ı inatla sürüklüyordu; dünyanın iki ucunda yakıcı ovalarla buzlu bozkırlarda ordularını aydınlatan iki gün doğumunu seyretmekten zevk duyuyordu.

    çılgın orlando*, eskide kalan o şövalyelik ortamında, angelica’nın peşinden koşuyordu; büyük soydan gelen fatihler, daima daha yüksek bir hükümdarın peşindedirler. zaman’ın karısı, gök'ün kızı ve tanrıların anası olan, başında dağ tepelerinden bir taç taşıyan o tanrıçayı* kollarına almadıkça onlar için durup dinlenmek yoktur. kendi hayatının büyüsüne kapılmış olan bonaparte için her şey kendinden ibaret kalmıştı; napoleon, napoleon’un kölesi olmuştu. kendinde artık kendinden başka bir şey yoktu. o zamana kadar ancak hep bilinen, adı çıkmış yerlere sefer etmişti; şimdi adsız bir yola düşmüştü. o yol boyunca petro, henüz yüz yaşına bile basmamış olan imparatorluğun ilerdeki şehirlerinin ancak temellerini atmıştı. örnekler insana ders vereblise, moskova sevdasıyla smolensk'ten geçmiş olan xii. karl’ın hatırasının bonaparte’ı kaygıya düşürmesi gerekirdi. kolodrina’da kanlı bir çarpışma oldu. fransızlar, cesetlerini aceleyle gömmüşlerdi. öyle ki napoleon nasıl bir kayba uğramış olduğunu pek anlayamadı. dorogobuj’da, kar gibi ak sakalı göbeğine inen bir rusla karşılaştılar. ailesinin peşine takılamayacak kadar yaşlı olup evinde yalnız başına kalmış olan bu adam, büyük petro’nun saltanatının son zamanlarındaki harikaları görmüştü, şimdi de memleketinin böyle yakılıp yıkılşına içinden diş bileyerek tanık oluyordu.

    bir tarafın zorladığı, öteki tarafın kaçındığı bir dizi muharebeler fransızları moskova kapılarına getirdi. açıkta kurulan her ordugahta imparator, çam dalları üstünde oturup ayağıyla ittiği bir rus güllesiyle oynarken generalleriyle münakaşa ediyor, onların itirazlarını dinliyordu.

    livonyalı bir protestan rahip ve sonradan da general olan barclay, sonbaharın peşinden yetişmesine vakit bırakan bu çekilme usulünü icat etmişti. bir saray entrikası onu devirdi. prens karl yetişinceye kadar savaşa tutuşmama fikrini kabul ettiremediği için austerlitz'te yenilen ihtiyar mareşal mihail kutuzov, barclay’in yerine geçti. rusların nazarında kutuzov kendi soylarından bir general, mareşal aleksandr suvorov’un öğrencisi, 1811’de osmanlı harbinin galibi ve o zaman rusya’nın pek muhtaç olduğu, bab-ı ali ile antlaşmayı sağlayan adamdı. o sıralarda moskova’dan bir subay, mareşal davout’nun ileri karakollarına başvurdu; belli belirsiz birtakım teklifler getiriyordu, asıl görevi görmek ve anlamaktı, fransızlar kendisine her şeyi gösterdiler. o kayıtsız ve korkusuz fransız merakı ile kendisinden vyazma ile moskova arasında ne bulunduğunu sordular, “poltava” cevabını verdi.

    borodino sırtlarına vardıkları zaman, bonaparte nihayet durmuş ve mevzisini son derece tahkim etmiş rus ordusunu gördü. bu ordu 120.000 askerle 600 toptan ibaretti, fransızların tarafında da kuvvet aynıydı. rusların sol kanadı incelendikten sonra, mareşal davout, napoleon’a düşmanı çevirmeyi teklif etti. imparator: "bu bana fazla vakit kaybettirir" cevabını verdi. davout ısrar etti, manevrasını sabahın altısından önce tamamlamış olacağına söz verdi, napoleon birden bire sözünü kesti: "ya! demek hala düşmanı çevirmek düşüncesindesiniz."

    rus ordusunda büyük bir hareket göze çarpmıştı: askerler tetikteydiler, etrafı papazlar ve metropolitlerle çevrili olan, önünde dini yapılar ve smolensk yıkıntılarından kurtarılan kutsal bir motif bulunan kutuzov, askerlerine tanrıdan ve vatandan bahsediyordu; napoleon’u dünyanın başına musallat olmuş bir zorba diye anıyordu.

    bu savaş türküleri, ıstırap seslerine karışan bu zafer koroları arasında, fransızların tarafında da dini bir ses işitildi: bu ses bütün ötekilerden farklıydı, tapınağın kubbeleri altında tek başına yükselen kutsal ilahiydi bu. sakin fakat dokunaklı sesi son olarak işitilen asker, muhafız süvarilerine kumanda eden mareşalin yaveriydi. bu yaver rusya seferinin bütün savaşlarına girip çıkmıştır, napoleon’dan en ateşli hayranları gibi söz eder ama kusurlarını da kabul eder, uydurma hikayeleri düzeltir ve işlenen hataların başbuğun gururundan ve komutanların tanrıyı unutuşlarından ileri geldiğini söyler. yarbay de baudus der ki: "bunca yiğidin son günü olan bu arife günü, rus ordugahında ibadetle geçirildi. düşmanın dindarlığının gözümün önüne serdiği manzara, bir de bizim saflarımızdaki birçok subayın bununla eğlenişleri, krallarımızın en büyüğünün, şarlman'ın giriştiği muharebelerin en tehlikelisine başlamadan önce dini ayinler yaptırmış olduğunu bana hatırlattı. ah! şüphesiz ki, bu yolunu şaşırmış hristiyanlar arasında, iyi niyetli oldukları için duaları takdis eden birçokları vardı çünkü ruslar moskova'da yenildilerse de, tanrının eseri olduğu için onların hiçbir suretle övünmeye hakları olmayan tam bozgunumuz, birkaç ay sonra yakarışlarının fazlasıyla iyi karşılanmış olduğunu ispat etti."

    peki ya çar neredeydi? memleketinden kaçmış olan çar, madam de stael'e büyük bir general olmadığına esef ettiğini alçakgönüllülükle söylemişti. o sırada mabeyincilerden mösyö bausset fransız karargahına gelmiş bulunuyordu: sakin saint-cloud korosundan çıkmış, fransız ordusunun korkunç izlerinde yürüyerek büyük cenaze alayının arifesinde moskova'ya varmıştı. marie-louise'in imparatora gönderdiği, roma kralının resmini getiriyordu. bonaparte’ın bu resmi görünce ne türlü hisler altında kaldığını mösyö fain ile segur kontu tasvir ederler, general gourgaud’ya göre, resme baktıktan sonra "pek erkenden bir savaş alanını görüyor, uzaklaştırın onu" demişti.

    fırtınadan önceki gün son derece sakin geçti. mösyö baudus der ki: "şu eriştiğim yaşta soğukkanlılıkla bakılınca, bu kadar haince çılgınlıkları hazırlarken gösterilen o ağırbaşlılıkla mantık namına yüz kızartıcı bir şey var, gençliğimde ben de bunu güzel bulmuştum."

    ayıp 6'sında, akşama doğru bonaparte şu bildiriyi yazdırdı; bu emri askerlerin çoğu ancak zaferden sonra öğrendi: "askerler, sabırsızlıkla beklediğiniz savaş işte geldi çattı. zafer artık sizin göstereceğiniz gayrete bağlıdır. ona ihtiyacımız var, bu zafer bizi bolluğa kavuşturacak , vatanımıza çabuk dönmemizi sağlayacak. austerlitz’te, friedland'da, vitebsk’te ve smolensk’te nasıl savaştıysanız yine öyle savaşın, en uzak bir gelecekte bile torunlarınız bugün neler başardığınızı ansınlar; bizden söz ederken moskova surları önündeki savaşta o da vardı, desinler."

    bonaparte geceyi kaygı içinde geçirdi. kah düşmanların çekildiğini sanıyor, kah askerlerinin yoksulluğu ve subaylarının bezginliği gözünü korkutuyordu. "bula bula bataklıklar ile açlık bulacak ve küller üstünde açıkta konaklayacak olduktan sonra ne diye bize 800 fersah yol yürüttüler? savaş her yıl biraz daha güçleşiyor; yeni fetihler uğrunda yeni düşmanlar aramaya gidiliyor, yakında avrupa’ya da sığamaz olacak, asya’yı fethe kalkışacak." gerçekten bonaparte, volga’ya dökülen akarsuları kayıtsızlıkla seyretmiş değildi; babil'e hakim olmak için doğmuş olan napoleon daha önce başka bir yoldan buna erişmeye kalkışmıştı. asya’nın batı kapısında yafa’da durdurulduktan, aynı asya’nın kuzey kapısında, moskova’da durdurulduktan sonra, güneşin ve insanın doğmuş olduğu bu yeryüzü parçasını çevreleyen denizlerin ortasında ölmüştü.

    napoloen, gece yarısı vakti yaverlerinden birini çağırttı. gelen asker, imparatoru başını avuçları içine almış buldu, napoleon kendi kendine konuşuyordu: "savaş nedir? savaş, barbarlara has bir zanaat ki, bütün ustalığı belli bir noktada daha güçlü olmaktan ibaret." devamında talihin kararsızlığından şikayet ediyor, düşmanın durumunu incelemelerini emrediyor, ateşlerin aynı parlaklıkla ve aynı sayıda parladığını haber veriyorlar, içi rahat ediyor. sabahın beşinde mareşal michel ney taarruz emrini istemek için ona adam gönderiyor, bonaparte çıkıyor ve haykırıyor: "haydi, moskova’nın kapılarını açmaya gidelim!" gün ağarıyor, napoleon pembeleşmeye başlayan doğuyu göstererek: "işte austerlitz'in güneşi!" diye haykırıyor.

    6 eylül günü, sabahın ikisinde, imparator düşmanın ileri karakollarını dolaştı, iki taraf da günü keşiflerle geçirdiler. düşman çok sıkışık durumda mevzi almıştı. bu durum napoleon'a güzel ve güçlü göründü. manevra yapmak ve düşmanı mevziyi bırakmaya zorlamak kolaydı ama bu yapılırsa muharebe fırsatı yine kaçırılmış olacaktı.

    ve tarihi borodino muharebesi başlar:
    7 eylül günü, sabahın 06:00'ında, soldaki bataryayı muhafız ihtiyat topçusuyla desteklemiş olan general kont jean-barthélemot sorbier ateşe başlayarak muharebenin açılışını yaptı. saat 06:30'da, general jean dominique compans yaralandı. 07:00'da, eckmühl prensi mareşal louis nicolas davout'nun atı devrilip öldü.

    yine saat 7'de, elchingen dükü michel ney harekete geçti ve general faucher’nin bir gün önce düşmanın merkezini dövecek şekilde mevziye soktuğu altmış topun korumasında, merkeze doğru ilerledi. iki yandan bin top ölüm püskürüyordu. saat 8'de düşmanın mevzileri düştü, tabyalar alındı ve fransız topçuları, rusların elindeki tepelere çıktı.

    rusların elinde sağ kanattaki tabyaları kalmıştı, general kont charles antoine morand oraya yürüdü ve bunları zaptetti fakat sabahın dokuzunda her yandan hücuma uğrayınca, orada tutunamadı. bu başarıdan cesaret alan ruslar, şanslarını bir kez daha denemek üzere yedek kuvvetlerini ve son kıtalarını ileri sürdüler, çar'ın hassa alayı da bunlar arasındaydı. rus ordusu, fransızların sağ kanadının manevrasına koruma sağlayan merkeze saldırıya geçti. rusların yanmış köyü ele geçireceğinden bir an korkuldu ama o esnada louis friant’ın tümeni oraya yetişti, seksen fransız topu düşman kanatlarını önce durdurdu, sonra da bozguna uğrattı, bu kanatlar iki saat top ateşi altında sık yığınlar halinde kaldılar. ruslar ileri atılmaya cüret edemiyor, geri çekilmek de istemiyor ve zafer umudunu kaybetmiş bulunuyordu. napoli kralı joachim murat, kararsızlıkların hakkından geldi, dördüncü süvari kolordusunu hücuma geçirdi, askerler rusların sıkışık yığınlarıyla zırhlı süvari bölükleri arasında topçuların açtığı gediklerden girdiler, ruslar her yandan bozguna uğradı.

    "öğleden sonra saat 2: ruslar bütün umudunu yitirmiş bulunuyor, savaş sona ermiştir. top ateşi yine devam ediyor, ruslar artık zafer uğrunda değil çekilmeyi sağlamak ve canlarını kurtarmak için savaşmaktadır. bütün kaybımız 10.000 kişi olarak hesaplanabilir; düşmanın kaybı ise 40.000-50.000 kişiydi. böyle bir muharebe alanı asla görülmüş değildi. altı cesetten biri fransız, beşi rustu. kırk rus generali ölmüş, yaralanmış veya esir edilmişti: general pyotr bagration da yaralıydı.

    biz, bir gülleye kurban giden tümgeneral kont louis-pierre montbrun'ü, bir saat sonra da onun yerine gönderilen ve aynı şekilde ölen general kont auguste-jean-gabriel de caulaincourt'u kaybettik.

    tuğgenerallerden dördü, claude antoine compère, louis auguste marchand plauzonne, marlon ve huart öldüler; çoğu hafif olmak üzere yedi sekiz general yaralandı, neyse ki eckmühl prensi mareşal ney'e bir şey olmadı. fransız askerleri şan aldılar ve rus ordularına büyük üstünlüklerini gösterdiler.

    mojaysk’tan iki fersah ve moskova’dan yirmi beş fersah mesafede verilen bu borodino meydan muharebesi'nin özeti kısaca budur.

    imparatorun hayatı katiyen tehlikeye atılmamıştı. imparatorluk muhafızları*, piyade ve süvarisiyle muharebeye tek adam sokmamış ve tek adam kaybetmemişti. zafer hiçbir zaman kararsız görülmemişti. mevzileri zorlanan düşman bunları geri almaya kalkışmasaydı, bizim kayıplarımız ruslarınkinden fazla olacaktı ama ruslar askerlerini sabah sekizden akşam ikiye kadar bataryalarımızın ateşi altında tutmak ve kaybettiğini geri almak için ayak diremek yüzünden ordusunu kaybetmişti. kayıplarının pek büyük oluşunun sebebi buydu."

    bu delilsiz ve birçok şeyi belirtmeyen bildiri, borodino muharebesi ve özellikle büyük tabyada yapılan korkunç çatışmalar hakkında doğru bir fikir verebilmekten uzaktır. savaşta seksen bin kişi kaybedildi; bunlardan otuz bini fransızlardandı. general auguste du vergier de la rochejaquelein'in yüzü bir kılıç darbesiyle yarıldı ve ruslara esir düştü, bu adam başka savaşları ve başka bir sancağı akla getiriyordu. hemen hemen tamamıyla yok olmuş olan 61. alayı teftiş eden bonaparte, alayın komutanına dedi ki: -"albay, taburlarınızdan birine ne oldu? +"majesteleri, tabyada hepsini yitirdik." ruslar bu muharebeyi kazanmış olduklarını daima iddia etmişlerdir, hala da etmektedirler ve sonrasında, borodino sırtlarına bir zafer anıtı da dikeceklerdir.

    bonaparte’ın bildirisinde eksik kalan tarafları mösyö segur’un anlattıkları tamamlayacaktır: "imparator savaş alanını dolaştı. hiçbir savaş alanı böylesine korkunç bir manzara göstermemiştir. bu korkunçluğa her şey katılıyordu: karanlık bir gök, soğuk bir yağmur, şiddetli bir rüzgar, kül olmuş evler, altüst olmuş yıkıntılar ve molozlarla örtülü bir ova, ufukta kuzey ağaçlarının hazinliği ve koyu yeşilliği, her yanda cesetler arasında dolanan ve yiyecek bulmak umuduyla ölmüş arkadaşlarının çantalarını bile karıştırmaktan çekinmeyen askerler, korkunç yaralar; çünkü rus kurşunları bizimkilerden daha büyüktür. ordugahlar sessiz, türküler susmuş, hikaye anlatan kalmamış: tamamıyla kasvetli bir sessizlik. grande armee'nin kartallı sancaklarının çevresinde subaylarla erbaşlardan geri kalanlarla birkaç asker, yalnıza sancağı muhafazaya ancak yetecek kadar insan görülüyordu. savaşın çetinliğinden askerlerin elbiseleri yırtılmış, baruttan kararmış, kana bulanmıştı. bununla birlikte bütün bu kartalların, bu sefaletin, bu felaketin ortasında herkes vakur durmaktadır. hatta imparatoru görünce bazı zafer naraları işitildi ama bunlar seyrekti ve içten kopma değildi çünkü bu orduda, hem heyecanlanmaya, hem de olup bitenleri tahlile yetenekli her asker, bütün ordunun durumunu takdir ediyordu.

    imparator, zaferini ancak ölülerin sayısıyla ölçebilirdi. toprak, tabyalara serilmiş o kadar çok fransızla örtülmüştü ki, ayakta kalanlardan ziyade cesetlerin malı olmuş gibiydi. adeta ölü galiplerin sayısı canlı muzafferlerden fazla görünüyordu.

    napoleon’un peşinden gitmek için üstlerine basıp geçmek gereken bu ölüler yığını arasında atlardan birinin ayağı bir yaralıya dokundu, o da hayatta olduğunu gösteren son bir harekette bulundu ve acısından haykırdı. o ana kadar zaferi gibi sessiz duran ve bunca kurbanlarının manzarasından yüreği ezilen imparator parlayıverdi, öfkeyle bağırıp çağırarak ve bu zavallıya bakılmasını emrederek içini ferahlattı. sonra her yandan çığlıkları işitilenlerin yardımına koşsunlar diye maiyetindeki subayları etrafa dağıttı.

    yaralılar özellikle hendeklerde kalabalıktı, bizimkilerden çoğu buraya atılmışlar, birtakımı da düşmandan ve kasırgadan daha iyi korunmak için sürüne sürüne bu hendeklere girmişlerdi. kimileri, inleyerek vatanlarının ve analarının adını söylüyorlardı, bunlar en gençleriydi. daha emektarlar ölümü ya kayıtsız, yahut da alaycı bir tavırla bekliyor, yardım dilenmeye veya sızlanmaya tenezzül etmiyorlardı; birtakımı da hemen öldürülmelerini istiyorlardı ama bu zavallıların yakınından geçenler yan çiziyorlar, yüreklerinde ne yardımlarına koşmak gibi boş bir acımaya, ne de bunları öldürecek kadar haince bir merhamete yer bulabiliyorlardı."

    işte kont segur’un anlattıkları bunlardır: vatanın savunması için kazanılmamış, sadece bir fatihin büyüklük hırsını dindirmeye yarayan zaferlere sade ve anlamlı bir lanetleme! sanki epir kralı pyrrhus mezarından kalkmış ve yeniden bir zafer kazanmıştı.

    imparatorun en seçkin 25.000 askerden kurulu olan muhafız kolordusu, borodino muharebesi'ne hiç sürülmemişti, bonaparte türlü sebepler ileri sürerek buna yanaşmamıştı. adetine aykırı olarak ateşten uzak durdu ve muharebeyi uzaktan izledi. bir gün önce zaptedilen bir tabyanın yanında oturuyor veya geziniyordu: generallerinden birinin ölümünü kendisine haber vermeye geldikleri zaman, "zavallı, yazık oldu" der gibi bir harekette bulunuyordu. bu kayıtsızlık hayret uyandırıyordu. mareşal ney, şöyle söyleniyordu: "ordunun gerisinde na yapıyor? orada ancak bozgunlar kendisini bulabilir, zaferler değil. mademki artık savaşı kendisi yönetmiyor, artık komutanlığı bıraktı, mademki her yerde imparator kalmak istiyor, sarayına dönsün de bıraksın onun yerine biz komuta edelim!" joachim murat bile, o büyük günde napoleon’un dehasından bir şeyler göremediğini itiraf eder.

    sınırsız hayranları napoleon’un bu uyuşukluğunu rahatsızlığına verirler, sözde o sırada birtakım hastalıklar çekiyormuş, her an atından inmek zorunda kaldığını, sık sık başını bir topa dayayarak hareketsiz durduğunu ileri sürerler. olabilir, geçici bir rahatsızlık o sırada enerjisini uyuşturmuştur belki ama saksonya seferiyle o ünlü fransa seferinde bu enerjisini tekrar bulduğu göz önünde tutulursa, borodino’da hareketsiz kalışına başka bir sebep aramak gerekir. nasıl, bildirisinde manevra yaparak düşmanı sağlam mevzisini bırakmaya zorlamak kolaydı ama böylece savaş yine geri atılmış olurdu diye itiraf ederek, binlerce fransız askerini ölüme mahkum edecek kadar zihni canlı iken, nasıl olur da hiç değilse muhafız kıtasına onların yardımına koşmasını emredecek kadar beden gücünden yoksun bulunuyordu? bunu anlamak için napoleon’un tabiatından başka bir açıklama olamaz: kara baht yaklaşıyordu, onun ilk teması imparatoru buz gibi dondurmuştu. napoleon’un büyüklüğü, talihsizlik içinde de baki kalan cinsten değildi, yalnız ikbal içindedir ki bütün melekeleri işliyordu: felaketlere intibak edecek adam değildi o.

    borodino muharebesi'nin vuku bulduğu alan ile moskova şehri arasında joachim murat, mojaysk önünde bir çarpışmaya tutuştu. şehre girildi ve burada on bin ölü ve ölmek üzere olan insanlar bulundu; canlıları yerleştirmek için ölüleri pencerelerden sokaklara fırlattılar. ruslar ise, artlarında prens bagration gibi nice yiğit general ve asker bırakmalarına rağmen, düzenli bir şekilde moskova’ya doğru çekiliyorlardı.
  • bölüm 13 (13 sayısının uğursuzluğuna denk gelen olaylar; imparatorun fethettidiği moskova'ya girişi, moskova valisi kont rostopçin, şehirdeki büyük yangın, general kış hazretleri, napoleon'un petersburg seferi düşünceleri ile barış çabaları)

    13 eylül gecesi, rus ordusu başkomutanı mareşal mihail kutuzov bir savaş şurası toplamıştı. bütün generaller, sadece moskova’nın bütün vatan demek olmadığını dile getirdiler. çar aleksandr’ın ispanya’da angouleme dükünün karargahına göndermiş olduğu subay olan buturlin, rusya seferi'nin tarihi adlı eserinde, mareşal barclay de tolly de doğrulayıcı muhtıra yazısında, şura’yı bu kanaate sevkeden sebepleri anlatırlar. bu sırada rus askerleri çarların eski hükümet merkezinden geçerlerken kutuzov, napoli kralı murat'ya mütareke teklif etti. mütareke kabul edildi çünkü fransızlar şehrin harap olmasını istemiyorlardı. yalnız joachim murat düşmanın artçılarını yakından kovalıyor ve fransız kumbaracıları çekilen rus kumbaracılarını adım adım izliyordu. ama napoleon eriştiğini sandığı başarıdan uzaktı: kutuzov’un ardında fyodor rostopçin saklanmıştı.

    kont rostopçin moskova valisiydi. intikam gökten ineceğe benziyordu. büyük masraflarla inşa edilen kocaman bir balon fransız ordusunun üzerinde uçacak, binlercesi arasında imparatoru seçecek, bir demir ve ateş yağmuru altında onun başına düşecekti. deneme sırasında bu hava gemisinin kanatlan kırıldı, hava bombasından vazgeçmek zorunda kaldılar ama rostopçin’in elinde daha başka çareler vardı. borodino bozgununa ait haberler, kutuzov’un bir bildirisinde imparatorluğun başka taraflarında zaferler kazanmakla övünüldüğü bir sırada moskova’ya erişti. rostopçin kafiyeli bir nesirle birçok beyanname çıkarmıştı. diyordu ki: "haydi moskovalı dostlarım, biz de yürüyelim! yüz bin kişi toplarız, kutsal bakirenin resmini, bir de yüz elli topu alırız, hepsinin hakkından geliriz."

    halka sadece yabalarla silahlanmalarını tavsiye ediyordu, ne de olsa fransız dediğin kuş kadar canı olan bir insandı.

    rostopçin’in moskova yangınında herhangi bir payı olduğunu kabul etmediği malumdur, aleksandr’ın da bu hususta hiçbir şey söylemediği de bilinir. rostopçin acaba mallarını mülklerini kaybeden soyluların tüccarların tenkitlerinden mi kaçınmak istemiştir? aleksandr dünya tarafından barbarlıkla itham edilmekten mi korkmuştur? bu asır o kadar biçaredir ki, bonaparte onun bütün büyüklüklerini öylesine gasp etmiştir ki, ne zaman şerefli bir harekette bulunulsa, kimse bunu üstüne almak istemez, herkes o hareketin mesuliyetinden sıyrılmaya çalışırdı.

    moskova yangını bir milletin bağımsızlığını kurtaran ve birçoklarının kurtuluşuna yardım eden kahramanca bir karar olarak kalacaktır. numancia (eski ispanya’da douro ırmağı kaynakları civarında galyalılar tarafından kurulmuş bir şehir. ünlü general scipio aemilianus komutasındaki romalılar tarafından m.ö. 133'de zapt edilmiş ve tamamen yıkılmıştır, cervantes'in bu olayı anlatan bir piyesi vardır, moskova'yı buna benzetebiliriz) insanların hayranlığını hak etmekten çıkmış değildir. moskova yanmış, ne çıkar! daha önce de yedi defa yanmış değil miydi? napoleon yirmi birinci bildirisinde "bu başkentin yanması rusya’yı yüz yıl geri atacak" demişti ama moskova, sefer sonrasında da taptaze ve ışıl ışıl değil midir? madame de staël ne güzel söyler: "moskova’nın uğradığı felaket, rus imparatorluğunu diriltti. bu dindar şehir döktüğü kanıyla sağ kalan kardeşlerine taze bir güç sunan bir din kurbanı gibi can verdi." -on sürgün yılı

    zeki ve bilgili bir adam olan kont rostopçin paris’e de gelmişti, yazılarında düşünceler adeta bir şaklabanlık perdesi altında gizlenir, bir çeşit uygarlaşmış barbar, alaycı, hatta fesat yürekli bir şair, ulusları ve kralları hor görürken bir yandan da yüksek işler görecek kabiliyette bir adamdır: "gotik kiliselerin büyüklüğü içinde grotesk süslere de yer vardır." moskova’da bozgun havası esmeye başlamıştı. kazan yolları yayan, arabalı, tek başlarına veya uşaklarıyla birlikte kaçan insanlarla doluydu. bir işaret bir an yüreklere su serpmişti; başlıca kilisenin haçını destekleyen zincirlerin arasına bir akbaba takılıp kalmıştı; roma'da olsa, moskova gibi, bu işareti napoleon’un esir düşeceğine yorarlardı.

    kapı kapı dolaşan rus yaralılarıyla dolu ardı arkası gelmeyen kafileler yaklaşınca, bütün umutlar suya düştü. kutuzov, elinde kalan 90.000 askerle şehri savunacağını rostopçin’e söylemişti. yukarıda okuduğunuz üzere, savaş kurulu kendisini geri çekilmeye zorladı. rostopçin ise yalnız kaldı.

    gece oldu. birtakım haberciler esrarlı bir şekilde kapıları çalarak yola düşmek gerektiğini, moskova'nın yok olmaya mahkum bulunduğunu bildirdiler. genel binalarla pazarlara, dükkanlara ve evlere parlayıcı ve yanıcı maddeler konuldu, yangın tulumbaları yerlerinden alınıp götürüldü. tam da o vakit, rostopçin hapisanelerin açılmasını emretti. iğrenç bir insan sürüsü içinden bir rusla bir fransız çıkardılar. rus, bir alman cizvit tarikatına mensuptu, vatanına ihanet etmek ve fransızların bildirisini çevirmiş olmakla suçlanıyordu. babası koştu, oğluna hayır duası etmesi için hükümet kendisine zaman bıraktı, ihtiyar moskovalı: "bir haine hayır duası mı edeceğim!" diye haykırdı ve oğluna lanet okudu. mahkum olan oğul halka teslim edildi ve linç edildi.

    rostopçin, fransıza dedi ki: "sana gelince, herhalde vatandaşlarının gelmesini dört gözle bekliyorsundur. serbestsin, git ve seninkilere söyle ki, rusya’da yalnız bir hain çıktı, o da cezasını buldu."

    serbest bırakılan öbür suçlular, aflarıyla birlikte, zamanı gelince şehri kundaklamak için gerekli talimatı da aldılar. gemisi batmakta olan bir kaptan teknesinden nasıl herkesten sonra ayrılırsa, rostopçin de öyle moskova’dan sonuncu olarak çıktı.

    napoleon, at sırtında, öncülerine yetişmişti. şehir ile arasında aşılacak yalnızca bir sırt kalmıştı; montmartre nasıl paris’e bitişikse, bu sırt da moskova’ya öyle değiyordu. bayırın adı kurtuluş tepesi idi çünkü ruslar, kutsal şehri görünce burada dua ederlermiş, tıpkı hristiyan hacılarının kudüs’ü görünce yaptıkları gibi. rus şairlerinin deyimiyle kubbeleri yaldızlı moskova, iki yüz doksan beş kilisesi, bin beş yüz konağı, sarı, yeşil, pembe boyalı girintili çıkıntılı evleriyle güneşin altında pırıl pırıl yanıyordu. manzarada eksik olan sadece "serviler ile boğaziçi" idi. perdahlanmış veya boyanmış sac levhalarla örtülü bu yığının arasında kremlin de vardı. tuğladan ve mermerden zarif köşklerin arasında, moskova nehri, bu şehrin palmiyeleri olan çam korularıyla süslü parklar içinden akıyordu: venedik, en şanlı günlerinde, adriyatik sularında bundan daha parlak olmamıştı. işte 14 eylül'de, öğleden sonra saat ikidedir ki, kutbun elmaslarıyla süslü bir güneş altında imparator yeni fethettiği şehri uzaktan gördü. moskova, imparatorluğunun ücra bir köşesinde, avrupalı bir prenses gibi, asya’nın bütün zenginliklerine bürünmüş olarak, napoleon’a nikahlanmak için oraya getirilmiş gibiydi.

    bir sevinç haykırışı yükseldi, fransız askerleri "moskova! moskova!" diye bağırdılar ve imparatoru alkışlamaktadırlar: eski şanlı çağlarda, iyi günlerde olsun kötü günlerde olsun, "hep hükümdarım çok yaşa!" diye bağırırlardı. yarbay de baudus der ki: "bu, heybetli şehrin ansızın gözlerimin önüne panoramasını serdiği en güzel bir an oldu. leh tümeninin saflarında görülen heyecanı hiç unutmayacağım; dini bir düşüncenin izini taşıyan bir hareketle kendini gösterdiği için bu heyecan beni daha çok etkiledi. moskova’yı görünce kıtalar hep birlikte dize geldiler ve kendilerini can düşmanlarının başkentine eriştirmiş olduğu için orduların tanrısına, imparator napoleon'a şükrettiler."

    haykırışlar kesildi, şehre doğru sessizce inildi. gümüş bir tepsi içinde anahtarları sunacak heyetin şehir kapılarından çıktığı yoktu. koca şehirde cinler top oynuyordu. moskova, yabancının önünde sessizce can çekişiyordu, üç gün sonra, yok oluvermişti. kuzeyli çerkes, muzaffer imparator ile nişanlı güzel kız, kendisini kül edecek ateşin üstüne uzanmış yatıyordu.

    şehir henüz ayakta dururken napoleon ona doğru yürüdüğü sırada: "o namlı şehir buydu demek!" diye haykırıyor ve seyrediyordu: terk edilmiş moskova, lamientations’da (sızlanmalar diye çevrilebilecek olan bu eser, m.ö. yedinci yüzyılda yaşamış olan yeremya peygamberin eseridir ve kudüs şehrinin asurlular tarafından tahribinden söz eder.) uğrunda gözyaşları dökülen şehre benziyordu. eugène’le poniatowski şimdiden surları aşmışlardı. fransız subaylarından birkaçı şehre girdiler; geri dönüp napoleon’a haber verdiler: "moskova’da kimseler yok!" imparator: "moskova’da kimseler yok mu? olur şey değil! bana derhal şehrin eşrafını getirsinler!" eşraftan eser yoktu, yalnız birtakım yoksul insanlar kalmış, bunlar da saklanmışlardı. sokaklar ıssız, pencereler kapalıydı. az sonra ateş dalgalarının yükseleceği yuvalarda hiçbir ocak tütmüyordu, ortalıkta çıt yoktu. bonaparte omuz silkti.

    kremlin’e kadar ilerleyen joachim murat, orada, vatanlarını kurtarmak için serbest bırakılmış mahkumların haykırışlarıyla karşılaştı. kapıları top gülleleriyle kırmak zorunda kaldılar.

    napoleon, dorogomilov kapısına gitmişti; kenar mahallenin ilk evlerinden birinde durdu, moskova nehri boyunda gezindi, kimseye rastlamadı. evine döndü, mareşal adolphe édouard casimir joseph mortier'yi moskova valiliğine, general antoine jean auguste durosnel'i kale komutanlığına ve barthélemy de lesseps'i de idari işleri görmeye memur etti. imparatorluk muhafız kıtasıyla öteki kıtalar, yerinde yeller esen bir halka gösteriş yapmak için büyük üniformalarını giymişlerdi. bonaparte, çok geçmeden şehri bir olayın tehdit etmekte olduğunu, kesin olarak öğrendi. sabahın saat ikisinde kendisine yangının başladığını haber verdiler, muzaffer komutan, dorogomilov mahallesini bırakarak kremlin’e sığındı, bu olay ayın 15’inci günü sabahleyin oluyordu. büyük petro’nun sarayına girerken bir an sevinç duydu. gururu okşanmış olduğu için, yanmaya başlayan çarşının ışığında, aleksandr’a kısa bir mektup yazdı. aleksandr da vaktiyle, yenilince, austerlitz meydanında ona tıpkı böyle yazmıştı.

    çarşıda hepsi de kapalı olan sıra sıra dükkanlar görülüyordu. önce yangın bastırılır gibi olmuştu ama ikinci gece ateş her yandan yine baş gösterdi. göğe atılan yuvarlak havai fişekleri patlıyor, saraylarla kiliselerin üstüne ışıklı alev demetleri halinde dökülüyordu. şiddetli bir rüzgar kıvılcımlar savuruyor ve kremlin’in üstüne küçük kor parçaları düşürüyordu, sarayda bir barut deposu vardı ve bonaparte’ın oturduğu odanın pencereleri altına birçok top bırakılmıştı. alev dalgaları fransız askerlerini mahalleden mahalleye kovalıyordu. gorgonlarla medusalar (yunan mitolojisine atıf), ellerinde meşalelerle, bu cehennemin mosmor yol kavşaklarını dolaşıyorlardı, başkaları katranlı tahtadan yapılma ciritlerle ateşi körüklüyorlardı. bonaparte, yeni pergama’nın (troia kalesi, troia anlamında da kullanılır) salonlarında, pencerelere koşuyor, haykırıyordu: "ne inanılmaz bir azim! ne adamlar bunlar! iskit bu herifler!"

    kremlin’in lağımlanmış olduğuna dair bir söylenti dolaştı. sivil maiyet adamları baygınlıklar geçirdiler, askerler tevekkül gösterdiler. dışarıda birçok ateş yuvalarının ağızları genişliyor, birbirlerine yaklaşıyor, birleşiyorlardı. tophanenin kulesi, uzun bir mum gibi kor haline gelmiş bir kilisenin ortasında yanıyor. kremlin artık dalgalı bir ateş denizinin gelip sahillerine çarptığı kapkara bir adadan başka bir şey değildi. parıltıları yansıtan gök, sanki bir kuzey şafağının kımıltılı ışıklarıyla tutuşmuş gibiydi.

    üçüncü gece yaklaşıyordu. boğucu bir buhar tabakası içinde nefes almak bile güçleşmişti. napoleon’un oturduğu binaya iki defa kundak sokulmuştu. nasıl kaçmalı? birleşmiş alevler kalenin kapısını çevirmişti. her yanı araştıra araştıra, moskova nehrine açılan bir gizli yol buldular. galip komutan, muhafız kıtasıyla birlikte, bu kurtuluş kapısından sıvıştı. çevresinde ve şehirde, kubbeler çatırdayarak çatlıyor, erimiş madenden çağlayanlar akıtan çan kuleleri yana yatıyor, kopuyor ve düşüyor. çatılar, kirişler ile damlar çatırtılarla kıvılcımlar saçarak ve yıkılarak bir pyriphlegethon'a (yunan mitolojisi cehennemindeki 5 nehirden biri) dökülüyor ve oradan kızgın alevlerle milyonlarca altın pullar fışkırıyordu. bonaparte, artık kül haline gelmiş bir mahallenin soğumuş marsıkları üzerinden geçerek güç bela kaçabildi, çarın yazlık köşkü olan petrovski’ye gitti.

    general gourgaud, mösyö ségur’ün eserini tenkit ederken, imparatorun yaverini yanılmış olmakla suçlar. gerçekten, mareşal jean baptiste bessières’in yaveri olup bizzat napoleon’a kılavuzluk etmiş olan mösyö baudus’nün anlattıklarıyla ispat edilmiştir ki imparator bir gizli geçitten kaçmamış, kremlin’in büyük kapısından çıkmıştır. sainte-hélène kıyılarındayken napoleon, iskitlerin şehrinin yanışını tekrar görüyordu: "şiir ne kadar süslemiş olursa olsun, troia yangınını anlatan bütün hikayeler moskova yangınının gerçeği yanında sönük kalır."

    sonradan bu felaket sahnesini hatırlarken bonaparte yine şunları yazmıştı: "ters talihim gözüme göründü ve bana elbe adasında bulduğum kötü sonucumu haber verdi." kutuzov önce doğuya yönelmiş, sonra güneyde yerleşmişti. gece yürüyüşleri uzaktan uzağa yanan moskova’nın ışığıyla yarı aydınlanmıştı. moskova’dan cehennemi andıran bir uğultu yükseliyordu. dehşetli ağırlığı yüzünden yerine çıkarılamamış olan çanı, sanki sihirli bir el yanan bir çan kulesine asarak çalmaya başlamıştı. kutuzov, kont rostopçin’in malı olan voronovo’ya vardı. o muhteşem binayı daha yeni görmüştü ki o da yanıp kül oluveriyordu. bir kilisenin demir kapısında, mal sahibinin eliyle yazılmış şu yazı, şu scritta morta* okunuyordu: "sekiz yıl bu kırları güzelleştirdim ve burada ailemin arasında mutlu yaşadım. bu toprağın bin yedi yüz yirmi kişiden ibaret olan sakinleri siz yaklaşırken buradan ayrılıyorlar, ben de sizin vücudunuzla kirlenmesin diye evimi ateşe veriyorum. fransızlar, size içindeki yarım milyon rublelik eşyasıyla birlikte moskova’daki iki evimi bıraktım. burada külden başka bir şey bulamayacaksınız." -kont fyodor rostopçin

    bonaparte, evvela alevlerle iskitlere hayaline yaraşır bir manzara gibi hayran olmuştu ama çok geçmeden bu felaketin kendisine verdiği zarar coşkunluğunu azalttı ve onu hakaretli hicivlerine yeniden başlattı. rostopçin’in mektubunu fransa’ya gönderirken şöyle diyordu: "anlaşılan rostopçin aklını oynatmış, ruslar ona bir nevi jean-paul marat gözüyle bakıyorlar." başkalarının büyüklüğünü anlamayan, fedakarlıklar saati çalınca o büyüklüğü kendi hesabına da anlıyamayacaktır.

    çar aleksandr, uğradığı felaketi öğrenince sarsılmıştı. çıkardığı emirlerde soruyordu: "avrupa bizi gözleriyle teşvik ederken irkilecek miyiz? ona örnek olalım; erdem ve özgürlük davasında ulusların başına geçmek için bizi seçmiş olan eli selamlayalım." ardından tanrıya bir yakarış geliyordu.

    içinde tanrı, erdem veya özgürlük sözleri geçen bir üslup kuvvetlidir: insanların hoşuna gider, onları yatıştırır ve avutur. pagan deyimleriyle sözde süslenmiş ve alaturka bir tevekkül ifade eden o yapmacıklı cümlelerden ne kadar üstündür: "il fut ils ont été, la fatalité les entraîne! (o bir zaman vardı, onlar bir zaman vardılar, alınyazıları onları sürüklüyor!) en büyük işlerden söz ederken bile hep anlamsız kalan kuru laf kalabalığı.

    15 eylül gecesi moskova’dan çıkan fatih napoleon, ayın 18’inde tekrar şehre girdi. dönüşünde, çamurlar içinde, maun mobilyalar ve yaldızlı tavan kaplamalarıyla yakılmış ateşlere rasladı. bu açık hava ocakları etrafında kararmış, kirlenmiş, üstleri başlan yırtık askerler vardı. ipek kanepelerde yatıyor veya kadife koltuklarda oturuyorlardı, ayakları altında keşmir şalları, sibirya kürkleri, iran’ın sırmalı kumaşları çamurlar içinde serilmişti. altın tabaklar içinde kapkara bir bulamaç veya ateşte kızartılmış kanlı kanlı beygir eti yiyorlardı.

    başıboş bir yağma başlamış olduğu için, bu işi düzene koydular; her alay sırasıyla payını almaya geldi. kulübelerinden kovulmuş köylüler, kazaklar, düşmanın asker kaçakları, fransızların etrafında dolanıyor ve fransız askerlerinin kemirdiği şeylerin artıklarıyla besleniyorlardı. fransız askerleri, ne götürmek mümkünse hepsini alıp götürüyorlardı, sonra bu yağma edilmiş eşyayı taşımaktan yorularak kendi yuvalarından altı yüz fersah ötede bulunduklarını hatırlayınca hepsini atıyorlardı.

    yiyecek bulmak için yapılan araştırmalar dokunaklı sahnelere yol açıyordu: bir fransız kıtası bir inek getiriyordu, yanında birkaç aylık bir çocuğu kucağında taşıyan bir erkekle birlikte bir kadın önlerine çıktı, parmaklarıyla kendilerinden alınan ineği işaret ediyorlardı. kadın, sütü kalmadığını göstermek için göğsünü örten elbiseleri yırttı; baba, çocuğun başını bir taşa vurarak parçalayacağını anlatan bir işaret yaptı. subay ineği geri verdirdi ve ilave etti: "bu sahnenin, askerlerimin üzerinde öyle büyük bir etkisi oldu ki, uzun süre ağızlarını bıçak açmadı."

    bonaparte yeni yeni hayaller kuruyordu. petersburg’a yürümek istediğini bildiriyordu, haritalar üstünde yolu çizmeye bile başlamıştı. yeni planın mükemmelliğini açıklıyor, imparatorluğun ikinci başkentine gireceğinden şüphe etmediğini söylüyordu: "artık harabeler üstünde yapacak ne işi kalmıştı? kremlin’e çıkmış olması şan ve şöhret hırsını doyurmaya yetmez miydi?" işte napoleon şimdi böyle yeni seraplar peşinde koşuyordu; aklını oynatmak üzereydi ama hayalleri hala büyük bir dehanın hayalleriydi.

    mösyö fain der ki: "petersburg’dan on beş vilayet mesafedeyiz: napoleon bu başkente sarkmayı düşünüyor." on beş vilayet geçmek, o mevsimde ve o şartlar içinde iki ay sürer diyebiliriz. general gourgaud ilave eder ki, petersburg’dan alınan bütün haberler napoleon’un hareketlerinden duyulan korkuyu belirtiyormuş. petersburg’dakilerin, imparator şehirlerine yürürse başarılı olacağından şüphe etmedikleri muhakkaktır ama ona ikinci bir şehir iskeleti bırakmaya hazırlanıyorlardı, arhangelsk üstüne çekiliş için yollar işaretlenmişti. son kalesi kutup olan bir ulusa boyun eğdirilemez. üstelik, ingiliz donanması baharda baltık denizi'ne girerek petersburg’un zaptını sadece bir tahripten ibaret bırakacaktı.

    ama bonaparte’ın sınırsız hayali bir petersburg yolculuğu düşüncesiyle eğlenirken, bunun tersi bir düşünceyle ciddi surette meşgul oluyordu: umutlarına inancı onu sağduyudan büsbütün yoksun edecek bir derecede değildi. asıl isteği paris’e moskova’da imzalanmış bir barış getirmekti. böylece çekilişin tehlikelerinden kurtulmuş, şaşılacak bir istilayı başarmış ve tuileries sarayına elinde zeytin dalıyla dönmüş olacaktı. kremlin’e varınca aleksandr’a yazdığı ilk mektuptan sonra, tekliflerini tazelemek için hiçbir fırsatı kaçırmamıştı. mucize eseri olarak, yangından kurtulmuş olan bulunmuş çocuklar hastanesinin ikinci müdürü, rus subaylarından tutelmin ile dostça görüşme sırasında uzlaşmanın lehinde olduğunu çıtlatmıştı. rusya’nın stuttgart eski elçisinin kardeşi yakovlev vasıtasıyla da aleksandr’a doğrudan doğruya yazdı ve yakovlev bu mektubu çar’ın eline vermeyi üstüne aldı. nihayet kutuzov’a general lauriston gönderildi. kutuzov, barış görüşmeleri için aracılık etmeyi vadetti ama general lauriston’a, petersburg’a gitmesi için eline bir yol belgesi vermeye yanaşmadı.

    napoleon, aleksandr’ın üstünde, tilsit ve erfurt’ta yapmış olduğu etkiyi hala yapmakta olduğu kanısındaydı, oysa aleksandr 21 ekim'de prens mihail larkanoviç’e şöyle yazıyordu: "general beningsen’in napoli kralıyla görüşmüş olduğunu öğrenerek son derece üzüldüm. size gönderdiğim emirlerdeki kati ve azimli ifadeler, kararımın sarsılmaz olduğuna, şu anda düşmanın hiçbir teklifi beni, savaşı bitirmeye ve böylece vatanın öcünü almak kutsal görevini zayıflatmaya sevk edemeyeceğine inandırmalıdır."

    rus generalleri, fransız öncülerine kumanda eden joachim murat’nın onurunu ve saflığını kötüye kullanıyorlardı. kazakların gösterdiği ilgiden pek hoşlandığı için subaylardan mücevherler alarak don’lu dalkavuklarına dağıtıyordu ama rus generalleri barışı istemek şöyle dursun, sakın barış imzalanmasın diye korkuyorlardı. aleksandr’ın kesin kararına rağmen, imparatorlarının iradesizliğini biliyorlardı, napoleon'un onu kandırmasından korkuyorlardı. öç almak için gereken tek şey bir ay kazanmak, ilk kırağıların düşmesini beklemekti: rusların dindarlığı, fırtınalarını bir an önce göndermesi için tanrıya yalvarıyordu.

    general robert wilson, rus ordusuna ingiliz komiseri göreviyle gelmişti: kendisi mısır’da da bonaparte’ın yoluna çıkmıştı. öte yandan charles nicolas fabvier de fransa'nın güney ordusundan kuzey ordusuna dönmüştü. ingiliz wilson, kutuzov’u saldırıya geçmeye teşvik ediyordu, fabvier’nin getirdiği haberlerin iyi olmadığı da biliniyordu. avrupa’nın iki ucunda, özgürlükleri için savaşan yalnız iki devlet vardı, bunlar moskova’daki fatihin başı üstünden el ele veriyorlardı. aleksandr’ın cevabı bir türlü gelmiyordu, fransa’dan gelecek ulaklar da gecikti. napoleon’un kaygıları artıyordu, köylüler fransız askerlerine haber veriyorlardı: "siz bizim memleketin havasını bilmezsiniz," diyorlardı, "bir aya kalmaz soğuktan tırnaklarınız sökülür." büyük adı her söylediği şeye bir büyüklük veren john milton, moscovie adlı eserinde der ki: "bu memlekette o kadar soğuk olur ki ateşe atılan dallar bir ucundan yanarken, öbür ucundan fışkıran suyu donar."

    bonaparte, geriye atılacak bir adımın itibarını düşüreceğini, ardından doğan korkunun da onu silip süpüreceğini hissettiği için, yükseldiği mevkiden inmeye karar veremiyordu. yaklaşan tehlike kendini gösterdiği halde, her an petersburg’dan cevap bekleyerek yerinden kımıldamıyordu. herkese o kadar hakaretlerle emretmiş olan adam, yenilmiş olandan gelecek birkaç merhametli söze hasretti. kremlin’de comédie française tiyatrosu için nizamname hazırlamakla meşgul oluyordu, bu yüce eseri tamamlamak için üç gecesini harcıyor, paris’ten gelmiş birkaç yeni şiirin değeri üzerinde yaverleriyle tartışıyordu. son savaşlarında yaralanmış olanlardan hala korkunç acılar içinde can verenler varken ve o birkaç günlük gecikme yüzünden elinde kalan yüz bin askeri ölüme mahkum ederken, etrafındakiler büyük adamın soğukkanlılığına hayran oluyorlardı. asrın uşak zihniyetli sersemliği, bu acınacak gösterişi ölçüye sığmaz bir dehanın kavrayışı gibi göstermeye yeltenmekteydi.

    bonaparte, kremlin binalarını gezdi. büyük petro’nun, üzerinde streltsy'leri boğazlatmış olduğu merdivenleri inip çıktı. petro’nun mahkumları getirttiği ziyafet salonunu gezdi. çar, her kadeh arasında bir baş uçurur ve davetlileri olan prenslerle elçileri de aynı şekilde eğlenmeye davet ederdi. o zamanlar erkekler çarka vurulup öldürülmüş, kadınlar diri diri gömülmüştü; iki bin streltsy asılmış, cesetleri duvarlara asılı bırakılmıştı.

    bonaparte, tiyatrolara dair kararnamelerle uğraşacağına, muhafazakar senatoya, büyük petro’nun prut kıyılarından moskova ayan meclisine yazdığı mektubu yazsaydı daha iyi ederdi. o mektup şuydu: "yanlış düşüncelere kanarak, hiç kabahatim olmadan burada ordugahımda, benimkinden dört kat güçlü bir orduyla çevrilmiş bulunuyorum. esir düşecek olursam, beni artık çarınız ve efendiniz saymayacak, altında kendi elimle atılmış imzamı görseniz bile tarafımdan size getirilebilecek hiçbir emre aldırmayacaksınız. ölecek olursam yerime içinizden en layık olanı seçersiniz." tıpkı ölüm döşeğindeki iskender gibi.

    napoleon’un cambaceres’e gönderdiği bir mektup birtakım anlaşılmaz emirler veriyordu: gereğini düşündüler, mektubun altındaki imza, kuyruğuna bir ilkçağ adı takılmış bir ad olmasına rağmen, yazının napoleon’un kaleminden çıkmış olduğuna hükmedildiği için anlaşılmaz emirlerin yerine getirilmesi gerektiğine karar verdiler.

    kremlin’de iki kardeş için iki kişilik bir taht vardı: napoleon tahtını kimseyle paylaşamıyordu. poltava’da yaralanan demirbaş şarl'ın*, üzerinde kendisini taşıttığı, bir top mermisiyle parçalanmış sedye hala orada duruyordu. ulvi ve asil içgüdüler alanında daima yenik düşen bonaparte, çarların mezarlarını ziyaret ederken, yortu günleri bu kabirlerin nefis örtülerle örtüldüğünü, kimin bir dileği varsa dileğini mezarlardan biri üstüne bıraktığını ve o dilekçeyi kabrin üstünden alma hakkının yalnız çara ait olduğunu acaba hatırladı mı?

    mezarların iktidarda olana sundukları bu dertli dilekçeler napoleon’un hoşuna gidecek türden değildi. o başka işlerle meşguldü: biraz aldatmak maksadıyla, biraz da samimi olarak, tıpkı mısır’dan ayrılırken yaptığı gibi, paris’ten moskova’ya aktörler getirteceğini iddia ediyor ve bir italyan şarkıcının yolda olduğunu temin ediyordu. kremlin kiliselerini yağmaladı, kutsal süslerle ermişlerin suretlerini, müslümanlardan zaptedilmiş hilaller ve tuğlarla birlikte yük arabalarına yerleştirdi. büyük ivan’ın kulesindeki heybetli haçı çıkarttı; niyeti bunu les invalides sarayının kubbesine takmaktı: louvre sarayını süslemiş olduğu vatikan’ın şaheserlerine bu bir nevi eş olacaktı. bu haç çıkarılırken kuzgunlar çığrışarak etrafında dönüp duruyorlardı. bonaparte: "bu kuşların da derdi ne?" diyordu.

    uğursuz an gelmiş çatmıştı: napoleon’un ortaya attığı çeşitli tasarılara daru kontu pierre antoine noël bruno itirazlarda bulunuyordu. imparator, "öyleyse ne yapmalıyız?" diye haykırdı. daru kontu: "burada kalmalı, moskova’yı müstahkem bir ordugah haline getirmeli, kışı burada geçirmeliyiz. besleyemediğimiz atları tuzlayalım, baharı bekleyelim. silahlanan litvanya ile takviyelerimiz gelip bizi kurtarır, birlikte fethimizi tamamlarız." napoleon: "bu bir aslan öğüdüdür ama ya paris ne der? fransa bensiz kalmaya alışamaz." büyük iskender de, "atina’da benim için ne diyorlar?" derdi.

    imparatorun kararsızlığı sürüp gidiyor, yola çıkacak mı? çıkmayacak mı? karar veremiyor, birbiri ardından birçok müzakereler yapılıyor. nihayet 18 ekim'de vinkova’da yapılan bir çarpışma ansızın ona ordusuyla birlikte moskova harabelerinden çıkma kararını verdiriyor. hemen o gün, gösterişsiz, gürültüsüz, başını bile çevirmeden, smolensk kestirme yolunu göze alamayarak, kaluga’dan geçen iki yoldan birinde yürümeye koyuluyordu.
  • bölüm 14 (moskova'dan çıkış, çekilirken oluşan felaketler, berezina ve imparatorun kaçışı)

    napoleon, karnını tıka basa doyurduktan sonra uykuya dalan o heybetli afrika yılanları gibi tam otuz beş gün kendini unutmuştu. herhalde bu, böyle bir adamın talihini değiştirmek için gereken günlerdi. o sırada talihinin yıldızı alçalmaya başlamıştı. kış mevsimiyle yanmış bir başkent arasında sıkışıp kalınca nihayet uyandı, harabelerden dışarı fırlıyor ama iş işten geçmişti, yüz bin asker ölüme mahkumdu. artçılara kumanda eden mareşal mortier, çekilirken kremlin sarayı'nı havaya uçurma emrini almıştı.

    bonaparte, yanılarak ve başkalarını yanıltmaya çalışarak, 18 ekim'de bassano dükü hugues-bernard maret'ye, mösyö fain’in bahsini ettiği bir mektup yazdı: "kasım ayının ilk haftalarına doğru ordularımı smolensk, mogilev, minsk ve vitebsk arasındaki dört köşe sahanın içine getirmiş olacağım. moskova artık askeri bir mevki olmaktan çıktığı için bu harekete karar verdim, gelecek savaş mevsiminin başlarında daha uygun bir yer arayacağım. o zaman petersburg ve kiev üzerine harekatta bulunmak gerekecek." sadece bir yalanın geçici yardımına başvurmuş olsaydı, buna acınacak bir şarlatanlık derdik ama bonaparte’ta bir fetih düşüncesi, imkansızlığını mantık ispat etse bile, yine samimi bir kanaat olabilirdi.

    fransız ordusu, maloyaroslavets üzerine yürüyordu. yüklerin fazlalığı ve topçunun kötü koşulmuş arabaları engel olduğu için, yürüyüşün üçüncü günü, moskova’dan ancak on fersah uzaklaşılmış bulunuyordu, mihail kutuzov’dan önce davranmaya çalışıyorlardı. gerçekten de prens eugène de beauharnais'in öncüleri naro-fominsk'de onu önledi. çekilişin başında elde daha 100.000 piyade vardı. süvari kuvveti, muhafız kıtasının 3500 atı bir yana bırakılırsa, hemen hemen sıfıra inmişti. fransız kıtaları, ayın 21’inde yeni kaluga yoluna eriştikten sonra 22 ekim’de borovsk’a girdi ve 23 ekim'de alexis joseph delzons'un tümeni maloyaroslavets'i işgal etti. napoleon seviniyordu, kurtulduğunu sanıyordu.

    23 ekim günü, saat bir buçukta yer yerinden oynadı. kremlin’in kubbeleri altına yerleştirilen doksan bir buçuk ton barut, çarların sarayını parçaladı. kremlin’i havaya uçuran edouard mortier de, 1835'de giuseppe marco fieschi'nin kral louis-philippe'e düzenledigi suikast bombasına kurban gidecekti. gerek zamanı, gerekse insanları bakımından birbirinden o kadar farklı olan bu iki patlayış arasında ne dünyalar değişmişti.

    bu boğuk gümbürtüden sonra, sessizlik içinde maloyaroslavets istikametinden kuvvetli top sesleri geldi. napoleon, rusya’ya girerken bu gürültüyü işitmeyi ne kadar istemişse, çıkarken işitmekten de o kadar korkuyordu. kral vekili’nin bir yaveri rusların genel bir taarruza geçmiş olduklarını haber verdi. geceleyin general jean dominique compans’la general étienne maurice gérard, prens eugène’in yardımına koştular, iki taraftan da çok insan öldü. düşman, kaluga yolunun iki yanını tutmuş, ordunun geçebileceği umulan yol başını kapatmıştı. tekrar mojaysk yoluna düşüp kara bahtın evvelce üstünden geçtiği yollardan smolensk’e dönmekten başka çare kalmamıştı. buna imkan vardı, izleri tekrar bulmak için fransızların yollara serptikleri cesetleri, kuşlar yiye yiye henüz bitirememişlerdi.

    napoleon o geceyi gorodeya'da yoksul bir evde geçirdi, muhtelif generallere bağlı subaylar burada başlarını sokacak bir dam bulamadılar. bonaparte’ın penceresi altında toplandılar, pencere kepenksiz ve perdesizdi. oradan ışık sızdığını görüyorlardı, dışarda kalan subaylar karanlıktaydılar. napoleon, o köy odasında, başını iki eli arasına almış, oturuyordu. joachim murat, louis-alexandre berthier ve jean-baptiste bessières, yanında sessiz ve hareketsiz, ayakta duruyorlardı. imparator hiçbir emir vermedi ve ayın 25’inci günü sabahı, rus ordusunun durumunu gözden geçirmek için atına bindi.

    dışarı daha yeni adım atmıştı ki, kazaklardan oluşan bir birlik, küçük bir çığla birlikte ta yanı başına kadar yuvarlandı. bu canlı çığ, luja’yı geçmiş, ormanların kenarını izleyerek gözden kaçmıştı. bütün oradakiler kılıca sarıldı, imparator bile. bu vurguncular biraz daha cüretli olsalardı bonaparte ellerine esir düşecekti. yanmakta olan maloyaroslavets'de sokaklar yarı kavrulmuş, topçunun tekerlekleri altında doğranmış, ezilmiş, parçalanmış cesetlerle doluydu. kaluga’ya doğru yürüyüşe devam etmek için ikinci bir savaş vermek gerekti ama imparator bunu uygun bulmadı. bu hususta bonaparte’ın taraftarlarıyla mareşallerin dostları arasında bir münakaşa çıktı. fransızların evvelce izlemiş oldukları yolu tutma fikrini kim ortaya atmıştı? şüphesiz ki bu fikir napoleon’dan çıkmıştı, bir ölüm yargısı vermek onu öyle uzun boylu düşündürmezdi, buna alışmıştı.

    26 ekim'de borovsk’a döndükten sonra, ertesi günü, veraya civarında fransız orduları başkomutanına, general ferdinand von wintzingerode ile yaveri kont lev nariskin’i takdim ettiler, moskova’ya vaktinden önce girdikleri için esir edilmişlerdi, bonaparte öfkelendi. kendisinden geçerek: "bu generali kurşuna dizsinler! würtemberg krallığı'nın bir kaçağıdır, ren konfederasyonu'na mensuptur." rus asilzadelerine karşı da ağzına geleni söylüyordu, sözlerini: "petersburg’a gideceğim, o şehri neva nehri'ne dökeceğim." diye bitirdi, sonra birdenbire bir tepenin üstünde görülen bir şatoyu yakmalarını emretti, yaralı aslan köpükler saçarak etrafında her gördüğüne saldırıyordu. bununla beraber, çılgınca öfkeleri arasında, mortier’ye kremlin’i tahrip etme emrini verirken, bir yandan da o iki cepheli tabiatına uygun hareket ediyordu: treviso düküne duygulandığını anlatan cümleler yazıyordu, mektuplarının gizli kalmayacağını bildiği için ona hastaneleri kurtarmasını sıkı sıkı tembih ediyordu. "akka’da da ben öyle davrandım" diyordu. oysa filistin’de türk esirlerini kurşuna dizdirmişti ve rené-nicolas dufriche desgenettes karşı koymuş olmasaydı hastaları da zehirleyecekti. berthier ile murat, prens wintzingerode'u kurtardılar.

    kutuzov gevşek bir halde fransızları izlemeye devam ediyordu. ingiliz general robert wilson, rus generalini harekete geçmesi için ne zaman sıkıştırsa, kutuzov "durun hele bir kar yağsın" diyordu. fransızlar 29 ekim'de uğursuz moskova tepelerine varmışlardı, fransız ordusu acı ve hayretle irkildi. gözler önüne geniş bir mezbaha serilmişti, derece derece çürümüş 40.000 ceset yerde yatıyordu. bir sıraya dizilmiş iskeletler hala askeri disipline uyar gibiydiler, ileride tepeleri delik deşik olmuş birkaç bayır üstünde tek tük iskeletler komutanları olduklarını belli ediyor ve ölüler alanına hakim bir durumda bulunuyorlardı. her yanda parçalanmış silahlar, patlamış trampetler, zırh ve üniforma parçaları, yırtılmış sancaklar, güllelerin yerden birkaç ayak yukarıda biçmiş olduğu ağaç gövdeleri arasında darmadağın bir haldeydi: burası borodino'nun büyük tabyasıydı.

    bu hareketsiz döküntülerin ortasında kımıldayan bir şey gördüler. iki bacağı kopmuş bir fransız askeri, içindekileri dışarı kusmuşa benzeyen mezarlıklar arasından kendine yol açıyordu. bir güllenin yere serdiği bir atın cesedi bu askere barınak vazifesi görmüştü, atın etini kemirerek hayatta kalmıştı. el yordamındaki ölülerin çürümüş etleri yaralarını sarmak için lif ve kemiklerini bağlamak için kav yerine geçmişti. şan ve şöhretin korkunç vicdan azabı napoleon’a sokuluyordu, napoleon bunu beklemiyordu.

    soğuğun, açlığın ve düşmanın hızlandırdığı askerlerin ağzını bıçak açmıyordu. çok geçmeden kendilerinin de, kalıntılarını gördükleri arkadaşlarına benzeyeceklerini düşünüyorlardı. bu mezarlıkta, çekilmekte olan taburların yürek çarpıntıları ile soluklarından ve ellerinde olmadan titreyişlerinin gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu.

    daha ileride hastaneye çevrilmiş kotloskoy manastırını buldular. burada ne aransa yoktu ama içinde ölümü hissedecek kadar canlı olanlar vardı. bonaparte oraya varınca, dağılmış arabalarının odunuyla ısındı. ordu tekrar yola koyulduğu zaman, can çekişenler kalktılar, son barınaklarının eşiğine ulaştılar, kendilerini yola kadar attılar, titrek ellerini onları bırakıp giden arkadaşlarına uzattılar: onlara hem ya bizi de götürün, hem de gitmeyin diye yalvarır gibiydiler.

    her dakika, bırakmak zorunda kaldıkları cephane arabalarını uçuran patlamalar işitiliyordu. levazımcılar hastaları hendeklere atıyorlardı. fransa hizmetindeki yabancıların muhafaza ettikleri rus esirler, muhafızları tarafından öldürülüyordu: hep aynı şekilde öldürülen bu esirlerin beyinleri başlarının etrafına serpiliyordu. bonaparte beraberinde bütün avrupa’yı getirmişti; ordusunda bütün diller konuşulurdu, sancakların, bayrakların her çeşidi görülürdü. savaşmaya zorlanan italyanlar, bir fransız gibi dövüşmüştü; ispanyollar, nam almış olan yiğitliklerine leke sürdürmemişlerdi: napoli ile endülüs’ten, içlerinde tatlı bir rüyanın hasretinden başka bir şey kalmamıştı. bonaparte’ın ancak bütün avrupa’ya yenilmiş olduğu söylenir, doğrudur da; ama bonaparte’ın, gönüllü ya da gönülsüz müttefiki olan avrupa’nın yardımıyla yenmiş olduğu da unutulmamalı.

    rusya, napoleon’un rehberlik ettiği avrupa’ya tek başına karşı koydu, tek başına kalan ve napoleon tarafından savunulan fransa, geri dönen avrupa’yla başa çıkamadı. yalnız şunu da söylemek gerekir ki; rusya’yı iklimi bile savunuyor, avrupa ise efendisinin emri altında istemeyerek yürüyordu. fransa’yı savunmak içinse, tam tersine, ne iklimi vardı, ne de kırılmış olan halkı buna yeterdi; cesaretiyle şanının hatırasından başka bir şeyi yoktu.

    askerlerinin felaketlerine karşı kayıtsız olan bonaparte kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmüyordu: bakanlarının ingilizlere satıldığından söz ediyor, bu savaşı çıkaranların onlar olduğunu söylüyordu, bu savaşın sadece kendi eseri olduğunu itirafa yanaşmıyordu. bu felaketi asil bir hareketiyle örtmek istemekte ısrar eden vicenza dükü, karargahta, dalkavuklar arasında birdenbire parlayıverdi. "ne korkunç zulümler!" diye bağırdı, "rusya’ya getirdiğimiz uygarlık demek buymuş!" bonaparte’ın inanılmayacak sözlerine bakılacak olursa, sözde kızgın ve itimatsız bir tavır takınmış ve dışarı çıkmış. en küçük karşı gelmeye tahammül edemeyerek çileden çıkan adam, evvelce kendisini ettenheim’a götürmeye memur ettiği mektubun kefaretini ödemek için dük armand-augustin-louis de caulaincourt'un sert sözlerine tahammül ediyordu. insan kötü bir harekette bulundu mu, tanrı ceza olarak o işi tanıksız bırakmaz, bir zamanın zorbaları bu tanıkların vücudunu boşuna ortadan kaldırırlardı. ahirete gittikten sonra onlar erinyelerin (yunan mitolojisinde, günahkar insanları cezalandıran zebanilerin latincedeki adı. bunlar, ellerinde hançer, saçlarında yılanlar bulunan kadınlar şeklinde tasvir edilirlerdi) vücuduna girip tekrar geri geliyorlardı.

    gagarin'i geçen napoleon, vyazma’ya kadar sarktı. burada, ıslanmaktan korkan düşmanı kendisini bulamadığı için onu geride bıraktı. 3 kasım'da krivosheinsky'ye vardı. ardında kalan vyazma’da bir muharebenin yapılmış olduğunu orada öğrendi. mikhail miloradoviç'in ordusuna karşı yapılan savaş, fransa için büyük bir kayıp oldu. kolları ile başları sarılı, yaralı fransız askerleri ve subayları, bir yiğitlik mucizesi halinde, düşman toplarının üstüne atılıyorlardı.

    aynı yerlerde geçen bu olaylar silsilesi, ölü tabakalarına eklenen bu yeni ölü tabakaları, savaşların ardından savaşlar, ölümleriyle birlikte unutulup gitmeye mahkum olmasalar, o uğursuz alanları on kere ölümsüz kılmaya yeterdi. rusya’da bırakılmış o köylüler kimin aklına gelir? bu köylüler moskova surları altındaki büyük savaşta bulunmuş olduklarından memnun mudurlar? sonbahar akşamları, kuzey kuşlarının havada uçuşlarını seyrederken fransızların mezarlarını görmüş olduklarını hatırlayan pek olmamıştır. sanayi şirketleri, ocaklarıyla, kazanlarıyla ıssız ovalara taşındı, kemikler yakılıp noir animal'e (hayvan ve insan kemiklerinin yakıldıktan sonra dövülmesinden meydana gelen bir toz. şeker fabrikalarında ve daha başka sanayide ağartıcı madde olarak kullanılır) çevrildi. ister köpekten yapılmış olsun, ister insandan, verniğin fiyatı aynıdır, ister meçhulden gelsin, ister şeref ve şandan, parlaklığı değişmez. işte bugün ölülere gösterilen saygı! işte yeni dinin ayinleri! dis manibus!. "xii. karl’ın mutlu arkadaşları, kutsallığa el uzatan bu sırtlanlar sizi rahatsız etmedi! kakım, kışın el değmemiş karlarda dolaşır, yazın da poltava’nın azgın köpükleri arasında."

    6 kasım'da, derece sıfırın altında on sekize düştü, dört bir yanı kaplayan karların altında her şey kayboldu. kundurasız askerler ayaklarının uyuştuğunu fark ediyorlar, morumsu ve katılaşmış parmakları dokunulunca eli yakan tüfeği bırakıyor, saçları kırağıdan, sakalları donan soluklarından kirpileşiyor, sırtlarındaki partallar buzdan bir kaput haline geliyordu. düşüyorlar, karlar onları örtüyor, yerde mezarlardan çizgiler teşkil ediyorlardı. ırmakların ne yana aktığı artık bilinmiyor, hangi yana gideceklerini öğrenmek için buzları kırmak zorunda kalıyorlar. uçsuz bucaksız kırlarda yolunu şaşıran kıtalar kendilerini hatırlatmak ve tanıtmak için yaylım ateşi açıyorlar, tıpkı tehlikeye düşen gemilerin imdat topu atması gibi. bu cenaze alaylarının mumları gibi, şurada burada hareketsiz billurlarla çevrilmiş çamlar yükseliyor. kargalarla sahipsiz beyaz kurt sürüleri, bu cesetler çekilişini uzaktan izliyordu.

    yürüyüşlerden sonra, ıssız mola yerinde, sağlam ve bir eksiği olmayan ordular gibi korunma tedbirleri almak, nöbetçiler dikmek, karakollarla uğraşmak, muhafız kıtaları yerleştirmek zorunda kalmak ağır bir külfetti. kuzey rüzgarlarıyla dövülen on altı saatlik gecelerde insanlar nerede oturacaklarını, nerede yatacaklarını şaşırıyorlardı. bütün ak süsleriyle devirdikleri ağaçlar bir türlü yanmıyordu, içinde bir kaşık çavdar unu karıştıracak bir avuç karı güçbela eritebiliyorlardı. kuru toprağa daha serilip uzanmadan kazakların ulumaları koruları çınlatıyordu. düşmanın hafif topçusu gürlüyordu, fransız askerleri sofraya oturdukları zaman perhizleri kralların ziyafetiymiş gibi selamlanıyordu, gülleler demirden ekmeklerini aç insanlar arasında yuvarlıyordu. ardından güneş doğmayan bir şafak söktüğü zaman buzdan bir kumaşla örtülmüş trampetlerin vuruşu veya bir borunun kısılmış sesi duyuluyordu: uyandıramadığı savaşçıları silah başına çağıran bu kalk borusundan daha hazin bir şey olamazdı. gün ağardıkça, sönmüş ateşler etrafında kaskatı kesilip ölmüş piyade halkalarını aydınlatıyordu.

    tek tük sağ kalanlar yola koyuluyorlardı. durmadan gerileyen, her adımda sisler içinde silinip kaybolan meçhul ufuklara doğru ilerliyorlardı. bir gün evvelki fırtınalardan usanmışa benzeyen soluk soluğa bir gök altında, seyrekleşmiş yürüyüş kolları, bozkırlar ardından bozkırlar, güllelerle yolunmuş dallarında denizlerin bütün köpükleri kalmışa benzeyen ormanlar ardından ormanlar geçiyorlardı. bu ormanlarda, yapraksız çalılar arasında öten gamlı küçük kış kuşuna bile rastlanmıyordu.

    büyük rus orduları fransız ordusunun peşindeydi. fransız ordusu birçok tümene bölünmüş, bunlar da kafilelere ayrılmıştı. prens eugène öncülere, napoleon merkeze, mareşal michel ney de artçılara komuta ediyordu. türlü engellerin ve çarpışmaların geciktirdiği bu kıtalar, aralarında gerekli mesafeleri sürdüremiyorlardı. kimi birbirini geçiyor, kimi bir hizada yürüyor, sık sık da süvarisizlik yüzünden birbirlerini görmeden ve haberleşmeden ilerliyorlardı. yeleleri yerleri süpüren bodur atlara binmiş tatarlar, bu kar sineklerinden usanan fransız askerlerine gece gündüz rahat vermiyorlardı. manzara değişmişti, evvelce bir dere görmüş oldukları yerde şimdi yatağının dik yamaçlarına buzdan zincirlerle asılı duran bir çağlayan buluyorlardı. bonaparte der ki: (sainte-helene evrakı) "bir gecede otuz bin at kaybettik. o zaman beş yüz tane olan toplarımızı hemen hemen tamamen bırakmak zorunda kaldık. ne cephane götürebildik, ne yiyecek. at bulamadığımız için keşif yaptıramıyor, yolu keşfettirmeye bir öncü kıtası gönderemiyorduk. askerler cesaretlerini ve akıllarını kaybediyorlar, kargaşaya sebep oluyorlardı. en küçük bir olaydan telaşa düşüyorlardı. bütün bir tabura korku salmak için dört beş kişiyi vurmak yetiyordu. toplu bir halde bulunacak yerde yakacak şey bulmak üzere dağınık bir halde dolaşıyorlardı. gözcü diye gönderilenler görevlerini bırakıp evlerde ısınacak bir şey aramaya gidiyorlardı. her yana dağılıyor, kıtalarından uzaklaşıyor, kolaylıkla düşmanın eline düşüyorlardı. daha başkaları yere yatıyor, uyuyorlardı, burunlarından biraz kan geliyor ve uyurken can veriyorlardı. binlerce asker öldü. polonyalılar beş on atla birkaç toplarını kurtardılar fakat fransızlarla öteki milletlerin askerleri artık aynı insanlar değildiler. özellikle süvari çok kayıp verdi. 40.000 süvari erinden 3.000 fazlasının kurtulduğunu sanmam."

    başka bir yarıkürenin güzel güneşi altında bunları
    anlatan napoleon, bu felaketlerin sadece tanığı mıydı?

    yine o derecenin pek aşağı düştüğü gün, fransa’dan, uzun zamandan beri ilk ulak geldi: guillaume mallet'nin çıkardığı fesat haberini getiriyordu. bu fesat hareketinin napoleon’un talihi gibi eşi görülmedik bir tarafı vardı. general gourgaud’nun anlattıklarına göre imparatora en çok tesir eden şey şunu apaçık görmesi olmuş: "saltanat esaslarının, kendi saltanatına tatbiki o kadar az kökleşmiş ki, devlet büyükleri, imparatorun ölüm haberi gidince, hükümdar ölmüşse onun yerine geçecek biri bulunduğunu unutmuşlardı."

    bonaparte, sainte-hélène’de mallet’nin fesadından söz ederken tuileries sarayındaki maiyetine şöyle demiş olduğunu anlatırmış: "ya! baylar, demek ihtilalinizi tamamlamış olduğunuzu sanıyordunuz, beni ölmüş biliyordunuz ama ya roma kralı? yeminleriniz, ilkeleriniz, doktrinleriniz? halinize bakıyorum da geleceği düşünürken titriyorum!" bonaparte’ın muhakemesi kendince mantıklıydı çünkü kendi hanedanını düşünüyordu.

    bonaparte, paris'te dolaşan öldüğü haberink bir kar çölü ortasında, hemen hemen yok olmuş, kanını karların emdiği bir ordunun döküntüleri arasında öğrendi. napoleon’un kuvvet zoruyla kurduğu haklar, rusya’da onun kuvvetiyle birlikte eriyip gidiyordu, başkentte ise bunları şüpheye düşürmek için bir adamın ortaya çıkması yetmişti: din, adalet ve özgürlük dışında hak yoktu.

    bonaparte, tam paris’te olup bitenleri öğrendiği sırada, mareşal michel ney’den bir mektup aldı. bu mektup ona haber veriyordu ki: "en iyi askerler kartalın neden artık korumadığını ve sade öldürdüğünü; kaçmaktan başka yapacak iş kalmadığına göre tabur tabur ölmenin anlamının ne olduğunu soruyorlardı."

    mareşal ney’in yaveri yürekler acısı ayrıntılara girmeye kalkışınca, bonaparte sözünü kesti: "albay, size bunları sormuyorum." bu rusya seferi, imparatorluğun bütün sivil ve askeri makamlarının kötülemiş oldukları bir zıvanasızlıktı. çekiliş yolunun akla getirdiği zaferler veya felaketler askerlerin keyfini kaçırıyor, cesaretini kırıyordu. bu çıkılmış ve tekrar inilmiş yolda napoleon, hayatının iki safhasının bir timsalini görebilirdi.

    9 kasım'da, nihayet smolensk’e varmışlardı. bonaparte’ın bir emri, muhafız kıtası karakolları işgal etmedikçe şehre herhangi bir kimsenin girmesini yasak etmişti. dışarıdaki askerler surların dibinde toplanıyorlar, içerideki askerler kapalı duruyorlar. insanlıktan çıkmış umutsuzların bağrışmalarından gökler inliyor. sırtlarında pis kazak cüppeleri, yamalı kaputlar, delik deşik paltolar ve üniformalar, yorganlar ve battaniyeler, başlarında kalpaklar, sarılmış mendiller, delik kasketler, eğri büğrü, kırık dökük tulgalar var; üstleri başları kan ya da kar içinde, kurşunlarla delik deşik veya kılıçlarla doğranmış bir halde, solgun ve süzülmüş yüzleriyle, karanlık, kıvılcımlı gözleriyle, dişlerini gıcırdatarak surların yukarısına bakıyor, şişman vi. louis zamanında kesilmiş sol ellerini sağ ellerinde tutan o malul esirleri andırıyorlardı, görenler azgın maskeliler veya hastane kaçkını, aklını oynatmış hastalar sanırdı. eski ve yeni muhafız kıtaları yetişti, ilk geçişte yakılan kaleye girdiler. imtiyazlı kıtalara karşı şikayet sesleri yükseldi: "ordu hep onların artıklarını mı toplayacak?" bu aç insan sürüleri, bir hortlaklar ayaklanması gibi, çığrışarak ambarlara saldırdı. onları püskürttüler, çarpışmalar oldu. vurulanların cesetleri sokakta, kadınlar, çocuklar, ağır hastalar arabalarda kaldı. bu eskiden kalmış yığınlarla cesedin çürümesinden hava bozulmuştu, alıklaşmış ya da çıldırmış askerler görülüyordu. tepelerinde saçları dikilmiş ve bükülmüş olan birtakımları küfürler savurarak ya da bir garip gülüşle gülerek cansız yere yıkılıyorlardı. bonaparte bütün öfkesini, verdiği emirlerin hiçbirini yerine getirememiş aciz ve zavallı bir levazımcıdan çıkarıyordu.

    100.000 kişilik ordunun mevcudu 30.000'e inmişti, etrafında 50.000 kişilik döküntüler dolaşıyordu, atlı süvarinin mevcudu topu topu 1.800 kişiden ibaret kalmıştı. napoleon bunların kumandasını victor de fay de la tour-maubourg'a verdi. borodino tabyasına karşı zırhlı süvarileri hücuma geçirmiş olan bu subayın kılıç darbeleriyle başı yarıldı, sonradan dresden’de bir bacağını kaybetti. uşağının ağladığını görünce ona dedi ki: "ne ağlıyorsun? artık iki yerine bir çizme boyayacaksın." kara günlere sadık kalan bu general, taht iddiası olan chambord kontu v. henri’nin sürgünde geçen ilk yıllarında genç prensin akıl hocası olacaktı.

    14 kasım'a kadar smolensk’ten ayrılamadılar. napoleon, mareşal ney’e, mareşal davout’yla görüşmesini ve lağımlar yerleştirerek kaleyi havaya uçurmasını emretti. kendisi de, krasnoy’un ruslar tarafından yağma edilmesinden sonra, 15 kasım'da oraya gidip yerleşti. rus orduları, çemberlerini daraltıyorlardı. moldova ordusu denilen büyük ordu yakınlardaydı, fransızları büsbütün çevirip berezina bataklıklarına sürmeye çalışıyordu. fransız taburlarından arta kalan askerler günden güne azalıyordu. fransızların feci durumunu öğrenen kutuzov pek yavaş kımıldıyordu. ingiliz general wilson: "karargahınızdan yalnız bir an ayrılın, yüksek bir tepeye çıkın, napoleon’un son saatinin çalmış olduğunu görürsünüz. rusya bu kurbanı istiyor, artık lazım gelen tek şey darbeyi indirmektir. bir hücum yeter, iki saat sonra avrupa’nın çehresi değişmiş olur."

    doğruydu ama o vakit asıl darbeyi bonaparte yemiş olacaktı, oysa tanrı fransa’yı cezalandırmak istiyordu.

    kutuzov cevap veriyordu: "üç günde bir askerlerime mola verdiriyorum, bir an ekmeksiz kalsalar utancımdan yerin dibine geçer ve hemen dururum. esirim olan fransız ordusunun muhafızlığını yapıyorum; ne zaman duracak veya büyük yoldan ayrılacak olsa hemen cezasını kesiyorum. napoleon’un sonucu artık kesinlikle belli olmuştur: bu yıldız bütün rus ordularının önünde berezina bataklığında sönecek. onlara napoleon’u zayıflamış, silahlarını kaybetmiş, can çekişir bir halde teslim edeceğim: bu benim için yeterli bir şereftir."

    bonaparte, pek bol kullandığı o hakaretli küçümsemesi ile ihtiyar kutuzov’tan bahsetmişti: ihtiyar kutuzov da onun hakkında aynı hor görücü dili kullanıyordu.

    kutuzov’un ordusu komutanından daha sabırsızdı, kazaklar bile söyleniyorlardı: "bu iskeletlerin mezarlarından dışarı uğramasına ses çıkarmayacak mıyız?"

    smolensk’ten ayın 15’inde hareket etmiş olması gereken ve 16’sında krasnoy’da napoleon’a katılacak olan dördüncü ordu hala görünürlerde yoktu. bağlantı kalmamıştı, en önden gelen prens eugène, bağlantıyı tekrar kurmaya boş yere çalıştı ama bütün yapabildiği şey rusları çevirip krasnoy’da muhafız kıtasıyla birleşmek oldu lakin
    mareşal davout’la mareşal ney hala görünmüyorlardı.

    o zaman napoleon ansızın o yüksek askeri dehasını yeniden buldu. ayın 17’sinde elinde bir bastonla krasnoy’dan çıktı. mevcudu 13.000'e inen muhafızlarının başında, sayısız düşmanlara meydan okuyarak smolensk yolunu temizlemek ve iki mareşaline yol açmak istiyordu: "imparatorluk ettiğim yeter, generalliği ele almanın zamanı geldi." iv. henri, amiens’i kuşatmaya giderken, "fransa kralı olduğum yeter, biraz da navarra kralı olmanın zamanı geldi," demişti. napoleon’un yürüdüğü yerin civarındaki sırtlar topçu kuvvetleriyle dolmaktaydı ve her an onu darmadağın edebilirdi. bu sırtlara bir göz attı ve "avcılarımdan bir süvari bölüğü orayı zaptetsin!" dedi. rusların sadece aşağı sarkmaları yeterdi, yalnız sayılarının üstünlüğüyle onu ezerlerdi ama bu büyük adamı ve muhafızların döküntülerini savaş düzenini almış bir halde görünce, büyülenmiş gibi hareketsiz kaldılar: napoleon’un bir bakışı sırtlarda 100.000 rus'u durdurdu.

    kutuzov, bu krasnoy olayı dolayısıyla petersburg’da smolenski unvanıyla mükafatlandırıldı: herhalde bonaparte’ın bastonu altında, cumhuriyetin sonucundan umudunu kesmediği için bu mükafata layık görülmüş olacaktı.

    bu boş gayretten sonra 19 kasım'da dinyeper’in öbür yanına geçti ve orşa’da ordugah kurdu. moskova yanmamış ve oturmasına imkan vermiş olsaydı, kışın can sıkıntısını gidermek için hayatını yazmak amacıyla getirmiş olduğu kağıtları orada yaktı. sveti ivan kilisesi'nin kocaman haçını semlevo gölüne atmak zorunda kalmıştı. haçı kazaklar orada bulmuş, büyük ivan kulesine tekrar takmışlardı.

    fransızlar orşa’da kaygı içindeydiler. mareşal ney’i bulmak için napoleon’un giriştiği harekete rağmen kendisi hala ortalarda yoktu. sonunda baranni’de ondan haber aldılar. prens eugene ona katılmayı başarmıştı. imparatorun dostları yazılarında onunla doğrudan doğruya ilgili olmayan bütün olaylar hakkında titiz bir ihtiyatla ifade kullanırlarsa de, general gourgaud, napoleon’un bu habere ne kadar sevindiğini anlatır. ordunun sevinci çabuk söndü, tehlikeler birbirini kovalıyordu. bonaparte, kohanov’dan tolojim’e giderken bir yaver kendisine borisov köprü başının kaybedildiğini haber verdi. burayı moldava ordusu general jan henryk dabrowski'den almıştı. borisov’da reggis dükünün baskınına uğrayan moldava ordusu da köprüyü attıktan sonra berezina’nın arkasına çekilmişti. böylece derenin öte yanında, pavel vasiliyeviç çiçagov fransızların karşısında bulunuyordu.

    hafif süvarilerden bir tugaya kumanda eden general jean corbineau, bir köylüden bilgi edinerek, borisov’un yukarısında veselovo geçidini bulmuştu. bu haber üzerine napoleon, 24 kasım akşamı, jean baptiste eblé ve françois chasseloup’yu köprücüler ve istihkamcılarla birlikte gönderdi, bildirilen geçit yeri olan berezina üzerinde studiyanka’ya vardılar.

    iki köprü kuruldu, kırk bin rustan oluşan bir ordu, karşı kıyıda ordugah kurmuştu. gün ağarırken karşı kıyıda ıssız bir halde ve rus tümeninin artçılarını çekilmekte görünce fransızlar ne kadar da şaşırmışlardı! gözlerine inanamıyorlardı. eblé’nin çürük çarık köprülerini havaya uçurmak veya yakmak için tek bir gülle, bir kazak'ın ateşi yeterdi. koşup bonaparte’a haber verdiler, acele kalktı, dışarı çıktı, gördü ve: "amirali aldattım!" diye haykırdı. şaşması doğaldı, ruslar yüze yüze kuyruğuna getirmişken fırsatı kaçırmışlardı ve savaşı üç yıl daha uzatacak bir hatada bulunmuşlardı ama komutanları aldanmış değildi. amiral çiçagov her şeyi görmüştü, sadece tabiatının gereğine uymuştu. zeki ve ateşli olmakla beraber rahatına düşkün bir adamdı. soğuktan korkuyor, soba başından ayrılmıyor ve iyice ısındıktan sonra fransızları temizlemeye vakit bulacağını düşünüyordu: mizacına boyun eğmişti. servetini bırakarak ve rusya’yla ilgisini keserek sonradan londra’ya çekilmiş olan çiçagov, quarterly review'e 1812 savaşı hakkında yazılar verdi, kendini mazur göstermeye çalışıyordu. vatandaşları ona: "bu, ruslar arasında bir tartışmadır, sen sus!" cevabını veriyorlardı. bu iki köprünün kurulması ve rus tümeninin akıl ermez çekilişiyle bonaparte kurtulmuş olsa bile fransızlar kurtulmuş değillerdi: başka iki rus ordusu nehrin napoleon’un ayrılmaya hazırlandığı kıyısında toplanıyordu.

    chambray der ki: "eble’nin emrindeki köprücülerin sadıklığı ve gayreti, berezina’yı geçişin hatırası yaşadığı sürece yaşayacaktır. bunca zamandan beri çektikleri acılar yüzünden takatten düşmüş olmalarına, besleyici yiyecek ve içeceklerden yoksun bulunmalarına rağmen, çok sertleşen soğuğa aldırmadan, bazen göğüslerine kadar suya girdikleri görüldü. bu, hemen hemen kesin bir ölüme koşmak demekti ama ordu onlara bakıyordu ve orduyu kurtarmak için kendilerini feda ettiler."

    mösyö segúr de der ki: "fransızların arasında kargaşa hüküm sürüyordu ve iki köprüyü tamamlamak için malzeme kıtlığı vardı. 26-27 kasım gecesi arabalardan kurulan köprü iki defa yıkıldı, bu yüzden geçiş yedi saat gecikti. 27 kasım günü akşamın saat dördüne doğru üçüncü bir defa yıkıldı, öte yandan korulara ve civar köylere dağılmış olan döküntüler ilk geceden faydalanmamışlardı ve 27’nci günü, şafak ökünce köprüyü geçmek için hep birlikte yığılmışlardı.

    bu yığılma, bilhassa hareketlerini ona göre ayarladıkları imparatorluk muhafızları yürüyüşe geçince oldu. muhafız kıtasının hareketi adeta bir işaret yerine geçti: döküntüler her yandan koşup geldiler, kıyıda biriktiler. bir anda dar köprü başını insanlar, hayvanlar ve arabalardan kurulu büyük ve karmakarışık bir kalabalığın sardığı görüldü. en öncekiler, arkalarından gelenler tarafından itildikleri, bunlar da muhafızlar ve köprücüler tarafından itildikleri veya önlerine nehir çıktığı için eziliyor, ayaklar altında çiğneniyor veya berezina’nın sürüklediği buzlar arasına yuvarlanıyorlardı. bu heybetli ve korkunç kargaşadan, kimi bozuk bir uğultu, kimi iniltiler ve korkunç seslere karışık büyük bir gürültü yükseliyordu. karışıklık o dereceyi bulmuştu ki, saat ikiye doğru imparator köprü başına gelince, kendisine yol açmak için kuvvet kullanmak gerekmişti. muhafızlardan bir kumbaracı kıtasıyla general la tour-maubourg, merhamete gelerek bu biçareler kalabalığı arasında geçit aramaktan vazgeçmişlerdi. sahile toplanmış olan uçsuz bucaksız kalabalık, atlar ve arabalarla karmakarışık bir durumda, orada ürkünç bir yığıntı halinde yolu tıkamıştı. ilk düşman gülleleri öğleye doğru bu kargaşanın ortasına düşmeye başladı: bu gülleler genel bir telaş ve heyecanın işareti oldu.

    bu umutsuz insan kalabalığından ilk önce ileri atılanlardan bir haylisi, köprüye erişemeyince kenarlarına tutunarak geçmeye kalkmıştı ama bunlardan çoğu itilerek suya düşürüldüler. kollarında çocuklarıyla buzlar arasında düşmüş kadınların kendileri battıkça çocuklarını yukarı kaldırdıkları görüldü; suyun altında kayboldukları halde, katılaşmış kolları hala çocuklarını başları üstünde tutmaya devam ediyordu.

    bu korkunç kargaşa arasında topçuların köprüsü çöküp yıkıldı. bu dar geçide girmiş olanlar boşu boşuna gerilemeye çalıştılar. geriden gelen insan seli, bu felaketten habersiz, öndekilerin haykırışlarına aldırmadan, ite ite ilerlemeye devam etti ve onları aşağı attı, ötekiler de biraz sonra aynı şekilde suya döküldüler.

    o zaman herkes öbür köprüye koştu. bir sürü ağır arabalar ve toplar her yandan gelip burada birikti. sürücülerinin yönetimi altında, dik ve arızalı bir inişin hızına kapılarak, bu insan kalabalığı içinde, aralarına sıkışan biçareleri paramparça ettiler, sonra birbirine çarparak, çoğu şiddetle devrildiler ve düşerken etraflarını çevirenleri de çiğneyip yok ettiler. o zaman bu engellere doğru itilen şaşkına dönmüş insan safları, bunlara takılarak düşüyor ve ardı arkası kesilmeyen başka biçarelerin yığınları altında ezilip gidiyordu.

    bu perişan insan dalgaları böylece birbiri üstünden geçip ilerliyordu. acı ve öfke haykırmalarından başka bir şey duyulmuyordu. ezilen ve boğulan insanlar arkadaşlarının ayakları altında çırpınıyor, dişleriyle, tırnaklarıyla bunlara sarılıyorlardı. ötekiler de onları düşmanlarıymış gibi insafsızca itip geçiyorlardı. top sesleri, fırtınanın ve güllelerin çıkardığı ıslıklar, obüslerin patlayışı, iniltiler, savrulan korkunç lanetler ve küfürlerden meydana gelen bu müthiş kasırga gürültüsü içinde bu başıboş kalabalık boğduğu kurbanların feryatlarını işitmiyordu." -segúr

    başka şahitlikler de mösyö segúr'ün anlattıklarına uygun düşmektedir. mesela vaudoncourt: "vesevolo’nun önünde bulunan hayli geniş ova, akşam saatlerinde, korkunçluğunun tasviri güç bir görünüştedir. ova çoğu üst üste devrilmiş ve parçalanmış arabalarla kaplı, her yana sivillerin cesetleri serilmiş, bunların arasında, ordunun peşinden moskova’ya kadar sürüklenmiş ya da yurttaşlarına katılarak bu şehirden kaçmış bir sürü kadın ve çocuk da görülür. türlü türlü şekillerde ölmüşler. birbirine karışan iki ordu arasında bu zavallıların kaderi arabaların tekerlekleri ve atların ayakları altında ezilmek, iki yandan gelen gülleler ve kurşunlarla vurulmak, askerlerle birlikte köprülerden geçmeye çalışırken suda boğulmak ya da düşman askerleri tarafından soyularak ve çırçıplak bir halde karların üstüne atılarak soğuktan donup acılarından kurtulmak oldu."

    böyle bir afet, tarihin kaydettiği en acı sahnelerden biri olan bu yürek parçalayıcı olay; keykavus'un ordusunun başına gelenleri de aşmış olan bu felaketler karşısında bonaparte nasıl acınıp dövündü, ruhundan nasıl bir çığlık koptu? dudaklarından yalnızca şu kelimeler döküldü: "ayın 26 ve 27’nci günleri zorlu geçti." nasıl geçtiğini gördünüz! yavrularını başları üstünde kaldırıp su yüzüne çıkaran kadınların manzarası bile napoleon’u duygulandırmadı. fransa vasıtasıyla dünyaya hükmetmiş olan başka bir büyük adam, şarlman, görünüşte kaba bir barbar olan bu adam, buzlar üstünde oynarken maritsa nehri'nde* boğulan çocuğa ağıt yakıp ağlamıştı (şarlman bir şairdi de): "trux puer adstricto glacie dum ludit in hebro" (yaramaz bir çocuk meriç'te buzlarla oynarken şiiri)

    belluno dükü claude victor-perrin, geçidi korumaya memur edilmişti. kendisinin geride bıraktığı general louis partouneaux, ruslara teslim olmak zorunda kaldı. yeniden yaralanan reggio dükünün yerini mareşal michel ney almıştı. gaina bataklıkları geçildi, ruslar en ufak bir tedbir almış olsalardı, o yolları geçilmez hale getirebilirlerdi. üç haftadan beri gelip de ileri geçmemiş olan ulakları 3 aralık'ta malodejno'da buldular. napoleon sancağı bırakıp gitmeyi işte orada düşündü. "bir bozgunun başında kalabilir miyim?" diyordu. smorgon’da, napoli kralıyla prens eugène fransa’ya dönmesi için onu sıkıştırdılar. bunu kendisine bildiren istriya dükü oldu, daha o ağzını açar açmaz napoleon fena halde köpürdü: "orduyu bu halde bırakıp gitmeyi bana ancak can düşmanlarım teklif edebilir" diye haykırdı. kılıcını çekip mareşalin üstüne yürüyecek oldu. o akşam istriya dükünü çağırdı ve ona: "mademki hepiniz istiyorsunuz, ne yapayım, ister istemez giderim" dedi. sahne güzel düzenlenmişti; bu sahne oynanırken kendisi zaten gitmeye karar vermiş bulunuyordu. gerçekten, imparatorun ordunun başından ayrılma kararını ayın 4'ünde malodejno’dan biklitzc'e giderken vermiş olduğunu mösyö fain temin eder. o koca aktör acıklı dramını işte böyle bir komedyayla sona erdirmişti.

    napoleon, smorgon'da yirmi dokuzuncu emrini yazdı. 5 aralık'ta vicenza dükü mösyö caulaincourt ile beraber bir kızağa bindi, saat akşamın onuydu. birlikte kaçtığı arkadaşının kimliği altında gizlenerek almanya’yı geçti. o ortadan kaybolunca her şey mahvoldu. bir fırtınada koca sfenks heykeli, teb şehrinin kumları altına gömüldüğü zaman çölde hiçbir gölge kalmaz. başlarından başka canlı tarafları kalmamış beş on asker çam dallarından yapılmış sayvanlar altında en sonunda birbirlerini yediler. artık artması imkansız sanılan felaketlerin ardı arkası kesilmiyor, o zamana kadar bu iklimin sadece sonbaharı olan havalar kışa çevriliyordu. ruslar ise peşlerinde, buzlar ülkesinde bonaparte’ın ardında avare bıraktığı donmuş gölgelere ateş açmaya kıyamıyorlardı.
  • bölüm 15 (rusya seferi'nin sonuçları, müttefikleri napoleon'u terk ediyor, imparator fransa'ya dönüyor, papa'nın ve kardinal pacca'nın inadı, avrupa kaynıyor; napoleon'a karşı yeniden ancak bu kez daha emin bir şekilde birleşiyor)

    vilnius'te birtakım yahudiler evvelce mülk hırsıyla evlerine almış oldukları fransız hastaları rusların ayakları altına atıyorlardı. paneriai hizalarında son bir bozgun fransızların geri kalanlarını da kırıp geçirdi. nihayet neman’a varılmıştı, fransız ordusunun vaktiyle üstünden geçmiş olduğu üç köprüden eser yoktu, düşmanın kurduğu bir köprü buz tutmuş suların üstünde yükseliyordu. ağustos ayında nehri geçmiş olan 500.000 kişiden ve sayısız toplardan, kaunas'ta ters yönde köprüyü topu topu 1.000 düzenli piyade ile birkaç top ve yara bere içinde 30.000 perişan insanın geçtiği görüldü. artık ne mızıka vardı, ne zafer türküleri; donmuş kirpikleri gözlerini açık durmak zorunda bırakan mosmor yüzlü insan sürüsü köprüde sessizce yürüyor ya da buz parçalarının birinden ötekine atlayarak polonya yakasına doğru sürünüyordu. sobalarla ısıtılmış evlere varınca biçareler can verdiler: üstlerini kaplayan karla birlikte canları da eriyip gitti. general gourgaud, neman'ı geçenlerin 127.000 kişi olduğunu söyler. bu hesap doğru kabul edilse bile dört aylık bir seferde en az 373.000 kişi kaybedilmiş demektir.

    gusev'e varınca, napoli kralı joachim murat subaylarını topladı ve onlara: "bu zıvanasıza hizmet etmeye bundan böyle imkan kalmamıştır, onun davası artık çıkar yol değildir; avrupa’nın hiçbir hükümdarı onun sözlerine ve antlaşmalarına inanmıyor" dedi. oradan poznan’a gitti ve 16 ocak 1813'de ortadan kayboldu. yirmi üç gün sonra schwartzenberg prensi karl philipp ordudan ayrıldı, prens eugène’in emri altına girdi. önce friedrich wilhelm tarafından apaçık ayıplanmış ve sonradan onunla barışmış olan general ludwig yorck von wartenburg, prusyalıları alıp çekildi: avrupa napoleon’u yüzüstü bırakmaya başlamıştı.

    bütün bu sefer sırasında napoleon, generalleri kadar ve özellikle mareşal michel ney derecesinde kabiliyet göstermemiştir. bonaparte’ın kaçmasını mazur göstermek için ileri sürülen sebepler kabul edilir şeyler değildir: kanıtı meydanda çünkü hareketiyle her şeyi kurtarması gerekirken hiçbir şeyi kurtaramadı. ordusunu bırakması, felaketleri tamir etmek şöyle dursun, büsbütün artırdı ve ren federasyonu'nun dağılmasını hızlandırdı.

    grande armee'nin molodetşino'da 3 aralık 1812'de çıkarılan yirmi dokuzuncu ve son bildirisi ayın 18’inde, napoleon’dan iki gün önce paris’e erişti: öyle övdükleri gibi açık sözlü olmaktan çok uzak bulunmasına rağmen bu emir fransa’yı şaşkınlığa uğrattı; bildiride göze çarpan apaçık çelişmeler kendini belli eden gerçeği gizlemeye yetmemektedir. bonaparte, sainte-helene’de daha açık bir dil kullanıyordu çünkü açığa vurduğu gerçekler başından düşmüş olan bir tacı tehlikeye sokamazdı. ama zorbayı bir kere daha dinleyelim. 3 aralık 1812 tarihli bildiri der ki:

    "ayın 6’sında mükemmel bir halde olan bu ordu, ayın 14’ünde pek farklıydı. süvari, topçu ve nakliyeden hemen tamamıyla mahrum bir halde, bir çeyrek saatlik yerleri keşiften aciz bir duruma düşmüştük.

    kaderin ve talihin bütün cilvelerine karşı kayıtsız davranacak kadar güçlü bir yaradılışta olmayanlar sarsılmış göründüler, neşeleri ve keyifleri kaçtı, gözleri sefalet ve felaketlerden başka bir şey görmez oldu; üstün bir yaradılışı olanların keyifleri yerinde kaldı, eski tabiatları değişmedi ve aşılması için çeşitli gayretler isteyen güçlükler onlara yeni yeni bir şeref ve şan konusu gibi göründü.

    bütün bu günlerde imparator daima, süvarisine istriya dükü mareşal jean-baptiste bessières'nin ve piyadesine danzig dükü mareşal françois joseph lefebvre'nin komuta ettikleri muhafızlarının ortasında yürüdü. haşmetli imparator muhafız kıtasının gösterdiği gayretten hoşnut kaldı; bu kıta olay ve şartların vücuduna ihtiyaç hissettireceği her yere koşmaya daima hazır bulundu ama olaylar öyle bir seyir takip etti ki, onun yalnız vücudu yetti ve savaşmak zorunda kalmadı.

    neufchâtel prensi büyük mareşal louis-alexandre berthier, saray mareşali geraud duroc, başyaver ve imparatorun sarayına mensup bütün yaverlerle subaylar haşmetlinin daima yanında kaldılar.

    süvarimiz o kadar atsız kalmıştı ki, bir atı bulunan subayları bir araya getirip 150'şer mevcutlu dört bölük teşkil etmek icap etti. bu bölüklerde generaller yüzbaşılık, albaylar erbaşlık ediyorlardı. napoli kralı'nın emri altında general grouchy’nin komuta ettiği bu kutsal tabur bir hareketini bile gözden kaçırmadan daima imparatoru gözetti. haşmetlinin sağlığı hiçbir zaman bu kadar yerinde olmamıştı."

    bunca zaferler nasıl da özetlenivermiş! bonaparte, direktuvar'lara: "hepsi de şan ve şeref yoldaşım olan 100.000 fransızı ne yaptınız? hepsi öldü!" diye haykırmıştı. fransa da bonaparte’a diyebilirdi ki, "hepsi de evlatlarım veya müttefiklerim olan neman'daki 500.000 askeri bir seferde ne yaptınız? hepsi öldü!"

    napoleon’un acındığı o 100.000 cumhuriyet askerinin kaybından sonra hiç değilse dava kaybedilmemişti; rusya seferi'nin sonuçları ise fransa’nın istilasına ve yirmi yıldan beri zaferlerinin ve fedakarlıklarının biriktirmiş olduğu ne varsa hepsinin kaybedilmesine yol açtı.

    bonaparte bir hareketini bile gözden kaçırmayan kutsal bir tabur tarafından daima korunmuş, bu feda edilmiş olan 300.000 cana bedeldir ama ne diye kuvvetli bir yaradılışta değildiler? eski tabiatları değişmeyecekti. bu sefil mezbahalık sürü, imparator gibi, hareketleri yakından incelenmeye değer miydi?

    bildiri, öteki bildirilerden birçoğu gibi şu sözlerle bitiyor: "haşmetlinin sağlığı hiçbir zaman bu kadar yerinde olmamıştı."

    analar, babalar! gözyaşlarınız dinsin, napoleon’un keyfi yerindedir.

    gazetelerde, bu raporun altında şu resmi not okunuyordu: "bu birinci sınıf bir tarihi belgedir; ksenofon'la caesar, biri on binlerin dönüşü eserini, öteki commentarii de bello gallico eserini böyle bir ifadeyle yazmışlardı." ne ahmakça bir bilgiç kıyaslaması! ama lütufkar edebi övgü bir yana bırakılsa da, napoleon’un sebep olduğu korkunç felaketler yazıcılık kabiliyetlerini meydana çıkarmasına imkan verdiği için herkes sevinmeliydi! neron roma’yı ateşe vermişti ama troia yangını üzerine de şiirler yazmıştı. fransızlar, dalkavukluğu o derece ileri vardırmıştı ki, fransa’nın ebedi yasına sövmek için ksenofon’la caesar’ı mezarlarından çıkaracak kadar vahşice bir alaydan çekinmiyorlardı.

    muhafazakar senato imparatoru karşılamaya koştu: bernard germain de lacépède demişti ki: "haşmetli imparator ve kralımızın, tebaları arasına mutlu dönüşleri vesilesiyle senato, tebrik ve saygılarını imparatorun önünde diz çökerek sunar. imparatorun baş meclisi olan, nüfuz ve itibarı hükümdarın arzu ve emirleriyle varolan senato bu krallığın ve dördüncü sülalemizi teşkil edecek hanedanınızın tahta verasetinin muhafazası için tesis olunmuştur. fransa ve gelecek nesiller, her halükarda, onu bu mukaddes vazifeye sadık bulacaklar ve bütün azası milli emniyet ve refahın bu tahtın müdafaası uğrunda nefislerini fedaya daima amade olacaklardır." senato azası, napoleon’u tahttan indiren kararnameyi çıkararak bunu nasıl da ispat edecekti!

    imparator cevap verdi: "senatörler, söyledikleriniz çok hoşuma gitti. fransa’nın şeref ve kudret’i en büyük emelimdir ama ilk işimiz iç düzeni devam ettirecek şeyleri sağlamak. bundan böyle vatanın selameti, onunla vücut bulan bu tahtı düşünmek olmalıdır. tanrıdan bir miktar daha ömür diledim. çeşitli devirlerde yapılmış olan şeyleri düşündüm, daha da düşüneceğim."

    senato azası, napoleon’u halkın refahı ve mutluluğu için kutlamaya cüret ederken bir yandan da gösterdiği cesaretten ürkmüştür, mevcut olmaktan korkmaktadır; senatonun nüfuz ve itibarı ancak napoleon’un arzu ve emriyle varolduğunu söylemeyi ihmal etmiyor. senatonun bağımsızlığı ne korkulacak şeydir!

    bonaparte, sainte-hélène’de kendini mazur göstermek içindir ki: "beni mahveden ruslar mı oldu? hayır! beni mahveden; yanlış raporlar, budalaca entrikalar, ihanet, saçmalıklar ve daha birçok şeyler ki, bir gün belki meydana çıkacak ve siyasetle savaş alanında beni suçlayabilecekleri iki büyük hatayı hafifletecek veya mazur gösterecektir."

    ancak bu savaşın ya da bir vilayetin kaybıyla sonuçlanan hatalar açıklaması geleceğe havale edilen esrarlı sözlerden ibaret mazeretleri belki götürür ama topluluğu altüst eden, bir ulusun bağımsızlığını boyunduruk altına koyan hatalar gururun baş eğmesiyle silinemez.

    bunca felaketlerden ve kahramanca hareketlerden sonra senatonun sözlerinden duyulan hissin ancak ya dehşet, ya da küçümseme olması ne acı şeydir.

    bildirinin ardından bonaparte çıkagelince herkesi bir şaşkınlık aldı. mösyö segur der ki: "artık imparatorlukta yalnız zamanın ve savaşların ihtiyarlatmış olduğu kimselerle çocuklar vardı; olgunluk çağında erkek kalmamış gibiydi! ne olmuştu bunlar? kadınların gözyaşları ve anaların çığlıkları, cevabı son derece açıklayıcı kılar! kendileri çalışmasa ekilmemiş kalacak olan toprağın üstünde iki büklüm olmuş didinen bu kadınlar, imparatorun şahsında savaşa lanet ediyorlardı."

    berezina dönüşü, her şeye rağmen, verilen emirle halk yine de hoplayıp zıplamak zorunda kaldı, louis bonaparte'ın eşi hollanda kraliçesi hortense de beauharnais'in tarihe hizmet için yazdığı anılar’ından bunu öğreniyoruz. insanlar yürekleri parçalanırken, akraba veya dostlarının kaybına içleri kan ağlarken baloya gitmek zorunda kaldılar. zorbalığın fransa’yı mahkum ettiği şerefsizlik işte bu raddeye varmıştı: salonlarda görülen bu hal her zaman sokaklarda rastlanan manzaraydı; birtakım biçareler gelip geçenleri eğlendirmek için dertlerini türkü halinde söyleyerek hayatlarının acısını avutuyorlardı.

    1811'de chateaubriand, çamlarla örtülü küçük tepesinden, geceleyin koruların ufkunda ilerleyen kuyruklu yıldızı gözleriyle izlemişti, güzel ve hazindi; bir kraliçe gibi ardında uzun duvağını sürüklüyordu. yolunu şaşırıp yanına sokulan bu yabancı kimi arıyordu? ıssız gök boşluğunda kime doğru koşuyordu?

    23 ekim 1812'de, kısa bir zaman, paris’teki saints-peres sokağında lavalette’lerin konağında bulunduğu sırada, ev sahibi sağır madam lavalette, uzun kulak borusunu alıp romantik yazarı uyandırmaya gelmişti: "mösyö! mösyö! bonaparte ölmüş! general claude françois de malet, hulin’i öldürmüş. baştakilerin hepsi değişmiş. ihtilal olup bitmiş!"

    bonaparte o kadar seviliyordu ki, gülünç bir şekilde tevkif edilmiş olan baştakiler dışında, bütün paris bir an bayram etmişti. imparatorluk bir üfürüşle adeta yere serilivermişti. gece yarısı hapisten kaçan bir asker şafak sökerken dünyanın efendisiydi; bir hayal az kalsın heybetli bir gerçek doğuruyordu. en ılımlılar bile "napoleon ölmüş değilse bile, işlediği hatalar ve uğradığı felaketler yüzünden ıslah olmuş bir halde döner, avrupa ile barış yapar, çocuklarımızdan artakalanlar kurtulur" diyorlardı. karısından iki saat sonra mösyö lavalette odasına girip malet’nin tevkif edildiğini haber verdi: her şeyin bitmiş olduğunu (bu sözü dilinden düşürmezdi) chateaubriand'den gizlemedi. gündüzle gece hemen aynı anda birbirini kovalamıştı. bonaparte’ın bu haberi smolensk yakınlarında karlarla örtülü bir ovada nasıl almış olduğu önceki bölümlerde anlatıldı.

    12 ocak 1813 tarihli senato kararı, seferden dönen napoleon’un emrine 250.000 asker verdi; bitip tükenmez fransa, yaralarından fışkıran kanından yeni askerler türediğini gördü. o zaman çoktan unutulmuş bir ses yükseldi. bazı ihtiyar fransız kulakları onu tanır gibi oldular; bu, xviii. louis’nin sesiydi; ta uzaktaki sürgün yerinden geliyordu. xvi. louis’nin kardeşi günün birinde bir meşrutiyet anayasasına konulacak prensipleri ilan ediyordu; bu, eski fransa krallarından fransızlara sunulan ilk hürriyet umutlarıydı.

    varşova’ya giren çar aleksandr, bütün avrupa’ya bir beyanname çıkardı: "kastilyalılar'ın gösterdikleri yüce çabayı kuzey de taklit ederse dünyanın yası sona erer. bir canavarın kurbanı olmasına ramak kalan avrupa hem bağımsızlığına, hem de rahatına ve sükunetine tekrar kavuşur. kıtayı canavarca ebediyetiyle tehdit eden bu kanlı devden tanrı vere de uzun bir korku ve acıma anısından başka bir şey kalmasa!"

    kıtayı canavarca ebediyetiyle tehdit eden bu kanlı dev, bu canavar, uğradığı felaketten o kadar az ibret almıştı ki, kazakların elinden kurtulur kurtulmaz kendi elinde esir olan bir ihtiyarın üstüne atıldı.

    papa’nın roma’dan kaçırıldığını, savona’da kaldığını, sonra fontainebleau’da esir tutulduğunu görmüştük. kardinaller arasında anlaşmazlık çıkmıştı: birtakım kardinaller ruhani haklar için direnmesini istiyorlardı ve yalnız kara çorap giymeleri için emir aldılar; birkaçı vilayetlere sürgüne gönderildi; fransız ruhani liderlerinden birkaçı vincennes şatosunda hapsedildi: başka birtakım kardinaller de papa’nın kesin olarak boyun eğmesi görüşündeydiler; bunlar kırmızı çoraplarını değiştirmediler: bu hal candlemas mumlarının ikinci bir temsiliydi.

    fontainebleau’da papa, kırmızı kardinallerin derdini biraz unutur gibi olduğu zamanlar birinci françois’nın galerilerinde tek başına dolaşırdı. burada kutsal şehir roma'yı kendisine hatırlatan sanatların izini buluyor ve pencerelerden, monaldeschi’nin öldürüldüğü kasvetli dairelerin karşısında xvi. louis’nin diktirdiği çamları görüyordu. bu ıssız yerden, isa peygamber gibi, yeryüzü saltanatlarına acıyabilirdi. bonaparte’ın bizzat gelip eziyet ettiği bu yarı ölmüş yetmişlik ihtiyar, o 1813 konkordato’sunu (papa, 25 ocak 1813’te, bazı kardinallerin teşviki sonucunda napoleon’la bir konkordato, yani anlaşma imzalamıştı. bu anlaşma ile papalık, eski birçok hakkından vazgeçiyordu) ne yaptığının farkında olmadan imzaladı ve kardinal pacca ile kardinal consalvi’nin gelişinden sonra bu uzlaşmayı protesto etti.

    kardinal pacca, roma’dan beraberinde ayrılmış olduğu esirin yanına vardığında, bu krallık zindanında büyük bir kalabalık bulacağını sanmıştı. halbuki sarayda seyrek hizmetkarlarla at nalı şeklindeki merdivenin üst başına dikilmiş bir nöbetçiden başka kimsecikler göremedi. sarayın kapılarıyla pencereleri kapalıydı: dairenin ilk dış odasında kardinal doria vardı, öteki salonlarda birkaç fransız piskoposu bulunuyordu. pacca’yı papa’nın yanına aldılar: papa renksiz, beli bükülmüş, zayıflamış, gözleri çukurlarına batmış bir halde ayakta hareketsiz duruyordu. kardinal, papa'ya, ayaklarına kapanmak için acele gelmiş olduğunu söyledi; papa cevap verdi: "o kardinaller bizi masaya sürüklediler ve bize imzalattılar." pacca, binanın ıssızlığından, gözlerdeki sessizlikten, yüzlerdeki umutsuzluk ifadesinden ve papanın yüzünden akan bitkinlikten utanarak kendisine ayırdıkları daireye çekildi. papa’nın yanına tekrar döndüğünde: "papa'yı, hayatı için insanı kaygıya düşüren acınacak bir halde buldum. olup bitenlerden söz ederken teselli kabul etmez bir kedere düşüyordu; bu azaplı düşünce uyumasına engel oluyor ve ancak ölmeyecek kadar bir şey yemesine müsade ediyordu: bu yüzden, diyordu ki; xiv. clemens gibi çıldırarak öleceğim."

    saint louis'nin, i. françois'nın, iv. henri’nin ve xiv. louis’nin sesleri artık işitilmeyen bu ıssız dehlizlerin esrarı içinde papa, imparatora verilecek mektubun müsveddesini yazıp temize çekmek için birkaç gün uğraştı. papa, birkaç satır ilave ettikçe kardinal pacca tehlikeli kağıdı koynunda gizleyerek götürüyordu. eser tamamlanınca papa 21 mayıs 1813’de onu albay lagrosse'a verdi ve imparatora götürmesini söyledi. aynı zamanda yanında bulunan muhtelif kardinallere bir bildiri okuttu. savona’da verdiği fermanı ve 25 ocak konkordatosunu hükümsüz sayıyordu. bildiride deniyordu ki: "rahmetini bizden esirgemeyen yüce tanrıya şükürler olsun! kurtuluşa eriştirici bir utançla bizi küçültmek istedi. ruhumuzun selameti namına utanç bize; asırlar boyunca yücelik, şeref ve şan da ona olsun!" -fontainebleau sarayı, 24 mart 1813

    bu saraydan hiçbir zaman bu kadar güzel bir bildiri çıkmamıştır. papanın vicdanı biraz rahat etmişti, mazlumun yüzü daha sakin bir hal aldı; gülüşü ve ağzı zarafetine, gözleri uykusuna kavuşmuştu.

    napoleon, ilk önce fontainebleau’daki papazlardan bazılarının boyunlarını vurdurma tehdidini savurdu, kendisini devlet dininin başkanı ilan etmek niyetindeydi. sonra yeniden her zamanki haline dönerek, papa'nın mektubundan hiç haberi yokmuş gibi davrandı. fakat ikbali azalıyordu. yoksul bir rahipler tarikatinden çıkmış, uğradığı felaketlerle yeniden halkın arasına karışmış olan papa, insanlığın sözcüsü rolünü, sıklıkla kötüye kullanılan o büyük rolü tekrar ele almış, hürriyetleri yok etmiş olan zorbanın devrilmesinin işaretini vermişti.

    talihin dönmesi ihanetlere yol açar ama bunları mazur göstermez; 1813 martında prusya, kaliste'de rusya’yla ittifak kurdu. 3 mart'ta isveç, ingiliz saint-james kabinesiyle bir antlaşma imzaladı ve 30.000 askerle destek vermeyi taahhüt etti. fransızlar hamburg’u kuşattılar, berlin’i kazaklar işgal etti, dresden’i ruslarla prusyalılar zaptetti.

    ren konfederasyonu'nun oyunbozanlığı da hazırlanıyordu; avusturya, rusya ve prusya’nın ittifakına katıldılar. prens eugène’in gittiği italya'da ise savaş başladı.

    ispanya’da ingiliz ordusu vitoria-gasteiz'de joseph bonaparte'ı bozguna uğrattı; kiliselerden ve saraylardan aşırılmış tablolar ebro nehrine döküldü. bu murillo ve raffaello eserlerinin üstünden sular ve napoleon geçmişti. durmadan ilerleyen wellington dükü arthur wellesley, roncevaux'da mareşal jean-de-dieu soult'yu yendi: büyük fransız hatıraları, yeni kaderinin sahnelerinin zeminini teşkil ediyordu.

    14 şubat'ta, yasama meclisinin açılışında bonaparte her zaman barışı istemiş olduğunu ve dünyanın barışa muhtaç olduğunu bildirdi. bu dünya sözüne artık kimse kanmıyordu. hem fransızlara tebalarım diyen adamın dilinden fransa’nın acıları üzerine en küçük bir duygulanma sözü gelmiyordu. bonaparte, fransa'nın kendisine borçlu olduğu bir vergi gibi fransızlardan acılar tahsil ederdi.

    3 nisan'da muhafazakar senato, daha önce verdiklerine 180.000 asker daha kattı: kanun yoluyla düzenlenmiş sıradan insan hasatlarına eklenen olağanüstü insan hasatları. 10 nisan'da joseph-louis lagrange öldü ; birkaç hafta sonra da şair jacques delille son nefesini verdi. ahir dünyada duygu asilliği, fikir yüksekliğinden üstün tutuluyorsa, la pitié şairinin yeri, tanrıya tnéorie des fonctions analytiques yazarından daha yakın olması gerekir. bonaparte 15 nisan'da paris’ten ayrılmıştı.

    1812'de birbirini izleyen asker toplamalar saksonya’dan ileri geçememişti. napoleon oraya da yetişiyor, mahvolmuş eski ordunun şerefi, muhafız kıtasının marengo’da dövüştüğü gibi dövüşen 200.000 acemi askerin eline bırakılıyor. 2 mayıs'ta lützen muharebesi kazanıldı: bonaparte, yeni savaşlarında hemen hemen topçudan başka kuvvet kullanmıyordu. dresden’e girince ahaliye şöyle dedi: "çar aleksandr'la prusya kralı surlarınızın içine girince nasıl sevinip bayram ettiğinizi bilmiyor değilim. genç kızlarınızın o hükümdarın yollarına serptikleri çiçeklerin döküntüleri hala sokaklarınızda, barutlarımızın rüzgarında sürünüyor." napoleon, verdun’un genç kızlarını hatırlamış mıydı? parlak devrinin bir hatırasıydı bu.

    bautzen’de bir zafer daha kazanıldı, ama istihkam
    generali françois joseph kirgener ile büyük saray mareşali geraud duroc toprağa verildi. imparator duroc'un ardından: "bunun daha öteki dünyası var, yine görüşürüz dostum" dedi. napoleon ile tekrar görüşmek acaba duroc’un umurunda mıydı?

    ayın 26 ve 27’nci günleri elbe üzerinde evvelce meşhur olmuş meydanlarda karşılaşıldı. amerika’dan dönen jean victor marie moreau'nun, stockholm’de jean bernadotte’u, prag’da da aleksandr’ı gördükten sonra, bir gülle dresden'de, rus çarının yanıbaşında, iki bacağını alıp götürdü. napoleon sayesinde elde edilen ikbalde böyle sonuçlar pek olağan şeylerdi. hohenlinden galibinin öldüğünü, fransızlar, tasmasında yeni turenne’in adı yazılı başıboş bir köpek görerek anladılar; sahipsiz kalmış olan hayvan ölüler arasında gelişigüzel koşuşuyordu: "te' janitor orci! ( vergilius’tan güzide bir alıntı: te stygii tremuere, te janitor orci. senden styx'ler korktu, orcus’un kapıcısı korktu)"

    kuzey almanya ordusu başkomutanı olan isveç prensi 15 ağustos'ta askerlerine bir bildiri çıkarmıştı: "askerler, 1792’de fransızlara rehberlik eden ve onları birleşerek topraklarını istila etmiş ordulara karşı savaşmaya sevkeden aynı duygular, bugün üstünde durduğunuz toprakları istila ettikten sonra kardeşlerinizi, karılarınızı ve çocuklarınızı da zincire vuran adama karşı cesaretinizi yöneltmelidir."

    bonaparte, genel hoşnutsuzluğu göze alarak, kendisine her yandan, türlü şekillerde hücum eden hürriyetlere karşı harekete geçiyordu. 23 ağustos tarihli bir senatus consultum bir anvers jürisinin bildirisini iptal etti: imparatorun ölçüsüz derecede büyük keyfi hareketlerinden sonra insanlık haklarına bu pek küçük bir tecavüz sayılırdı ama kanunların ruhunda öyle kutsal bir bağımsızlık vardır ki, bir halk meclisine karşı yapılan bu haksızlık fransa’nın kurban olduğu çeşitli haksızlıklardan daha çok gürültü kopardı.

    sonunda güneyde, düşman, fransız topraklarına erişmişti; bonaparte’ın saplantısı ve hemen hemen bütün hatalarının sebebi olan ingilizler, 7 ekim'de bidasoa'yı geçtiler. yakın gelecekte en önemli rolü oynayacak olan adam, demir dük wellington, bir zamanlar bütün dünyayı çiğneyen çizmeleri olan fransızların toprağına çizmesiyle ilk ayak basan oldu.

    bohemya’da vendamme’nin zaptedilmiş ve michel ney’in berlin yakınlarında bernadotte tarafından yenilmiş olmasına rağmen saksonya'da kalmakta ayak direten napoleon dresden’e döndü. o zaman landsturm (almanya ile isviçre'de, vatan tehlikeye düşünce bütün eli silah tutan erkeklerin çarpışmak için toplanmasına verilen ad) ayaklandı; ispanya’yı kurtarmış olan iç savaşa benzer bir ulusal savaşı örgütledi.

    1813 savaşlarına saksonya seferi adı verilmişti. genç almanya seferi ya da şairler seferi denseydi daha yerinde olurdu. bonaparte, zulüm ve baskılarıyla fransızları ne derece çileden çıkarmış olmalı ki, fransızlar kendi kanının aktığını görürken bir yandan da bağımsızlık adına kılıca sarılan o asil gençliği takdir etmekten de kendilerini alamıyorlardı. bu muharebelerin her biri milletlerin hakları adına yükselen bir şikayetti.
  • bölüm 16 (cermenler genciyle ve halkıyla silaha davranıyor, uluslar savaşı diye anılan leipzig muharebesi, koalisyon kuvvetleri fransa'ya yürüyor, fransa'da iç sorunlar, papa'nın özgürlük yolu, herbir yandan çevrilen napoleon dehasıyla direniyor ama bir hatası müttefiklere paris yolunu açıyor ve paris teslim oluyor)

    kalisz’de 25 mart 1813’de çıkardığı bir beyannamede çar aleksandr, kardeşleri olan krallar adına meşruti rejimler vadederek almanya halkını silaha sarılmaya çağırıyordu. bu işaret, daha önce gizlice kurulmuş olan burschenschaft'ın (alman üniversite öğrencilerinin kurduğu dernek) ortaya atılmasına vesile oldu. alman üniversiteleri açıldı; bunlar dertleri ve acıları bir yana bırakarak ancak uğradıkları zilleti üstlerinden silkip atmayı düşünüyorlardı. eski cermenler dermiş ki: "ağlayıp sızlanmalar kısa, acı ve keder uzun sürsün; kadına ağlamak yaraşır, erkeğe aklında tutmak!" işte o zaman genç almanya yurdunu kurtarmaya koştu.

    profesör johann gottlieb fichte, 1813’te berlin’de görev üzerine bir ders veriyordu, almanya’nın başına gelen felaketlerden söz etti ve dersini şu sözlerle bitirdi: "... onun için derslerimiz seferin sonuna kadar kesilecektir. ya hürriyetine kavuşmuş vatanımızda derslerimize yeniden başlayacağız, ya da hürriyetimize kavuşmak için öleceğiz." genç dinleyiciler bağrışarak ayağa kalktılar: fichte kürsüden indi, kalabalığın arasından geçti ve gidip orduya katılacak olan bir kıtanın defterine adını yazdı. bonaparte’ın hor gördüğü ve hakaret ettiği ne varsa onun nazarında çocukçaydı: kaba kuvvetle karşılaşmak için akıl ve zeka er meydanına indi; moskova bir meşale oldu ve bu meşalenin ışığında cermen halkı kılıcını kuşandı. ilham perisi: "silah başına!" diye haykırıyordu. "rusya’nın zümrüdü anka kuşu, yakıldığı yerden havalanıp uçtu!" napoleon’un kabaca hareketleriyle hırpalamış olduğu o pek aciz ve pek güzel prusya kraliçesi yalvaran ve yalvarılan bir gölge oldu, şairler ona türküler yaktılar: "ne de tatlı uyuyor! ah keşke milletinin paslı kılıcını kanla yıkayacağı güne kadar uyuyabilsen. o zaman uyan! uyan da hürriyet ve intikam meleği ol!"

    şair ve asker olan carl theodor körner'in yalnız bir korkusu vardır, nesren ölmek; "şiir! şiir!" diye haykırır, "gün aydınlığında bana ölümü ver!" şair körner, ordugahta sazla kılıç türküsünü yazar:

    yiğit: "canım kılıcım, belimin kılıcı, söyle bana, bakışlarının şimşeği bugün neden öyle parlak? bana sevdalı bir gözle bakıyorsun, canım kılıcım, gönlümü ışıtan kılıcım. çok yaşa!"

    kılıç: "beni taşıyan bir yiğittir de ondan: onun için bakışlarım o kadar ateşli çünkü ben hür bir adamın kuvveti oldum: gönlümü ışıtan budur. çok yaşa!"

    yiğit: "öyle kılıcım, öyle, hür bir adamım ben, seni de yürekten severim; seni nişanlım olmuşsun gibi severim; seni sevgili bir yâr gibi severim."

    kılıç: "ben de senin oldum! hayatım senindir, çelik ruhum senindir! ah nişanlı isek ne zaman bana gel, gel canım sevgilim, diyeceksin?"

    saxo grammaticus’un "düştü, güldü ve öldü" dediği o savaş ve ıssızlık adamlarından, o kuzeyli savaşçılardan birinin sesini işitir gibi olmuyor musunuz?

    bu, kendini güvende bilen bir skald'in* pervasız heyecanı değildi: körner’in kılıcı belindeydi, güzel, sarışın ve genç; at sırtında bir apollon gibi, eyerine oturmuş bir arap gibi geceleri şarkı söylerdi; düşmana hücum ederken dolu dizgin sürdüğü küheylanının ayak sesleri mavalına tempo tutuyordu. alman şairi körner, gadebusch'ta bir çarpışmada 22 yaşındayken öldü: sevdiği bir kadının kollarından sıyrılmıştı, hayatın en büyük lezzetlerine koşuyordu. tyrtes derdi ki: "kadınlar ayakta pırıl pırıl parlayan delikanlıyı seyretmekten hoşlanırlar; ön safta düştüğü zaman, daha az güzel değildir."

    zihinleri yunan okulunda beslenmiş olan bu yeni arminiusların (augustus’la tiberius devrinde ün almış bir cermen lideri. almancası: hermann) müşterek bir savaş türküleri vardı. bu öğrenciler ilmin rahat köşesinden er meydanlarına atılırken, tahsilin sessiz zevklerinden harbin gürültülü tehlikelerine geçerken, homeros'la nibelungen'i bırakıp kılıca sarılırken, fransızların kanlı marşına, ihtilalci ilahilerine karşı neyle karşılık verdiler? dini bir muhabbetle, insanca bir samimiyetle dolu şu kıtalarla:

    "almanın vatanı neresidir?
    söyleyin bana o büyük vatanı!
    nerelerde alman dili duyulursa,
    nerelerde tanrıyı övmek için alman ilahileri yükselirse,
    alman vatanı orası olmalıdır.

    almanın vatanı el sıkışmaların yemin yerine geçtiği,
    bütün gözlerde doğruluğun parıldadığı,
    bütün gönüllerde sevginin hararetle yaşadığı ülkedir.

    ey göklerin tanrısı, gözlerini bize indir de
    sadık ve iyi insanlar gibi yaşamamız için
    bize o pek temiz, o pek gerçek alman zihniyetini ver.
    almanın vatanı orasıdır, bütün o ülke onun vatanıdır."
    -ernst moritz arndt

    şimdi silah arkadaşı olan o alman okul arkadaşları, semptembriseur’lerin (fransız ihtilali sırasında, 1792 eylülünde ayaklanıp hapishanelere hücum ederek tutukluları öldürenlere septembriseur, yani eylülcü adı verilmiştir) adam bıçaklamaya yemin ettikleri o gizli toplantılara katılmıyorlardı: hülyalarının şiirine, tarihin geleneklerine, maziye bağlılığa sadık olarak, eski bir şatoyla kadim bir ormanı burschenschaft’ın muhafazakar barınağı yaptılar. prusya kraliçesi, geceler kraliçesi ay'ın yerine pirleri olmuştu.

    bir sırtın tepesinde harabeler arasından, öğrenci askerler, subayları olan öğretmenleriyle birlikte sevgili üniversitelerinin salonlarının çatısını görüyorlardı: hocaları, bilgi dolu geçmiş zamanları hatırlatan yapıyı, çocuklarının tahsil görüp oyunlar oynadığı tapınağını görerek duygulanmış bir halde yurtlarını hürriyete kavuşturacaklarına yemin ediyorlardı. wilhelm tell ile birlikte isviçre'nin bağımsızlığı için sonuna kadar dövüşmeye yemin etmiş olan arnold von melchtal, furst ve werner stauffacher de kendilerinin ölümsüzleştirdikleri ve onları ünlü eden alp dağlarının karşısında birlikte böyle yemin etmişlerdi. alman dehasının esrarlı bir tarafı var; friedrich von schiller’in thekla’sı, geleceği bilen ve tanrısal bir unsurdan yaratılmış bir töton kızıdır. almanlar o sırada hürriyete anlatılmaz bir belirsizlik içinde tapmaktadırlar, nasıl ki bir zamanlar tanrıya "ormanların esrarı" adını vermişlerdi. hayatı hareket halinde bir kaside olan napoleon, ancak genç almanya’nın şairleri'nin, rakipleri olan silahlı şair napoleon’a karşı türküler çağırıp kılıç çekmesinden sonra yıkılacaktı.

    çar aleksandr, genç almanlara gönderilen elçi olmaya layıktı, onların yüksek duygularını paylaşıyordu, üstelik tasavvurları mümkün kılan kuvvete de sahipti ama etrafını çeviren hükümdarların duydukları korkuya kapılmaktan kendini alamadı.

    bu hükümdarlar sonrasında vaatlerini yerine getirmediler, asil davranarak uluslarına meşruti kanunlar vermediler. cansız asker yığınlarına ruh vermiş olana ilham perisinin çocukları, sadakatlerine ve asil inanışlarına mükafat olarak zindanlara atıldı. tötonlara bağımsızlığı geri getirmiş olan kuşak ortadan silinip kayboldu, cermenya'da köhnemiş eski bakanlardan başka bir şey kalmadı. bunlar, geçmişteki kayıtsızlıklarını sonradan hayranlıklarıyla mazur göstermek için napoleon'u eleştirirken yüksek sesle onun için büyük adam diyorlar. hükümetleri kırbaçladıktan sonra baskı altında tutmaya devam eden adama karşı duyulan budalaca beğeni duyguları arasında şair asker körner akla bile gelmiyor. tacitus der ki: "cermenya'nın kurtarıcısı arminius, kendilerinden başkasını beğenmeyen yunanlılarca meçhul kalmış, yendiği romalılar arasında pek az tanınmıştı ama barbar uluslar hala onun hatırasını türkülerinde yaşatmaktadırlar, cantiurque barbaras apud gentes."

    18 ve 19 ekim tarihlerinde, leipzig ovalarında almanların uluslar savaşı adını verdikleri muharebe oldu. ikinci günün sonuna doğru saksonyalılarla würtembergliler napoleon’un tarafından jean bernadotte’un sancağı altına geçerek savaşın sonucunu belli ettiler; ihanetle lekelenmiş bir zafer. isveç prensi, rusya imparatoru ve prusya kralı üç ayrı kapıdan leipzig’e girdiler. büyük kayıplara uğrayan napoleon çekildi. evvelce söylemiş olduğu gibi çavuş çekilmelerine aklı ermediği için ardındaki köprüleri attırmıştı, iki kere yaralanan prens józef poniatowski, beyaz elster nehrinde boğuldu, böylece polonya da son savunucusu ile birlikte yıkıldı.

    napoleon ancak erfurt’ta durdu. oradaki bildirisinde, hep yenilgiler elde eden ordusunun yenik bir ordu gibi oraya vardığını söylüyordu. erfurt kısa zaman önce napoleon’u şan ve şöhretinin doruğunda görmüştü.

    dönmüş bir talihe ötekilerden sonra yüz çeviren bavyeralılar, hanau’da fransızlardan arta kalanları yok etmeye kalkıştılar. tek başlarına napoleon'un muhafızları, bavyera mareşali karl philipp von wrede'yi yere serdiler, şimdiden kıdemli olmuş bir avuç acemi asker onun göbeğine basıp geçti, bonaparte’ı kurtardılar ve ren'in arkasında mevzi aldılar. kaçarak mayence’a gelen napoleon, 19 eylül'de saint-cloud’da kendini topladı.

    hollanda bağımsızlığını tekrar elde etti ve oranj prensini çağırdı. 1 aralık'ta müttefik devletler, giriştikleri savaşın fransa’ya değil yalnızca imparatora, daha doğrusu avrupa’nın da fransa’nın da zararına olarak imparatorluğun sınırları dışında pek uzun zaman elinde tuttuğu üstünlüğe karşı olduğunu ilan ettiler.

    11 aralık tarihli valencay antlaşmasıyla, o sefil vii. fernando tekrar madrid’e gönderildi. napoleon’un düşmesinin birinci sebebi olan o canice ispanya teşebbüsü böylece çarçabuk sessiz sadasız sona erdi. kötülük etmek kolaydır, bir ulusu ya da bir kralı öldürmek de kolaydır ama geri dönmek zordur: iii. henry'nin suikastçısı jacques clement, saint-cloud’ya gitmek üzere ayakkabılarını tamir ederken meslektaşları ona gülerek tamir ettiği ayakkabıların ne kadar zaman götüreceğini sormuşlardı: "gideceğim yere kadar götürür," cevabını verdi, "geri dönecek değilim."

    yasama meclisi 19 eylül 1813’te toplandı. savaş alanında insanı şaşırtan, devlet işlerinde dikkate değer bir kabiliyet gösteren napoleon politikada aynı değerde değildi. hürriyetin dilini bilmez, ne zaman yürekten kopma bir sevgi veya babacan duygular ifade etmeye kalkışsa, yüzüne gözüne bulaştırır ve duygusuzluğuna dokunaklı sözler yamar. yasama meclisine: "tebalarımın varlığına ve muhabbetine kalbimin ihtiyacı var, ikbal hiçbir zaman gözlerimi kamaştırmadı; talihsizlik beni etkileyemeyecektir. dünyanın refahı ve mutluluğu için büyük tasarılar düşünmüş ve yürürlüğe koymuştum. hükümdar ve baba sıfatıyla barışın, tahtların ve ailelerin güvenliğini artırdığımı hissediyorum."

    1801 temmuzunda, imparatorluk zamanında, le moniteür’ün resmi bir makalesi, fransa’nın hiçbir zaman ren'i aşmayacağını ve ordularının artık ren ötesine geçmeyeceğini söylemişti.

    koalisyon kuvvetleri, 21 aralık 1813’de bu nehri 100.000'den fazla askerle, bale’den schaffouse’a kadar geçtiler. yine o ayın 31'inde mareşal gebhard leberecht von blücher'in emrindeki silezya ordusu da manheim’den koblenz'e kadar nehri geçti.

    imparatorun emriyle senato ile yasama meclisi, iki komisyon seçerek bunları müttefik devletlerle yapılan görüşmelerle ilgili belgeleri öğrenmeye memur etmişlerdi; artık önüne geçilmez hale gelmiş sonuçları kendi üstüne almaya yanaşmayarak sorumluluğunu başka bir makamın sırtına yüklemeye çalışan bir kuvvetin ihtiyatlı hareketi.

    yasama meclisi'nin josef lainé başkanlığındaki komisyonu, şunları söyleme cesaretinde bulundu: "fransızlar kanlarının ancak vatanı ve koruyucu yasaları savunma uğrunda döküleceğine kani olsalardı, barış araçlarının güvenilir sonuçları olurdu. fransızlara hürriyeti, güveni, mülkiyet haklarını, ulusal siyasal haklarının serbestçe icrasını sağlayan yasaların her zaman ve tam bir şekilde yerine getirilmesi imparator hazretlerinden rica edilmelidir."

    dahiliye ve inzibat bakanı rovigo dükü general anne-jean-marie-rené savary raporun suretlerine el koydu; 31 aralık tarihli bir kararname, yasama meclisi'nin toplantısını geri bıraktı, salonun kapıları kapandı. bonaparte, yasama meclisi komisyonunun üyelerini ingiltere'ye satılmış adamlar olmakla suçladı: "laine denilen herif raymond desèze'in aracılığıyla naip prensle yazışan bir vatan hainidir" diyordu; "françois just marie raynouard, maine de biran ve pierre-françois flaugergues birer suikastçıdırlar."

    yüzüstü bıraktığı halde ona itaat etmek için suda boğulurken bile "yaşasın imparator!" diye bağırmış olan polonyalıların ortada görülmediğine şaşırıyordu. komisyonun raporu için, bir jakoben kulübünden çıkmış bir belge diyordu. bonaparte’ın bir söylevi yoktur ki içinde yetişmiş olduğu cumhuriyete düşmanlığını belli etmesin ama o cumhuriyetin cinayetlerinden çok hürriyetlerinden nefret ederdi. yine bu rapor dolayısıyla şunları da ilave etmişti: "ulusun egemenliğini yeniden kurmak mı istiyorlar; pekala o halde ben de ulus olurum, hükümdarlık neredeyse ben de orada olmak iddiasındayım." hiçbir zorba, mizacını bu derece kesinlikle açıklamamıştı: bu, xiv. louis’nin tersine çevrilmesidir; o "devlet demek, ben demektir" demişti.

    1814 yılının ilk günü yapılan kabulde olaylar çıkması bekleniyordu. bu saraya mensup bir adam vardır ki, o gün her ihtimale karşı kılıç çekmeyi göze almıştı. bununla beraber napoleon sertlik bakımından sözden ileri gitmedi ama bu alanda pervasızlığı kendi muhafızlarını bile şaşırtan bir dereceye ulaştı: "avrupa’nın karşısında bu iç kavgalarımızdan söz etmeye ne gerek var? insan kirli çamaşırlarını evinde yıkar. taht dedikleri de nedir ki? bir kumaş parçasıyla örtülü bir tahta parçası: her şey üstünde oturana bağlıdır. fransa'nın bana ihtiyacı olduğu kadar benim ona ihtiyacım yoktur. ben ölür de kendine leke sürdürmez bir adamım. üç aya kadar barışa kavuşmuş olacağız; ya düşman topraklarımızdan kovulmuş olacak, ya da ben ölmüş bulunacağım."

    bonaparte, fransızların çamaşırlarını kan içinde yıkamaya alışmıştı. üç ay sonra barışa kavuşulmayacaktı, düşman fransa'dan kovulmayacaktı, bonaparte ölmeyecekti; kolay kolay ölecek insanlardan değildi. başına geçirdiği adamın nankörce inadı ve bunca felaketler yüzünden ezilmiş bir halde, fransa umutsuzluktan doğan uyuşuk şaşkınlıkla istila edilişini seyrediyordu.

    bir imparatorluk kararnamesi ulusal muhafızlardan 121 taburu seferber etmişti; bir başka kararnameyle cambacérès’in başkanlığında, bakanlardan kurulu ve başında imparatoriçenin bulunduğu bir naiplik meclisi kurulmuştu. yağma ettiği servetlerle ispanya’dan dönen açıkta kalmış hükümdar joseph bonaparte, paris’in genel komutanı ilan edildi. 25 ocak 1814’te bonaparte orduya katılmak üzere sarayından ayrıldı ve sönmek üzereyken son bir parıltı ile parlamaya gitti.

    iki gün önce papa serbest bırakılmıştı. yakında zincirleri takacak olan el, başkasına vurmuş olduğu zincirleri kırmak zorunda kalmıştı. tanrı talihleri değiştirmişti ve napoleon’un yüzüne karşı esen rüzgar, müttefikleri paris’e doğru itiyordu.

    kendisine kurtuluşu haber verilen vii. pius hemen koşup i. françois'nın kilisesinde kısa bir duada bulundu; arabaya bindi ve bir halk söylentisine göre bir kral öleceği zaman içinde azrailin dolaştığı o ormandan geçti.

    papa, ikinci bir arabayla kendisini izleyen bir jandarma subayının gözetimi altında yola çıkmıştı. orleans’da, vardığı şehrin adını öğrendi.

    halkın alkışları ve "yaşa!" sesleri arasında güney yolunu izledi, napoleon’un bir süre sonra yabancı komiserlerin kontrolü altında bile pek de emniyette olmadan geçeceği vilayetlerden geçti. kendisine zulmetmiş adamın düşmesi papa’nın yolculuğunu geciktirdi. hükümet daireleri, işleri bırakmıştı; kimse kimsenin emrini dinlemiyordu. bonaparte’ın yirmi dört saat önce en yüksek başı bile kestirebilecek ve bir krallığı düşürebilecek olan yazılı bir emri artık hükümsüz bir kağıt parçası haline gelmişti: kudretinin zulüm altında inletmiş olduğu bir esiri koruyabilmesi için napoleon’un birkaç dakika iktidarda kalması lazım gelirdi, yabancı bir başa onların tacını giydirmiş olan papa’yı hürriyetine tamamıyla kavuşturmak için bourbonların geçici yönetimi gerekmişti, kaderin ne garip cilveleri vardır!

    vii. pius, ilahiler ve gözyaşları içinde, çanlar ve "yaşasın papa! yaşasın kilisenin başkanı!" sesleri arasında yoluna devam ediyordu. ona şehirlerin anahtarlarını, kanla yoğrulmuş ve cinayetlerle elde edilmiş teslim belgeleri getirmiyorlardı, arabasının kenarına iyileştirilecek hastalar, takdis olunacak yeni evliler getiriyorlardı; berikilere "tanrı teselli etsin." diyordu. ötekilerin üstüne barışçı ellerini uzatıyordu; analarının kucağındaki küçük çocuklara dokunuyordu. şehirlerde ayakları tutmayanlardan başka kimsecikler kalmıyordu. serbest bırakılmış ihtiyar bir papazın yolunu beklemek için uzaktan gelenler geceyi kırlarda geçiriyorlardı. saf köylüler, pap'ayı isa peygambere benzetiyorlardı, duygulanarak: "işte yüzyılının en büyük adamı" diyen protestanlar oluyordu. tanrının durmadan insanlarla temasa geldiği hristiyan topluluğu işte böyledir; kuvvetini dinden ve felaketlerden alan acizin, kılıcın ve saltanat asasının gücüne karşı işte böyle bir üstünlüğü vardır.

    vii. pius, carcassonne’dan, béziers’den, montpellier ve nimes’den geçerek italya’yı yeniden öğrenmeye gitti. rhone kıyılarında, toulouse'lu iv. raymond'un sayısız haçlıları sanki hala birinci haçlı seferi için saint-remy’de geçit yapmaktaydı. bir süre önce çektiği eziyetlere ve hayatının ilk çilesine tanık olan nice’i, savona’yı, imola’yı papa tekrar gördü: insan ağlamış olduğu yerde yeniden ağlamak ister. bunun harici hallerde ise mutlu olduğumuz yerleri ve zamanları hatırlarız. nasıl bir insan sönmüş tutkularını hatırasında yaşatırsa, vii. pius da öyle erdemlerini ve acılarını bir bir bulup yaşıyordu.

    bologna'da papa, avusturya makamlarına teslim edildi, napoli kralı joachim murat, 4 nisan 1814’de ona şöyle yazdı: "pek kutsal babamız, roma’dan ayrılmak zorunda kaldığınız zaman sahibi bulunduğunuz ülkeyi silahların talihi benim elimde bırakmış olduğu için, bu memleket üzerindeki bütün fetih haklarımdan vazgeçerek onu tereddütsüz emrinize terk ediyorum."

    papa daha roma’ya varmamıştı ki, bonaparte’ın annesinin kendi topraklarında barınmasına izin verdi. papa’nın temsilcileri roma’nın yönetimini ellerine almışlardı. 23 mayıs'ta, bahar ortasında, vii. pius, aziz petrus bazilikası'nın kubbesini gördü. kutsal kubbeyi görünce gözyaşları döktüğünü anlatmıştır. tam popolo kapısından geçeceği sırada, papa durduruldu: aklar giymiş yirmi iki yetim, ellerinde büyük yaldızlı hurma dalları taşıyan kırk beş kız ilahiler söyleyerek ilerledi. kalabalık "hosanna!" diye bağırıyordu. general etienne radet, vii. pius’un zeytinliğini hücumla zaptederken quirinal’e yürüyen kıtalara komuta etmiş olan pignatelli, şimdi de hurma dalları yürüyüşünü yönetiyordu. pignatelli böyle rol değiştirirken, paris’te, sözünden dönmüş soylular, xviii. louis’nin koltuğu ardında büyük uşaklık görevlerine yeniden başlıyorlardı: bir zamanlar nasıl beylik topraklar, içindeki kölelerle birlikte satılır idiyse refah ve mutluluk da insanlara öyle köleleriyle birlikte geçiyordu.

    napoleon’un dehasıyla askerlerinin yiğitliğine fransızların güvenleri o kadar büyüktü ki, sonuca varıncaya kadar başarılı bir yabancı istilası akla gelemezdi ama bu istilanın, napoleon’un tutkuları yüzünden düşmüş olduğu tehlikeleri fransa’ya hissettirerek bir iç ayaklanmaya meydan vereceğini ve fransızların kurtuluşunun kendi elleriyle yapılacağı sanılıyordu. isteniyordu ki, siyasal meclisler, müttefiklerin yürüyüşünü durdurur ve artık bir afet haline gelmiş büyük bir adamdan ayrılmaya karar verirlerse kime başvuracaklarını bilsinler; büyük bir kısma göre kurtuluş çaresi, sekiz yüzyıl hükümleri altında yaşamış oldukları saltanata sığınmaktı, zaman ve şartlara göre tadil edilmiş bir saltanata: fırtınaya tutulan adam, karşısında eski bir binadan başka bir şey bulamazsa, ne kadar harap olursa olsun, oraya koşar.

    napoleon’un telkin ettiği soğukluğu kaybetmek, bir taraftan da ne zaman söz konusu olsa yeniden doğurduğu hayranlığa karşı kendini savunmak için en az fransa’yı ezmiş olan felaketlere ihtiyaç vardı. napoleon, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir eylem ve hareket dehasıydı; italya’daki ilk seferi ve fransa’daki son seferi (waterloo’yu bir kenara bırakırsak) onun en güzel iki seferidir: biriyle imparatorluğu kazandı, ötekisiyle kaybetti. iktidarda kaldığı son saatler, ne kadar kökünden sökülmüş, ne kadar sarsılmış olursa olsun, bir aslanın dişleri gibi ancak avrupa’nın bileği zoruyla koparılabilmiştir. napoleon adı hala o kadar heybetliydi ki düşman orduları ren'i yürekleri çarparak geçtiler; çekilmenin mümkün olduğuna emniyet getirmek için durmadan arkalarına bakıyorlardı. paris’e girdikten sonra bile titriyorlardı. aleksandr, fransa’ya girerken, gözlerini rusya’ya çevirerek oraya dönebilenleri tebrik ediyor ve annesine yazdığı mektupta kaygılarıyla üzüntülerini bildiriyordu.

    napoleon, üzerinde yetişmiş olduğu yerlere şeref vermek istermiş gibi rusları saint-dizier’de, prusyalılarla rusları brienne’de yendi. silezya ordusunu montmairail’de, champaubert’de ve rus ordusunun bir kısmını montereau’da bozguna uğrattı. her yanda karşı koyuyor, her yana durmadan gidip geliyor, etrafını çeviren düşmanı püskürtüyordu. müttefikler mütareke teklif ettiler. bonaparte, barışa hazırlık olmak üzere ileri sürülen teklifleri yırtıp attı ve "avusturya imparatoru paris’e yakınsa ben defalarca girip çıktığım viyana’ya daha yakınım!" diye bağırdı. aslan kükremeye ve orman kanunlarını hatırlatmaya devam ediyordu ama tüm orman ona karşı birleşmişti.

    rusya, avusturya, prusya ve ingiltere birbirinin yüreğine su serpmek için chaumont’da yeni bir ittifak antlaşması imzaladılar ama aslı aranırsa, bonaparte’ın karşı koymasından kaygıya düşerek çekilmeyi düşünüyorlardı. lyon’da avusturyalıların yanını çevirecek bir ordu kurulmaktaydı, güneyde de mareşal soult, ingilizleri durdurmuştu ancak 15 mart'ta feshedilmiş olan chatillon kongresi hala görüşmelere devam ediyordu. bonaparte, mareşal blücher’i craonne sırtlarından attı. müttefiklerin büyük ordusu 27 şubat'ta bar-sur-aube’da ancak sayı üstünlüğü sayesinde başarı kazanmıştı. her yana yetişen bonaparte, troyes’ı almış ama sonra müttefiklere kaptırmıştı, craonne’dan reims’e koşmuştu: "bu gece, troyes’a gidip kaynatamı esir edeceğim."

    23 mart'ta, arcis-sur-aube yakınlarında bir karşılaşma oldu. devamlı bir top ateşi sırasında muhafızlardan bir kıtanın önüne bir mermi düşünce kıta biraz irkilir gibi olmuştu: bonaparte, fitili tüten merminin üzerine atıldı, onu atına koklattı, obüs patladı ve imparator bu gök gürültüsünü andıran patlayışın içinden sapasağlam çıktı. savaş tanrısı o çok sevdiği muharebe alanına inmişti.

    savaş ertesi gün tekrar başlayacaktı ama bonaparte, dehasının ilhamına uyarak -bununla beraber bu ilham kötü sonuçlara yol açmıştı-, müttefik kıtaların arkasına düşmek, depolarıyla bağlantılarını kesmek ve sınır boyundaki garnizonlar ordusunun mevcudunu artırmak için oradan çekildi. yabancılar ren üzerine çekilmeye hazırlanıyorlardı; tam o sırada, aleksandr, kaderin dünyayı alt üst eden o cilvelerinden biriyle, yolu serbest kalan paris’e yürüme kararını verdi. napoleon düşmanın asıl kuvvetlerini peşinde sürüklediğini sanıyordu, oysa yalnızca 10.000 süvari tarafından izleniyordu, asıl ordunun öncüsü sandığı bu kuvvet prusyalılarla rusların gerçek hareketlerini gizliyordu. bu 10.000 atlıyı saint-dizier’de ve vitry’de perişan etti ve arkalarında büyük ordunun bulunmadığını o zaman farketti; başkent üzerine atılan büyük müttefik ordusunun önünde sadece 12.000 eriyle mareşal marmont ve mareşal mortier bulunuyordu.

    napoleon, alelacele fontainebleau üzerine yürüdü. kutsal bir kurban, çekilirken orada mükafat vericiyi ve intikam alıcıyı bırakmıştı. tarihte iki şey hep beraber yürür: bir insan önünde bir haksızlık çığrı açtı mı, aynı zamanda bir mahvolma çığrı da açmış olur, bir süre sonra ilk yol ikincisiyle birleşir.

    herkes büyük bir telaş ve heyecan içindeydi. şana
    ve felaketlere boğaza kadar doymuş olan fransa’nın yirmi yıldan beri omuzlarına çöken insafsız savaşın, ne pahasına olursa olsun bittiğini görmek umudu milliyetçilik düşüncesinden önce geliyordu. herkes, yakın felakette nasıl bir yol tutacağını düşünmekle meşguldü.

    fransa'da, savaş alanlarının başkente yakınlaşmasına rağmen, müttefiklerin paris’e girmeyeceklerine ve ulusal bir ayaklanmanın kaygılara son vereceğine inanmaya devam ediliyordu. bu saplantının etkisi altında bulunmak yabancı orduların varlığının hissedilmesine engel olmuyordu ama avrupa’nın da fransızlara aynı şeyleri getirdiğini görerek, avrupa’ya çektirilen çileler düşünülmeden edilmiyordu.

    başkentin çevresinde çember daralıyordu: her an düşmanın yeni bir ilerlemesi öğreniliyordu. sur kapılarından karmakarışık bir halde rus esirleri ve yük arabalarıyla sürüklenen fransız yaralılar giriyor; yarı ölü bir halde bulunan bazı yaralılar kana buladıkları tekerleklerin altına yuvarlanıyorlardı. iç eyaletlerden askere alınmış acemi erler uzun hatlar halinde başkentten geçerek ordulara doğru gidiyorlardı. geceleri, dış bulvarlardan topçu kafilelerinin geçtiği işitiliyor ve uzaktaki top gürültülerinin kesin zaferi mi, yoksa nihai yenilişi mi haber verdikleri bilinmiyordu.

    nihayet savaş gelip paris kapılarına dayandı. notre-dame’ın kulelerinin tepesinden kabaran denizin ilk dalgalarının kumsalı yalaması gibi rus kıtalarının başı göründü. elveda ey eski fransızların yurt perileri, memleketin geleneklerini koruyucu ocaklar!

    paris düşman ordularının dumanını yüzyıllardan beri görmemişti ve zaferden zafere koşarak sonunda düşmanı kapıları önüne getiren napoleon olmuştu. paris, onun, dünyayı dolaşmak üzere çıktığı hareket noktası olmuştu: beyhude fetihlerinin uçsuz bucaksız yangınını ardında bırakarak oraya geliyordu.

    herkes bitkiler bahçesine koşuyordu, eskiden olsaydı, saint-victor tahkimli manastırı burayı koruyabilirdi. kudretinin ebedi bir huzur vadetmiş olduğu o kuğular ve muz ağaçlarıyla süslü küçük alemin rahatı kaçmıştı. labirent’in tepesinden, büyük sedir ağacının üst yanından, bastille’le vincennes kulesi aslanlarının ötesinde bonaparte’ın tamamlamaya vakit bulamadığı bolluk ambarlarının üst yanından, halk, bellville’de savaşan piyadenin ateş edişini seyrediyordu. ulusal muhafızlardan birkaç bölük bir çıkış yaptılar ve şehitler mezarlığı etrafındaki kırlarda üç yüz can kaybettiler. asker fransa, bu talihsiz zamanında gösterdiği parlaklığı hiçbir zaman göstermemiştir: son kahramanlar politeknik okulunun vincennes yolu tabyalarında topçuluk eden yüz elli delikanlısı oldu. etrafları düşmanla çevrili olmasına rağmen teslim olmaya yanaşmıyorlardı; onları toplarının başından koparıp almak gerekti. rus erleri onları baruttan kapkara, vücutları delik deşik bir halde yakalıyordu; kollarında çırpınıp dururlarken, birer şan ve şeref çelengi haline gelen bu genç fransızları zafer ve hayranlık nidalarıyla havaya kaldırıyor ve kanlar içinde analarına iade ediyorlardı.

    o sırada marie-louise, cambaceres, roma kralı ve naiplik meclisiyle birlikte kaçıyordu. duvarlarda şu beyanname görülüyordu:

    "parisliler,
    naiplik meclisi imparatoriçe ile roma kralının güvenliklerini sağlamıştır: ben sizinle kalıyorum. bu şehri, anıtlarını, servetlerini, karılarımızı, çocuklarımızı, bize aziz olan bütün şeyleri savunmak için silaha sarılalım. bu koca şehir kısa bir süre için bir ordugah haline gelsin ve düşman aşacağını sandığı surlarımız altında rezil olsun."

    kont rostopçin moskova’yı savunmaya kalkışmamıştı, onu yakmıştı. joseph, parislilerden asla ayrılmayacağını haber veriyordu ama fransızlara cesaretini duvar köşelerine asılmış bırakarak usulca sıvışıyordu.

    charles-maurice de talleyrand-périgord, napoleon’un tayin ettiği naiplik meclisinde üyeydi. autun piskoposu, imparatorluk devrinde, dışişleri bakanı olmaktan çıktığı günden itibaren bir tek hayal peşinde koşmuştu: bonaparte’ın ortadan kalkması, marie-louise’in naip, kendisinin de naiplik meclisinin başkanı olması. bonaparte onu 1814’te geçici bir naiplik meclisine üye tayin etmekle onun ekmeğine yağ sürmüştü. napoleon ölmemişti, mösyö de talleyrand için de yıkamadığı devin ayakları dibinde kör topal yürümek ve kendi hesabına fırsattan yararlanmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. bu uyuşma ve pazarlık adamının işlerini becermek hususunda dehası vardı. durum müşküldü: başkentte kalmak en uygun hareket olacaktı ama bonaparte dönecek olursa kaçak naiplerden ayrılan prens, geride kalıp kurşuna dizilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı; öte yandan tam müttefiklerin şehre girebileceği bir sırada da paris terkedilir miydi? böyle bir hareket başarının kârından vazgeçmek, tam mösyö de talleyrand’a göre olan fırsat düşkünlüğüne aykırı davranmak olmaz mıydı? bourbonlara yanaşacağı yerde onlardan korkuyordu, onlara kaç defalar ihanet etmemiş miydi? bununla beraber talihin onlara gülmesi de ihtimal dışında olmadığı için, eugène françois d'arnauld, evli papazın rızasıyla, kralcılığın gizli kapaklı fısıldayıcısı sıfatıyla chatillon kongresine gitti. bu ihtiyat tedbirini aldıktan sonra, prens, paris’te durumu kurtarmak için, pek ustası olduğu oyunlardan birini oynadı.

    az sonra pierre samuel du pont de nemours'un emri altında geçici hükümetin özel katibi olan mösyö laborie, ulusal muhafızlar komutanlığına mensup mösyö de laborde’a gitti; ona talleyrand’ın hareket ettiğini haber verdi "naipleri takibe amadedir, yalnız gerekirse müttefiklerle müzakerelere onun vasıtasıyla girişebilmek için kendisini tevkif etmeyi belki faydalı bulursunuz." komedya mükemmel oynandı. prensin arabaları gürültüyle yüklendi; 30 mart günü öğle üstü yola koyuldu, d'enfer kapısına varınca, itirazlarına kulak asmadan kendisini çevirdiler. bir mucize eseri olarak imparator geri dönecek olursa deliller meydandaydı: eski bakan, marie-louise’e katılmak istemiş, silahlı kuvvetler geçmesine engel olmuştu.

    o sırada, müttefikler görününce, ulusal muhafızların subaylarından olan kont aleksander ile mösyö tourton, rusya seferinde bonaparte’ın generallerinden biri olan başkomutan schwartzenberg prensine gönderildiler. başkomutan bonaparte'ın beyannamesi paris’te 30 mart akşamı öğrenildi. bu beyannamede şöyle deniliyordu: "yirmi yıldan beri avrupa kana ve gözyaşına boğuldu; bunca felaketlere bir son vermek için girişilen bütün teşebbüsler boşa çıktı, çünkü sizi ezen hükümetin temelinde barışa karşı aşılmaz bir engel var. parisliler, vatanınızın durumunu biliyorsunuz: şehrinizin muhafazası ve sükunu müttefiklerin özenle gözetecekleri bir husus olacaktır. işte surlarınızın önünde silahlı avrupa, size bu duygularla hitap ediyor!"

    fransa'nın büyüklüğünü gösteren ne muhteşem bir itiraf: "surlarınızın önünde silahlı avrupa size hitap ediyor."

    fransa hiçbir şeye saygı göstermemişti ama şehirlerini yakıp yıktığı insanlar, üstün bir kuvvete sahip olunca fransa'ya saygı gösteriyorlardı. fransa onlara kutsal bir ulus gibi görünüyordu, fransa toprakları, onlara, hiçbir taburun çiğneyemeyeceği bir ülke gibi görünüyordu. ama paris, yirmi dört saat sürecek pek kolay bir savunmada bulunmaya gereklilik görmüş olsaydı sonuç değişik olurdu. ama ateşle şandan sarhoşa dönmüş askerler dışında artık kimse bonaparte’ı istemiyordu ve yine başlarında kalır korkusuyla kapıları açmaya acele ettiler.

    paris 31 mart günü teslim oldu; askeri teslim antlaşması mareşal mortier ile mareşal marmont adına nedis ve fabvier adında iki albay tarafından imzalandı; sivil teslim de paris belediye başkanı adına yapıldı. belediye ve vilayet meclisleri türlü meseleleri görüşmek üzere rus genel karargahına temsilciler gönderdiler, çar aleksandr onlara dedi ki: "eskiden müttefikim olan imparatorunuz, devletimin canevine kadar gelerek izleri uzun zaman silinmeyecek felaketler getirdi; haklı bir savunma beni buraya kadar sevketti. fransa’yı, ondan gördüğüm kötülüklere uğratmak istemiyorum. ben adil bir insanım, bu işte fransızların suçu olmadığını bilirim. fransızlar benim dostumdur, kötülüğe iyilikle karşılık vermeye geldiğimi onlara ispat edeceğim. benim tek düşmanım napoleon’dur. paris şehrini özellikle koruyacağıma söz veriyorum, bütün resmi binaları koruyacağım, buralarda ancak en seçkin kıtaları oturtacağım, seçkin vatandaşlarınızdan kurulu olan ulusal muhafızlarınıza dokunmayacağım. ilerideki mutluluğunuzu sağlamak sizin bileceğiniz iştir, sizi ve avrupa’yı rahata ve huzura kavuşturacak bir hükümeti başınıza geçirmelisiniz. arzunuzu belirtmek size düşer: beni daima gayretlerinize yardıma amade bulacaksınız."

    bu sözler harfi harfine yerine getirildi; müttefiklerin gözünde zaferi kazanmış olma mutluluğu, başka bütün çıkarları gölgede bırakıyordu. yabancının ancak fransa'ya hayran olmak, uygarlığının ve zekasının harikalarını zevkle seyretmek için girmiş olduğu bu şehrin büyük adamları tarafından on iki yüzyıl savunulmuş bu el sürülmez şehrin xiv. louis’nin hala gölgesiyle ve bonaparte’ın dönme tehdidiyle korur gibi göründüğü bu şan ve şeref başkentinin kubbelerini görünce çar aleksandr neler hissetmişti acaba?
  • bölüm 17 (rus çarı aleksandr'ın karakteri ile fransızlara gösterdiği nezaket, fransa işgalinin süreci, bourbon restorasyonu, napoleon'un durumu ve napoleon hakkındaki düşünceler)

    tanrı ebediyetin sükutuna zaman zaman ara veren o sözlerden birini söylemişti, işte o zaman, o zamanki kuşağın gözü önünde, paris’in yalnız bir defa çaldığını duymuş olduğu saati çalan tokmağın kalktığı görüldü: 25 ocak 496’da, reims, i. clovis'in vaftiz edildiğini ilan etmiş ve lutetia'nın kapıları frank’lara açılmıştı. 30 mart 1814’te, xvi. louis’nin kanı içinde vaftiz edilmesinden sonra, hareketsiz kalmış olan eski tokmak, kadim saltanat kulesinde yeniden kalktı; ikinci bir çan sesi işitildi, tatarlar paris’e girdiler. bu 1318 yıllık ara esnasında yabancılar fransa imparatorluğunun başkentinin surlarına gelip çatmışsa da; fransa'nın kendi iç kavgalarının davetine uyarak girdiği seferler dışında, hiçbir zaman içeri girememişti. normanlar parislilerin şehrini kuşatmışlardı, parisliler ise bileklerinde tuttukları atmacaları uçurmuşlardı; paris çocuğu ve abbon’un dediği gibi "rex futurus", müstakbel kral eude*, kuzeyin korsanlarını püskürtmüştü. parisliler 1814’te de kartallarını salıverdiler; bu sefer ise müttefikler louvre’a girdiler.

    bonaparte, kendisinin hayranı olan ve dize gelerek ondan barış dileyen aleksandr’la haksız olarak savaşmıştı. bonaparte moskova seferini emretmişti, rusları moskova’yı kendi elleriyle yakmak zorunda bırakmıştı. bonaparte ayrıca berlin’i yağmalamış, kralını küçük düşürmüş, kraliçesine hakaret etmişti; onun için, fransızlar ne şiddetli cezalara uğramayı beklemeliydi? göreceksiniz...

    koalisyon kuvvetlerinin ordusu, paris’e 31 mart 1814’te, öğle üzeri girdi. enghien dükü louis antoine'ın, 21 mart 1804’teki ölümünün yıl dönümünün üzerinden yalnız 10 yıl 10 gün geçmişti. bu kadar az sürecek bir saltanat uğrunda bonaparte’ın hatırası, bu kadar uzun sürecek bir kötülüğü göze almaya değer miydi? rus çarı ile prusya kralı ordularının başında bulunuyorlardı. bulvarlardan geçişleri görüldü. fransızlar, sanki kendi adlarını söküp alarak yerine sibirya madenlerinde kendilerini tanıtacak olan numarayı koymuşlar gibi şaşkın ve yüreğinden vurulmuş bir haldeyken, bir yandan da şan ve şöhreti, onları bu yüz kızartıcı duruma düşürmüş olan adama karşı büsbütün çileden çıktıklarını hissediyorlardı.

    bununla beraber müttefiklerin bu ilk istilası dünya tarihinde eşi görülmedik bir olay olarak kalmıştır; her tarafta düzen, sükunet ve itidal hakim olmuştu. dükkanlar yeniden açıldı, altı ayak boyunda rus muhafız erlerine sanki birer kukla ya da karnaval soytarısıymışlar gibi onlarla alay eden fransız bacaksızları rehberlik ediyordu. yenilenler yenmiş sanılabilirdi; yenenler de başarılarından titreyerek adeta özür diler gibiydiler. yabancı krallarla prenslerin oturdukları konaklar dışında paris’in iç mahallelerini yalnız fransa'nın kendi ulusal muhafızları işgal ediyorlardı. 31 mart 1814’te hesaba gelmez ordular fransa’yı işgal ediyordu; birkaç ay sonra, bourbonların dönüşünden beri bütün ordular, bir kurşun atmadan, bir damla kan dökmeden, fransız sınırlarından çıkıyorlardı. eski fransa, sınırlarından bazılarında büyümüştü. anvers’teki gemilerle ambarlar, ürünlerini başkentle paylaştılar; yenilgi veya zaferin muhtelif memleketlere dağıtmış olduğu 300.000 esir iade edildi. yirmi beş yıl süren boğuşmalardan sonra, avrupa’nın bir ucundan öbür ucuna kadar silah gürültüleri dinmişti. çar i. aleksandr, fethedilmiş şaheserleri ve anayasaya konulan hürriyeti fransızlara bırakarak gitti. fransızlar, bu hürriyeti onun irşadına olduğu kadar nüfuzuna da borçlulardı. çar aleksandr, memleketindeki iki en büyük kuvvetin başkanı, hem kılıç, hem de din sahasının tek hükümdarı olduğu halde, fransa’nın, erişmiş bulunduğu uygarlık çağında, ancak hür bir meşrutiyetle yönetilebileceğini avrupa hükümdarları arasında yalnız anlayan kişi olmuştu.

    yabancılara karşı olağan sayılabilecek düşmanlıklarıyla fransızlar, hiç de birbirine benzemeyen 1814 ve 1815 istilalarını birbirine karıştırdılar.

    aleksandr kendini yalnız tanrının bir aleti sayıyor ve kendine hiçbir övünme payı çıkarmıyordu. madam de staël, meşrutiyetten mahrum olan tebalarının kendisi tarafından idare edilmekle ne büyük bir mutluluğa erişmiş olduklarını ona söylediği zaman, çar ona pek ünlü olan şu cevabı vermişti: "ben sadece mutlu bir aracıyım."

    bu hakir vatandaşların müracaatlarını bile karşılamakta gösterdiği nezaketten dolayı paris sokaklarında kendisine hayranlığını bildiren bir gence: "hükümdarların görevi bu değil midir?" cevabını vermişti. napoleon’un viyana, berlin ve moskova saraylarından pek hoşlanmış olduğunu hatırlayarak tuileries sarayında oturmak istememişti.

    vendôme meydanındaki sütun üstünde napoleon’un heykeline bakarken: "beni bu kadar yükseğe çıkarsalardı, başım döner diye korkardım" demişti.

    tuileries sarayını gezdiği sırada kendisine barış salonunu gösterdiler. gülerek; "bu salon bonaparte’ın ne işine yarıyordu? herhalde hiç kullanmadı" dedi. (ben de güldüm)

    xviii. louis’nin paris’e girdiği gün aleksandr, alayın geçişini görmek için, basit bir vatandaş gibi, bir pencere ardında gizlendi.

    bazen zarif bir şekilde muhabbetli tavırları vardı. bir deliler yurdunu ziyaret ederken, aşk yüzünden deli olanların sayısının çok olup olmadığını bir kadına sordu. kadın da: "şimdiye kadar pek değildi ama haşmetlinizin paris’e girişinden beri artmasından korkulur" cevabını verdi.

    napoleon’un yüksek mertebeli bir memuru çar’a diyordu ki: "gelişiniz burada uzun zamandan beri bekleniyor ve arzulanıyordu." çar: "daha önce gelecektim: gecikmemden yalnız fransızların cesaretini mesul tuttum." cevabını verdi.

    ren nehri'ni geçerken sakin sakin ailesinin yanına dönemediğine esef etmiş olduğu muhakkaktır. les invalides sarayında, aleksandr, austerlitz’de kendisini yenmiş gazi askerler buldu: sakin ve gamlıydı; ıssız avuçlarıyla çıplak kiliselerinde gazilerin tahta bacaklarının gürültüsünden başka bir şey işitilmiyordu; yiğitlerin çıkardığı bu gürültü aleksandr’ı duygulandırdı: onlara on iki rus topu getirmelerini emretti.

    austerlitz köprüsünün adını değiştirmesini kendisine tavsiye ediyorlardı: "hayır, bu köprüden ordumla birlikte geçtim ya, o bile yeter."

    aleksandr’ın sakin ve mahzun bir hali vardı: paris’te yaya ya da atlı, maiyetsiz ve gösterişsiz dolaşıyordu. zaferinden hayrete düşmüş gibiydi; kendisinden üstün tutar göründüğü bir halkı adeta dikkatli gözlerle seyrediyordu: bir romalı atina’da nasıl utanıyor idiyse, o da sanki fransızların içinde kendini bir barbar gibi buluyordu. belki yine düşünüyordu ki, bu fransızlar alevler içindeki payitahtına girmişlerdi; şimdi de kendi askerleri paris’e hükmediyorlardı, o paris’e ki, arasa belki içinde, moskova’yı kurtarmış ve yakmış olan sönmüş kundaklardan birkaçını bulabilirdi. bu kadar dönek olan talih, ulusların ve kralların bu ortak zavallılığı, onun kadar dindar bir adamın üzerinde büyük bir intiba bırakmış olmalıydı.

    peki bu esnada borodino muzafferi ne yapıyordu? aleksandr'ın kararını öğrenir öğrenmez topçu binbaşısı maillard de lescourt’a grenelle baruthanesini havaya uçurması için emir vermişti; rostopçin de moskova’yı ateşe vermişti ama önce ahalisini boşaltmıştı. dönmüş olduğu fontainebleau’dan napoleon, villejuif’e kadar ilerledi, oradan paris’e bir baktı, kapılar yabancı askerlerin muhafazası altındaydı; fatih, askerlerinin berlin, moskova ve viyana kapılarını beklediği günleri hatırlıyordu.

    olaylar, olayların değerini sıfıra indiriyordu: villejuif’te, gabrielle’in ölümünü öğrenip fontainebleau’ya dönen iv. henri’nin acısı bugün ne kadar çocukça görünüyor! bonaparte da bu ıssız yere döndü; orada kendisini bekleyen, yalnızca esir ettiği papa’nın hatırasıydı: barış esiri yerini yeni savaş esirine bırakmak üzere şatodan ayrılmıştı; felaket, boşalan yerlerini doldurmaya o kadar acele eder.

    naiplik meclisi blois’ya çekilmişti. bonaparte, imparatoriçe ile roma kralının paris’ten ayrılmalarını emretmişti, bir zafer alayı ile viyana’ya götürüldüklerini görmektense onları sen nehri'nin dibinde görmeyi tercih edeceğini söylemişti ama bu emri verirken bir yandan da joseph’e, başkentte kalması için kesin emir vermişti. kardeşinin çekilişi onu küplere bindirdi, eski ispanya kralını her şeyi kaybetmiş olmakla suçladı. bakanlar, naiplik meclisi üyeleri, napoleon’un kardeşleri, karısı ve oğlu bozgun seline kapılarak karmakarışık bir halde blois’ya geldiler. yük arabaları, eşyalar, binek arabaları, her şey oradaydı; kralın arabaları bile oradaydı ve beauce’un çamurları arasından chambord’a, fransa’nın xiv. louis’nin varisine bırakılmış bu biricik parçasına sürüklendiler. cambacérès, blois’nın yokuşlu sokaklarında tahtıravanda yan gelip kurulurken bazı bakanlar aldırmadılar, saklanmak için ta bretonya'ya kadar kaçtılar, türlü söylentiler dolaşıyordu; memleketin iki cepheye ayrılacağından ve genel bir elkoyma yapılacağından bahsediliyordu. paris’te olup bitenlerden günlerce kimsenin haberi olmadı ancak pasaportu sacken imzalı bir arabacı geldiği zaman kararsızlık sona erdi. kısa süre sonra rus generali şovalov, galère hanına indi: başlarını kurtarmak için ondan bir vize koparmaya can atan büyükler hemen etrafını aldılar. bununla beraber blois’dan ayrılmadan önce herkes naiplik hazinesinden yol masraflarını ve gecikmiş aylıklarını aldı: bir ellerinde yaralarını, bir ellerinde pasaportlarını tutuyor, bir yandan da geçici hükümete katıldıklarını bildirmeyi ihmal etmiyorlardı çünkü kimse şaşkınlığa uğramamıştı. napoleon’un annesiyle dayısı kardinal fesch, roma’ya doğru yola çıktılar. esterhazy prensi macar ii. nikolaus, ii. françois adıyla marie-louise’le oğlunu almaya geldi. joseph’le jérôme, imparatoriçeyi kendi talihlerine bağlanmaya boş yere zorlandıktan sonra isviçre’ye çekildiler. marie-louise babasının yanına koştu: bonaparte’a pek öyle candan bağlı olmadığı için kendini avutmanın yolunu buldu, kocasının ve efendisinin istibdadından kurtulduğuna sevindi. bonaparte, ertesi yıl bu kaçışın utancını bourbonlara tattırdığı zaman, onlar uzun süren sıkıntılı bir sürgün hayatından yeni çıkmışlardı ve tahtın rahatlıklarına alışmak için on dört yıllık görülmemiş bir refah ve mutluluk içinde yüzmüş değillerdi.

    bununla birlikte napoleon henüz tahtından indirilmiş değildi; çevresinde yeryüzünün en iyi askerlerinden oluşan 40.000'den fazla mevcutlu bir ordu vardı; loire nehrinin arkasına çekilebilirdi; ispanya’dan gelen fransız orduları güneyde birleşiyordu; kaynamakta olan asker ruhlu halk lavlarını püskürebilirdi, hatta yabancı şefler arasında bile fransa üzerinde napoleon’un ya da oğlunun hükmetmesini düşünenler vardı: aleksandr iki gün tereddütte kaldı. mösyö talleyrand, roma kralına taç taktırmak isteyen siyasete gizliden gizliye yanaşıyordu çünkü bourbon’lardan çekiniyordu. marie-louise’in naipliği planına henüz açıkça katılmıyor idiyse sebebi, napoleon ölmüş olmadığı için, kendisinin endişeli, sağı solu belli olmaz, ele avuca sığmaz ve henüz gücü kuvveti yerinde bir adamın tehdidi altında kalacak bir sağırlık devresinde hükmünü devam ettiremeyeceğinden korkmasıydı.

    işte o kararsız günlerdedir ki, chateaubriand, teraziye ağır basmak için "de bonaparte et des bourbons" adlı broşürü ortaya attı. etkinin ne kadar büyük olduğu bilinir. henüz ayakta duran ve hırsından kudurduğu için kuvveti üç katına çıkmış olan istibdada karşı hürriyete kalkan görevi yapmak üzere kendisini kaldırıp o curcunanın ortasına attı. sözlerine olumlu bir hareket etkisini kazandırmak için meşru krallık adına söz söyledi. chateaubriand, fransa’ya eski krallık aliesinin ne olduğunu öğretti; bu ailenin hayatta kaç üyesi bulunduğunu, isimleriyle karakterlerinin ne olduğunu söyledi, sanki çinli bir ailenin çocuklarını saymıştı; cumhuriyet ve imparatorluk hali o kadar kaplanmış ve bourbonları o kadar maziye atmıştı. xviii. louis, birkaç kere, broşürün 100.000 kişilik bir ordudan daha fazla işine yaradığını chateaubriand'e söylemiştir.

    chateaubriand, siyasi hayatının daha başlangıcında halk tarafından tutulmuştu ama yine o andan sonra nüfuzlu kimseler arasında itibarını kaybetti. bonaparte’ın idaresi altında kölelik etmiş olanların hepsi ondan nefret ediyordu; öte yandan fransa’yı bağımlı ülke haline getirmek isteyenlerin hepsi ona şüpheli bir gözle bakıyordu. ilk anda hükümdarlar arasında, chateaubriand'in lehinde bulunan yalnız bonaparte’ın bizzat kendisi oldu. fontainebleau’da broşürü okumuş, bassano dükü eseri ona götürmüştü; bonaparte kitap üzerinde tarafsız düşünerek demiş ki: "şu dediği doğru; şu dediği yanlış. chateaubriand’e diyecek bir sözüm yok; güçlü zamanımda bile bana karşı koydu ama o falanca filanca kalleşler yok mu!" demiş ve bir bir adlarını saymış.

    chateaubriand'in bonaparte’a hayranlığı daima büyük ve içten olmuştu, hatta napoleon’a en özgür bir şekilde hücum ettiği sıralarda bile.

    geleceğin yargısı ise denildiği kadar adil olmuyor; yakından tutkular ve hatalar işe karıştığı gibi, uzaktan da işe karışan tutkular, hayranlıklar ve hatalar var. sonraki kuşaklar kayıtsız şartsız hayran oldukları zaman, hayran olunan adamın çağdaşları da niçin aynı fikirde değillerdi diye çileden çıkıyorlar. oysa bunun sebebi meydandadır; bu adamda insana batan taraflar geçip gitmiştir, sakat tarafları onunla birlikte ölmüştür, ondan ancak ölümsüz olan hayatı kalmıştır ama onun sebep olduğu kötülük bu yüzden gerçekliğini kaybetmez; kötülük kötülüktür, özellikle onu çekmiş olanlar için.

    bugünün modası bonaparte’ın zaferlerini göklere çıkarmış, çileyi çekmiş olanlar ise ortadan kalkmıştır. komutan olarak elbet parmakla gösterilir ama kurbanların bedduaları, acı ve ıstırap haykırışları artık işitilmiyor, toprağını kadınlara sürdüren bitkin fransa artık göz önüne gelmiyor, oğulları kaçtığı için yakalanan ana babalar, bir asker kaçağına verilecek cezanın bütün bir köy halkına çektirilmesi gözden ırak kalmıştır. köşe başlarına asılmış o askere çağırma ilanları, bu hesapsız idam yargıları karşısında toplanıp şaşkın şaşkın oğullarının, kardeşlerinin, dostlarının veya komşularının adlarını arayan kalabalıklar artık görülmüyorlar. zaferlerden herkesin sızlanmış olduğu unutuluyor; tiyatroda sansürcülerin gözünden kaçmış, bonaparte aleyhindeki en küçük imayı nasıl şiddetle cezalandırdıkları unutuluyor; halk, saray, generaller, bakanlar, napoleon’un yakınları, kısaca herkesin onun istibdadından ve fetihlerinden usanmış, hep kazanılan ve hep yeniden oynanan o kumardan, rahat durmanın imkansızlığı yüzünden her sabah yeniden tehlikeye atılan o hayattan bezmiş olduğu unutuluyor.

    fransızların çektiklerinin ne demek olduğunu o felaketin kendisi ispat eder: fransa bonaparte’a canla başla bağlı olsaydı, onu öyle iki kere, korumak için son bir gayret göstermeden, birden bire, büsbütün yüzüstü bırakır mıydı? fransa şerefini, özgürlüğünü, düzenini, refahını, sanayisini, ticaretini, dişçiliğini, anıtlarını, edebiyatını, güzel sanatlarını, kısacası her şeyini ona borçlu olsaydı; ondan önce ulus kendiliğinden bir şey yapmamış olsaydı; dehadan ve cesaretten yoksun cumhuriyet, yurdu savunmamış, büyütmemiş olsaydı, napoleon’un düşmanlarının eline düşmesine ses çıkarmamakla, ya da hiç değilse böyle bir velinimetin esir tutulmasına karşı itirazda bulunmamakla fransa ne kadar nankörlük, ne kadar kalleşlik etmiş olurdu?

    fransa, düşen napoleon’u tutmaya kalkışmamış, tam tersine onu bile bile yüzüstü bırakmıştır. fransızlar, ağızlarının acı tadıyla onun kişiliğinde yalnızca sefaletlerine sebep olup sonra da acımaya bile tenezzül etmeyen adamı görüyorlardı. fransızları yenen müttefikler değildi; iki afetten birini seçmek zorunda kalınca, artık hürriyetleri uğrunda kanlarını akıtmaya yanaşmadılar da ondan yenildiler.

    cumhuriyet çok zalim davranmıştı şüphesiz ama herkes bu halin devam etmeyeceğini, alplerde ve ren boyunda fransızlara sağlamış olduğu koruyucu fetihleri muhafaza etmekle beraber er geç haklarına kavuşacaklarını ummuşlardı. cumhuriyetin kazandığı her zafer fransızların namına kazanılmıştı; cumhuriyet devrinde yalnız fransa hesabına dövüşülüyordu; kazanan, yenen daima fransa olmuştu. her şeyi başaran ve şereflerine zafer veya cenaze alayları düzenlenenler kendi askerleriydi; generaller (içlerinde çok büyükleri de vardı) halkın belleğinde şerefli ama mütevazı bir yer elde ediyorlardı: françois séverin marceau, jean victor marie moreau, lazare hoche, barthélemy catherine joubert için böyle olmuştu; bu son iki general, bonaparte’ın yerini tutmaya aday bulunurlarken yeni yeni ün kazanan bonaparte ansızın general hoche’la karşılaştı, onu geçti ve altenkirchen, neuwied ve kleinnister’deki zaferlerden sonra birdenbire ölen bu sakin savaşçının ölümü de onun ilerlemesine yol açtı.

    imparatorluk devrinde ise insanlar ortadan silindi; artık hiçkimsenin adı anılmıyordu, her şey bonaparte’ın malıydı: "emrettim, yendim, söyledim, kartallarım, tacım, sülalem, ailem, tebaam..."

    birbirine hem benzeyen hem de aykırı olan bu iki durumda sonuç ne oldu? talihsiz günlerinde bile cumhuriyeti, fransızlar hiç de yüzüstü bırakmadılar, cumhuriyet insanları öldürüyor ama şerefleriyle oynamıyordu, bir adamın malı olma utancına uğramıyorlardı. çabalar sayesinde cumhuriyet devri istila görmedi, dağlar ötesinde bozguna uğratılan ruslar zürich’e kadar dayanıp orada pes etmişlerdi.

    bonaparte’a gelince, o hesapsız kazançlarına rağmen, yıkıldı ama yenildiği için değil, fransa artık onu istemediği için yıkıldı! bu büyük ibret dersi, insanlık haysiyetiyle oynayanın, ölümle oynadığını bize daima hatırlamalı.

    lanjuinais kontu jean denis diyordu ki: "romalıların köleliğe bile kabul etmedikleri insanlar arasından biz gidip kendimize bir efendi bulduk."

    marie-joseph de chénier, bonaparte’a karşı daha az sert davranmıyordu:

    "fransanın mirasını yuttu bir korsikalı,
    savaş alanlarında düşen seçkin yiğitler.
    sehpaya şan içinde sürüklenen mazlumlar.
    siz başka bir umutla hoşnut ölüyordunuz.
    fransa kana boyandı, gözyaşına boğuldu.
    bu gözyaşlarının, bu kanın bir adam mirasçısı.

    kandım da alkışladım çok zaman fetihleri
    forum’da, senato’da, oyun ve bayramlarda

    ama, gizlice kaçıp ana yurda dönerek
    bir zafer çelengine vatanı verince o
    parlak alçaklığını hiç de alkışlamadım;
    zalimlerin her zaman düşmanı oldu sesim;
    bir sürü hayranların görürken sattığını
    vatanıyla birlikte ona şiirlerini,
    zorba, sarayında bana hiç rastlamadı;
    çünkü, kudrete değil, ben şerefe taparım."

    madam de staël, napoleon hakkında daha az ağır olmayan bir hüküm veriyordu: "direktuvarlar o hiç de savaşçı olmayan adamlar mezarlarından çıkıp napoleon’dan cumhuriyetin fethettiği ren ve alp dağları sınırları hakkında hesap sorsalar; iki defa paris’e giren yabancıların, cadiz’den moskova’ya kadar her yanda can veren üç milyon fransızın ve hele milletlerin fransa’nın hürriyeti davasına duydukları muhabbetin şimdi bir kökleşmiş düşmanlık haline gelişinin hesabını sorsalar, insanlık namına bu büyük bir ders olmaz mıydı?"

    benjamin constant’ı dinleyelim: "on iki yıldan beri, kendini dünyayı fethetmeye aday ilan eden adam, iddialarının kefaretini ödedi... daha memleketi istilaya uğramazdan evvel gizleyemediği bir telaşa tutuldu. düşman vatanın sınırlarına dayanır dayanmaz, bütün fetihlerini başından attı. kardeşlerinden birini tahtından vazgeçirdi, başka bir kardeşinin konulmasını tanıdı; kendisinden bir şey istemeden her şeyden feragat ettiğini bildirdi.

    krallar, yenildikleri zaman bile haysiyetlerini ayaklar altına almazken, dünyayı yenmiş olan adam neden ilk başarısızlık karşısında boyun eğdi? ailesinin feryatları yüreğini parçalıyormuş, diyor. rusya’da, yaralarının, soğuğun ve açlığın üç katlı acısı içinde kıvranarak ölenler o aileden değil midir? ama onlar başları tarafından yüzüstü bırakılmış bir halde can verirlerken o baş kendini güvende sanıyordu; şimdi tehlikeyi paylaşması kendisinde birdenbire bir içlilik yaratmış.

    korku insana zararlı öğütler verir, hele vicdanı olmayana: mutlulukta olduğu gibi kara günlerde de ölçü ahlakla kaimdir. ahlakın hükmetmediği yerde, mutlu günler çılgınlıkla, kara günler de haysiyetsizlikle kaydedilir.

    felaketlerimiz arasında bir eşi daha görülmemiş bu kör korku, bu ani ödleklik cesur bir ulus üzerinde nasıl bir etki yapsa gerek? ulusun gururu, yenilmez bir baş tarafından ezilmekte bir avunma vesilesi buluyordu -bu bir hataydı-. bugün elde kalan nedir? nüfuz ve itibardan, zaferlerden eser yok, parçalanmış bir imparatorluk, bütün dünyanın kınaması, parlaklığını kaybetmiş; ganimetleri ayaklar altına alınmış ve çevresinde enghien dükü louis antoine'nın, jean-charles pichegru'nun o taht uğrunda boğazlanmış daha nicelerinin avare hayaletlerinden başka bir şey bulunmayan bir taht."

    daha birçoklarının düşünceleri zikredilebilir ama iki tanesini özellikle eklemek gerekir: pierre-jean de béranger, bonaparte’ın bu sadık hayranı, bizzat özür dileme gereği duymuştu. şu sözleri tanıktır: "imparatorun dehasına olan heyecanlı ve daimi hayranlığım, bu tapma, imparatorluktaki daima artan zorbalığa karşı gözlerimi kör etmiş değildi." paul louis courier, napoleon’un tahta çıkması münasebetiyle der ki: "söyle bakayım, ne demektir... onun gibi bir adam, bonaparte, asker, ordunun başı, dünyanın en büyük komutanı kendisine haşmetli dengesine razı olsun! bonaparte olsun da kendisine majesteleri dedirtsin! alçalmak istiyor olacak: ne münasebet, krallara eşit olmakla yükseldiğini sanıyor. bir unvanı bir ada tercih ediyor. zavallı adam, düşünceleri ikbalinin seviyesine erişemiyor. o caesar bu işten daha iyi anlıyordu, hem başka bir adamdı o: kullanılmış unvanlar almadı; kendi adını kraldan üstün bir unvan haline getirdi." alphonse de lamartine kürsüde, henri de latouche kaleminde, aynı serbestlikle bu yolu tuttular, en güzel şiirlerinden bir ikisinde victor hugo o asil ifadeleri devam ettirdi:

    "zulümler gecesinde, zaferler ışığında
    bu adam kendisini yaratanı unutup, çıktı yola."

    nihayet dışarda da, avrupa’nın hükümleri aynı derecede sertti. ingilizler arasında yalnız muhaliflerin, yani fransız ihtilallerinin her şeyini beğenen ve her yaptığını mazur görenlerin hisleri: ihtilalin azılı bir destekçisi olan sir james mackintosh, louis-michel le peletier'yi savunurken sonradan napoleon'u eleştirir. ihtilal zamanlarında devrim güzellemesi yapan richard brinsley butler sheridan bile, napoleonlu fransa için amiens barışı dolayısıyla parlamentoya diyordu ki: “fransa’dan çıkıp ingiltere’ye giden herkes, kendini hayat ve hürriyet nefesini tenefüs etmek için zindandan çıkmış sanıyor."

    lord byron, napoleon’a kasidesinde, ona en ağır hakaretlerde bulunuyor:

    "olan oldu! daha dün bir kraldın!
    krallarla dövüşmek üzere silahlı idin!
    bugünse isimsiz, iğrenç bir şeysin!
    ama yine de yaşıyorsun."

    bütün şiir bu yolda devam eder; her kıta ötekini gölgede bırakır ama bu, lord byron’un sainte-hélène mezarını kutlamasına engel olamamıştır. şairler kuşlar gibidir: her gürültü onları öttürür.

    en çeşitli kanılara sahip seçkin insanlar, bir hükümde birleştikleri zaman, hiçbir yapmacık ya da içten hayranlık, hiçbir tarafgir tertip, iş olup bittikten sonra bulunmuş hiçbir sistem yargıyı değersiz bırakmaz. olur şey midir? biri kalkıp da napoleon gibi, kanunları kaldırıp yerine kendi iradesini koysun, hür düşünceli her insanın yakasına sarılsın, karakterli kimselerin haysiyeti ile oynamaktan, herkesin rahatını kaçırmaktan, kamu hürriyetleri kadar özel hayatlara da tecavüz etmekten hoşlansın; sonra da bu zorbalıklara karşı yükselen asil ruhlu itirazlar iftira ve küfür sayılsın. "cesaret zamanın bayağılıklarının intikamına maruz bulunurken gelecekteki kalleşliklerin de hakaretlerine uğrayacak olursa, kuvvetliye karşı acizin savunmasını üstüne almaya kim kalkar?"

    kısmen ilham perisinin çocuklarından kurulu olan bu şanlı azınlık, yavaş yavaş milletin çoğunluğu haline geldi: imparatorluğun sonlarına doğru imparatorun zorbalığından herkes nefret etmekteydi. boyunduruğunu o kadar ağırlaştırdı ki, yabancıya karşı husumet duygusu bu yüzden hafifledi, sonradan hatırası üzen bu istila, yapıldığı sıralarda, adeta bir kurtuluş gibi göründü: cumhuriyetçiler bile bu görüşe katılmışlardı. lazare carnot demiştir ki: "bourbonların dönüşü fransa’da genel bir sevinç uyandırdı, tarif edilmez bir heyecanla karşılandılar; eski cumhuriyetçiler genel sevincin coşkunluklarını paylaşıyorlardı. napoleon bilhassa onları o kadar ezmişti ki, toplumun bütün sınıfları o kadar azap çekmişti ki gerçekten bir sarhoşluk içinde olmayan kimse yoktu."

    bu görüşlerin verdiği yargıda eksik olan sadece bunları teyit edecek bir yetkili ağızdır: bonaparte bunun doğruluğunu teyit etmeyi bizzat üzerine aldı. fontainebleau sarayının avlusunda askerlerine veda ederken fransa’nın kendisini istemediğini apaçık itiraf etmektedir: "bizzat fransa, kendisini başka kadere bağlamak istedi" demişti. hiçbir şeyin ağırlığını azaltamayacağı ve değerini küçültemeyeceği beklenmedik ve unutulmaz itiraf.

    tanrı, sabırlı ebediyeti içinde, er geç adaleti yerine getirir: tanrının uykuda gibi göründüğü anlarda, dürüst bir insanın tenkitlerinin uyanık durması ve mutlak iktidara karşı adeta bir fren görevi yapması daima güzel bir şeydir. herkesin yerlere kapanmış olduğu ve böyle yapmanın büyük faydaları bulunduğu, koltuklamalara karşı iltifatlar yağdırıldığı, açık sözlülüğün pek pahalıya mal olduğu bir devirde köleleştirilmesine karşı itirazda bulunmuş olanları fransa asla kötülemeyecektir. yerlerde sürünen ulusların ve kuralların arasında zaferi hor görmeye ve istibdada karşı sesini yükseltmeye cüret etmiş olan o la fayette’ler, de stael’ler, constant’lar, jordan’lar, ducis’ler, lemercier’ler, lanjuinais’ler, chenier’ler iki cihanda da aziz olsunlar!
  • bölüm 18 (senato napoleon'u görevinden alır: maurice de talleyrand yeni hükümet için öne çıkıyor, monarşi fransa'ya dönüyor, napoleon tahttan feragat ediyor ve müttefik komiserlerle birlikte, bir zaman sonra tekrar döneceği ilk sürgün yeri olan elbe adası'nın yolunu tutuyor)

    2 nisan günü, 1814 anayasasının çıkarılan tek maddesiyle senatörler, bonaparte’ın tahtından düştüğünü ilan ettiler.

    muhafazakar senatonun kararı:
    "muhafazakar senato, meşruti bir krallıkta hükümdarın varlığının ancak anayasayla ya da toplum sözleşmesi ile varolabileceğini;

    napoleon bonaparte’ın, sağlam ve ihtiyatlı idaresiyle bir süre ulusa, gelecek için, işlerin akıl, hikmet ve adalet ekseninde yürüyeceği umudunu vermişken sonradan xii. yılı 28 floréal tarihli* anayasanın 53. maddesi gereğince tahta çıktığı zaman ettiği yeminin açık hükümlerini çiğneyip kanuna aykırı vergiler salarak, harçlar koyarak kendisini fransız ulusuna bağlayan sözleşmeyi ayaklar altına aldığını;

    unvanını ve ulusu temsil etme sıfatını inkar ettiği yasama meclisi'nin toplantısını hiç gereksiz kılarak geri bıraktığı ve bu meclisin bir raporunu, bir suçmuş gibi ortadan kaldırdığı zaman milletin haklarına suikastta bulunmuş olduğunu;

    devrim takviminin viii. yılı anayasasının 50. maddesi gereğince savaş ilanının kanunlar gibi teklif edilmesi, tartışılması, karar altına alınması ve yayımlanması gerekirken bu maddeyi çiğneyerek bir sıra savaşlara giriştiğini;

    sırf ölçüsüz tamahkarlığı hesabına yapmakta olduğu bir savaşın milli bir mahiyeti olduğunu kabul ettirmeye kalkışıp anayasaya aykırı olarak ölüm cezaları veren birçok kararnameler ve bu arada geçen 5 mart tarihli iki kararname çıkarmış olduğunu;

    devlet hapishaneleri hakkındaki kararnameleriyle anayasa kanunlarını ayaklar altına almış olduğunu;

    bakanların sorumluluklarını hiçe indirmiş, bütün iktidarları birbirine karıştırmış ve adli meclislerin bağımsızlığına son vermiş olduğunu göz önünde tutarak;

    milletin haklarından biri diye kurulmuş ve kararlaşmış olan basın hürriyetinin daima polisinin keyfi sansürüne tabi tutulduğunu, aynı zamanda fransa’yı ve avrupa’yı uydurma haberler, sakat düşünceler, istibdada yararlı doktrinler ve yabancı hükümetlere karşı hakaretlerle çalkalandırmak için gazeteleri her zaman araç olarak kullandığını;

    senatonun dinlemiş olduğu belgelerle raporların yayımlanmaları sırasında tahrife uğratılmış olduğunu göz önünde tutarak;

    yemininde belirttiği gibi yalnız fransız ulusunun çıkarı, saadet ve şerefi uğrunda hüküm sürecek yerde napoleon’un, ulusal çıkarların kabule zorladığı ve fransız şerefini lekelemeyen şartlarla barış yapmayı reddetmekle, kendisine insan ve para olarak emanet edilen bütün araçları israf ederek; yaralıları yardımsız, bakımsız, yiyeceksiz bir halde yüzüstü bırakmakla akıbeti şehirlerin harap olmasına, köylerin nüfussuz kalmasına, açlığa ve bulaşıcı hastalıklara yol açan türlü tedbirlerle vatanın felaketlerini son raddeye çıkarmış olduğunu göz önünde tutarak;

    bütün bu sebepler dolayısıyla, takvimin xii. yılının 28 floreal tarihli senatus consultum ile kurulmuş olan imparatorluk hükümetinin ortadan kalkmış bulunduğunu ve bütün fransızların açık dileği, ilk sonucu genel barışın yeniden kurulması olacak, aynı zamanda büyük avrupa ailesinin bütün devletleri arasında kesin barışma devresi teşkil edecek bir düzene kavuşmak olduğunu göz önünde tutarak senato şunu ilan eder ve kararlaştırır: isminin birincisi napoleon bonaparte tahttan indirilmiştir; ailesinden saltanat hakkı alınmıştır; fransız milleti ile ordunun ona etmiş oldukları sadakat yemini artık hükümsüzdür."

    roma senatosu neron’u halk düşmanı ilan ettiği zaman bile daha insaflı davranmıştı: tarih, başka başka insanlara ve zamanlara rastlayan aynı vakaların tekrarlanmasından başka bir şey değildir.

    imparatorun fontainebleau’da resmi belgeyi okuduğu göz önüne getiriliyor mu? peki, yaptığı işler ve hürriyetleri ezmek için suç ortaklığına çağırmış olduğu adamlar hakkında ne düşünmüş olmalıdır? bu kanuncuları, bonaparte’ı işlemiş olmakla itham ettikleri kusurları ikbal günlerinde keşfetmekten, anayasanın ayaklar altına alınmış olduğunu görmekten men eden kimdi? basın hürriyeti uğrunda ağızlarını açmamış olanlar birden bire neden böyle gayretli oluvermişlerdi? napoleon’u her savaştan dönüşünde göklere çıkarmış olanlar nasıl oluyor da şimdi o savaşları sırf ölçüsüz tamahkarlığı hesabına yapmış olduğunu söylüyorlardı? yutması için onun önüne bunca seferberlikle asker atmış olanlar nasıl oluyor da şimdi birden bire yardımsız, bakımsız, yiyeceksiz bir halde yüzüstü bırakılmış yaralılar yüzünden yüreklerinin sızladığını duyuyorlardı? zaman olur ki, müstahak olanların çokluğu yüzünden insan, küçümsemesini tasarrufla kullanmak zorunda kalır: şimdilik onların hesabına esef edilmeli çünkü yüz gün sırasında ve ondan sonra da buna ihtiyaçları olacaktır.

    napoleon'a fontainebleau’da senato’nun kararları hakkında ne düşünmüş olduğu sorulduğunda, resmen yayımlanmamış ama başkent dışında muhtelif gazetelerde basılmış olan 4 nisan 1814 tarihli bir günlük emir, orduya sadık kalışından dolayı teşekkür ettikten sonra ekliyordu: "senato, fransız hükümeti üzerinde hükümler verme yetkisini kendinde görmüştür; şimdi kötüye kullandığı iktidarı imparatora borçlu olduğunu; üyelerinden bir kısmını ihtilal fırtınasından kurtaran, öbür kısmını da üne kavuşturan ve ulusun kinine karşı koruyan o olduğunu unutmuştur. senato onu devirmek için anayasanın maddelerine dayanıyor; devletin başmeclisi sıfatıyla bütün olaylara katılmış olduğunu hiç düşünmeden imparatoru tenkit etmekten utanmıyor. senato yabancı devletlere karşı yayımlanmış olan yergilerden söz etmekten utanmıyor: bunların kendi içinde kaleme alınmış olduklarını unutuyor. talih hükümdarlarının yüzüne güldüğü sürece bu adamlar ona sadık kaldılar ve iktidarın kötüye kullanıldığına dair en küçük bir şikayet duyulmadı. imparator, aleyhinde iddia edildiği gibi insanları hor görmüşse, dünya bugün anlamış olacaktır ki bu hor görmeyi haklı çıkaran sebepler varmış."

    bu bizzat bonaparte tarafından basın hürriyetinin takdir edilmesi demekti: bu özgürlüğün iyi bir tarafı olduğunu anlamış olsa gerekti çünkü son sığınağı ve son yardımı onda bulmuştu.

    müttefiklerin lideri ve fransa'nın akıbetinin belirleyicisi çar aleksandr, mösyö talleyrand’ın evine misafir olmuştu. bu görüşmeleri dominique-georges-frédéric dufour de pradt ile tarihin en büyük adamlarının talihini ve dünyanın kaderini kirli ve küçük ellerinde yoğuran daha başka düzenbazların anlattıklarında okumak mümkündür.

    saint-florentin sokağı konağında geçen entrikalar sayesinde, muhafazakar senato, beurnonville markisi pierre de ruel, senatör paucourt, dalberg dükü emmerich joseph, françois-xavier-marc-antoine de montesquiou-fézensac ve pierre samuel du pont de nemours'dan oluşan bir hükümet kuruldu; prens de bénévent (mösyö talleyrand) bu hükümetin başkanlığını kopardı.

    müttefiklerin girişi sırasında mösyö de talleyrand’ı paris’te bırakmış olan entrika, restorasyon'un başlangıcındaki başarılarının sebebi olmuştur. rus çarı, tilsit’te gördüğü için, kendisini tanıyordu. ortada bir fransız hükümeti bulunmadığından aleksandr, sahibinin kendisini davet ettiği infantado konağına indi.

    o andan itibaren, mösyö de talleyrand dünyanın hakemi oldu; salonları müzakerelerin merkezi haline geldi. geçici hükümeti kendi keyfine göre teşkil ederek oraya oyun arkadaşlarını doldurdu. françois montesquieu bu kabinede sırf krallığın bir sembolü olsun diye yer almıştı.

    restorasyon'un ilk eserleri autun piskoposunun (talleyrand'ın bir diğer unvanı) kısırlığına emanet edildi: o, bu restorasyonu kısırlığa mahkum etti ve ona bir leke ve ölüm tohumu aşıladı.

    başkanın diktatörlüğü altında bulunan geçici hükümetin ilk kararları askerlere ve halka hitaben çıkardığı beyannameler oldu: "askerler! fransa, sizinle birlikte altında yıllardan beri inlemiş olduğu boyunduruğu parçalamıştır. istibdattan neler çekmiş olduğumuzu bir düşünün. askerler! vatanın sıkıntılarına bir son verme zamanı gelmiştir. siz onun en asil evlatlarısınız; vatanı harap etmiş, bütün ulusları sizden nefret ettirmeye çalışmış olan, fransız bile olmayan bir adamın silahlarımızın şerefini ve askerlerimizin alicenaplığını gözden düşürmesi mümkün olsaydı, şanınızı bile lekeleyebilecek olan adam sizin efendiniz olamaz."

    böylece, en aşağılık kölelerinin gözünde bunca zaferler kazanmış olan adam, fransız bile değildir! ligue devrinde du bourg, bastille kalesini vi. henri’ye iade ettiği zaman, kara atkısını çıkarmaya ve kalenin teslimi için kendisine teklif edilen parayı almaya yanaşmamıştı. kralı tanıması istenince şu cevabı vermişti: "şüphesiz o iyi bir prenstir ama ben mösyö de mayenne’e söz verdim. hem brissac alçağın biridir, bunu yüzüne karşı söylemek için, kralın önünde, dört mızraklı arasında onunla çarpışmaya hazırım, bağrından yüreğini söküp yerim onun." zamanlar ve insanlar arasındaki fark!

    4 nisan'da geçici hükümetin fransız ulusuna yeni bir hitabı yayımlandı. bunda deniliyordu ki: "sivil kavgalarınıza son verirken büyüklük vasıflarıyla dünya sahnesinde beliren bir adamı başımıza geçirmiştiniz. o, kargaşalığın yıkıntıları üzerinde zorbalıktan başka bir şey kurmadı; hiç değilse minnet duyarak sizinle birlikte fransız olması gerekti ama asla olmadı. ün kazanmak isteyen bir maceracı gibi sebepsiz ve maksatsız yere haksız savaşlara girişmekten geri durmadı. zaferlerin gururunu ve suistimalini, eşi görülmemiş bir yenilgi bu kadar parlak bir şekilde cezalandırırken bile belki de hala sınırsız tasavvurlarını hayal etmektedir. ne ulusal çıkarlara, ne de hatta kendi zorbalığının çıkarlarına uygun bir şekilde hüküm sürmesini bildi. her yaratmak istediğini mahvetti ve mahvetmek istediği her şeyi yeniden yarattı. kuvvetten başka bir şeye inanmıyordu; bugün kuvvet altında ezildi: delice bir ihtirasın haklı cezası."

    şüphe götürmez gerçekler, müstahak olunmuş lanetler ama bu lanetleri savuran kimdi? aynı 4 nisan günü, geçici hükümet, imparatorluk hükümetinin alamet ve sembollerini yasak etti, zafer takı* mevcut olsaydı onu da yıkarlardı. xvi. louis’nin idam hükmüne ilk oyu veren mailhes, napoleon’u imparator adıyla ilk selamlayan cambacérès, geçici hükümetin kararlarını hemen kabul ettiler.

    6 nisan'da senato bir anayasa hazırladı: bu, aşağı yukarı müstakbel krallık anayasasının temellerine dayanıyordu; senato, yüksek meclis sıfatıyla kalıyor, senatörlerin payelerinin değişmez ve soy boyunca aktarılabilir olacağı ilan ediliyordu. bu ekberiyetçilik sistemine bir de senatörlük ödeneği ekleniyordu. anayasa, bu kendi saltanatlarını kuran burjuvazi nesline, görevin miras kalacağını kabul ediyordu: isabet ki bu aşağılık nesillerin eskilerin dediği gibi, parque’ları vardı (parquelar: insanın kaderini yönlendiren, ellerinden hiçbir ölümlünün kurtulamadığı üç tanrıça) ve yakalarını bırakmayacaklardı.

    vatanları istila altında bulunurken bir an bile kendi çıkarlarını düşünmekten geri durmayan senatörlerin iğrenç yüzsüzlükleri o olayların sınırsız büyüklüğü arasında bile göze batıyor.

    bourbon’lar için, memlekete dönüldüğü zaman, kurulmuş hükümeti dilini yutmuş bir yasama meclisiyle gizli ve köle bir senatoyu, zincirlenmiş bir basını benimsemek rahat bir şey olmayacak mıydı? insan düşününce aklına bunun imkansızlığına hükmedeceği geliyor: baskıda tutan kol ortadan kalkınca, hürriyetlerin, basıncın azalmasıyla doğrulup dikelmesi gerekti. meşru hükümdarlar, yapmaları gerektiği gibi bonaparte’ın ordusunu dağıtıp (napoleon da, elbe adasında bu kanıda olacaktır) bir yandan da imparatorluk hükümetini muhafaza etmiş olsaydı, yalnız istibdat aracını muhafaza etmek için şan ve şeref vasıtasını ortadan kaldırmayı akıl alır mıydı? meşrutiyet anayasası xviii. louis’nin kurtuluşu olacaktı.

    12 nisan'da, artois kontu charles philippe (1824'te x. charles adı ile fransa kralı) krallığın genel vekili sıfatıyla geldi. üç dört atlı onu karşılamaya gitti. kont, imparatorluk ve krallık usüllerinden farklı olan naziklik ve zarifliğiyle pek sıcakkanlıydı. fransızlar onun şahsında eski adetlerini, eski nazikliklerini ve eski dillerini buluyorlardı; kalabalık etrafını çeviriyor ve onu hararetle selamlıyordu; galip yabancı ile hala tehdit eden bonaparte’a karşı çifte bir barınak sıfatıyla, mazinin avutucu dönüşü. ne yazık! bu prens fransa’ya ancak oğlunun öldürüldüğünü görmek ve tekrar sürgüne dönmek üzere ayak atmış bulunuyordu: bazı insanlar vardır, hayat boyunlarına bir zincir takmış sanırsınız.

    artois kontunun gelişinden bir gün önce napoleon, mösyö de caulaincourt aracılığıyla aleksandr’la boşuna müzakerelerde bulunduktan sonra, tahtından çekildiğini ilan etmişti: "müttefik devletler, imparator napoleon’un avrupa’da barışın kurulmasına tek engel olduğunu ilan ettikleri için, yeminine sadık olan imparator napoleon, fransızlar uğrunda her şeyini, hatta hayatını bile fedaya hazır olduğundan kendisi ve varisleri hesabına fransa ve italya tahtından feragat ettiğini bildirir."

    bu parlak sözleri, imparator, fransa’ya tekrar dönmek suretiyle, aynı derecede parlak bir şekilde yalanladı; bunun için yalnız elbe adasına gidecek kadar vakit yetmişti. 20 nisan'a kadar fontainebleau’da kaldı.

    20 nisan gelince napoleon, capet’ler saltanatının ıssız şatosunun sütunlu avlusuna götüren iki taraflı merdivenlerden indi. avrupa’yı yenmiş olan askerlerden arta kalan birkaç muhafız eri, sanki son sefer meydanlarındaymışlar gibi; büyük avluda saf oldular; etraflarında i. françois ile iv. henri’ye arkadaşlık etmiş kocamış ağaçlar vardı. bonaparte, savaşlarının son tanıklarına şu sözleri söyledi:

    "eski muhafızlarımın generalleri, subayları, erbaşları ve askerleri, size veda ediyorum: yirmi yıldan beri sizden hoşnutum; sizi daima, şan ve şeref yolunda buldum.

    müttefik devletler bütün avrupa’yı bana karşı silahlandırdılar; ordumuzun bir kısmı görevlerine ihanet etti. bizzat fransa da kendini başka mukadderata bağladı.

    sizinle ve bana sadık kalan yiğitlerle iç savaşı üç yıl devam ettirebilirdim ama fransa mutsuz olacaktı, bu da kendime çizmiş olduğum amaca aykırı olurdu.

    fransa’nın kendine seçtiği yeni krala sadık olunuz. çilesi uzun sürmüş olan vatanımızı terk etmeyiniz! bu sevgili vatanı daima sevin, çok sevin.

    kaderime acımayın; sizi mutlu bilirsem daima mutlu olurum.

    ölebilirdim; benim için pek kolaydı bu ama şeref yolundan ayrılmayacağım. görülecek bir işim daha var: o da yaptıklarımızı yazmak.

    hepinizi kucaklayamam ama generalinizi kucaklayacağım, gelin general! (general jean martin petit'yi kucaklar) kartalı getirsinler! (bayrağı öper) sevgili kartal, bu öpüşler bütün yiğitlerin yüreklerinde çınlasın! elveda, çocuklarım! mutlu olmanız daima en büyük dileiğim olacaktır; beni unutmayın."

    bunları söyledikten sonra napoleon, dünyayı kaplayan çadırını topladı. ölürken son sözleri "ordu" olan savaş tanrısının evlatlarından ayrılması pek zor olmuştu.

    bonaparte, hükümdarların bütün mülkiyetiyle ve mirasa mahsuben kendisine verdikleri adaya kadar onu korumaları için müttefiklerden komiserler istedi. rusya adına kont şuvalov, avusturya adına general koller, ingiltere adına albay cambell ve prusya adına waldburg-truschess kontu tayin edildiler: bu sonuncusu fontainebleau'dan, elbe adasına kadar napoleon’un yolculuğunu yazmıştır. bu broşürle mösyö pradt’ın polonya elçiliği üzerine yazdığı broşür napoleon’u en çok üzen iki belge olmuştur. nürnberg’de von gentz’in, almanya’nın büyük zilleti isimli eserini basıp dağıttığı için alman yazar zavallı palm’ı kurşuna dizdirdiği o astığı astık, kestiği kestik günlerini o vakit şüphesiz ki aramıştır. nürnberg, bu eserin yayımlandığı sırada henüz serbest şehir olduğu için fransa’ya ait değildi: palm, bu şehrin bonaparte tarafından fethedileceğini önceden tahmin edebilir miydi?

    waldburg kontu fontainebleau’da yola çıkmadan yapılan birçok görüşmeleri anlatır. bonaparte’ın lord wellington’u çok övdüğünü, tabiatını ve huylarını sorduğunu anlatır.

    prag’da, dresden’de, frankfurt’ta barışı imzalamadığı için özür diliyordu; hata ettiğini itiraf etmekle beraber o zaman başka maksatlar gütmüş olduğunu söylüyordu. "ben yağmacı değilim," diye ekliyordu, "çünkü tacı ancak milletin oy birliğiyle istemesi üzerine kabul ettim, oysa xviii. louis, ondan fazla üyesinin xvi. louis’nin ölümüne oy vermiş olduğu aşağılık bir senatonun çağrısı üzerine tahta çıktığı için bir yağmacıdır."

    waldburg kontu hikayesine şöyle devam ediyor: "imparator öbür dört arabasıyla birlikte ayın 21’inde öğleye doğru, yola çıktı. daha önce general koller’le uzun süre görüşmüştü, söylediklerinin özeti şuydu: 'dün eski muhafızlara söylediklerimi işittiniz; bu sözler hoşunuza gitti, yaptığı etkiyi de gördünüz. onlara işte böyle seslenmek, böyle davranmak gerekir. xviii. louis bu örneği izlemezse fransız askerlerinden hiçbir şey bekleyemez.'

    fransız ordularından uzaklaştığımız andan itibaren yaşasın imparator sesleri kesildi. moulins’de ilk beyaz cocarde’ları gördük ve halk bizi yaşasın müttefikeler! nidalarıyla karşıladı. albay cambell, toulon’da ya da marsilya’da, napoleon’un isteği üzerine, kendisini adasına götürecek bir ingiliz fırkateynini aramaya gitti.

    akşam saat on sularında geçtiğimiz lyon’da bir iki grup toplanarak 'yaşasın napoleon!' diye bağırdılar. ayın 24’ünde öğleye doğru valence civarında mareşal pierre augereau'ya rasladık. imparatorla mareşal arabalarından indiler; napoleon şapkasını çıkardı ve augereau’ya elini uzattı, o da selamlamadan kendisini kucakladı. imparator onu kolundan tutarak, 'nereye böyle?' dedi, 'saraya mı?' augereau, şimdilik lyon’a gittiğini söyledi: bir çeyrek saat kadar valence yolunu birlikte yürüdüler. imparator mareşale kendisine karşı hareket tarzı hakkında sitemlerde bulundu ve dedi ki: 'bildirin pek kötü; bana harakette bulunmaya ne lüzum vardı? sadece diyebilirdin ki: millet yeni bir hükümdar lehinde oy kullandığı için ordunun görevi bu oya uymaktır. yaşasın kral! yaşasın xviii. louis!' o zaman augereau da bonaparte’a sen diye hitap etmeye başladı ve uğrunda her şeyi, hatta bütün fransa’nın mutluluğunu bile feda ettiği doymak bilmez tutkuları yüzünden ona acı tenkitlerde bulundu. bu sözler napoleon’u sıktığı için birden bire sert bir tavırla mareşale döndü, onu kucakladı, yine şapkasını çıkararak selamladı ve arabasına atladı. augereau, elleri arkasında kavuşmuş bir halde, kasketini başından kımıldatmadı ancak imparator arabasına bindiği zaman, güle güle derken ona küçümseyici bir el işareti yaptı.

    ayın 25’inde orange’a vardık ve 'yaşasın kral! yaşasın xviii. louis!' sesleriyle karşılaştık.

    aynı gün, sabahleyin, imparator, avignon’dan biraz ileride, hayvanların değiştirileceği noktada birikmiş büyük bir kalabalık buldu. yolunu bekleyen halk bizi 'yaşasın kral! yaşasın müttefikler! kahrolsun zorba, alçak, kötü, serseri!' sesleriyle karşıladı. bu kalabalık ona daha binbir çeşit küfür savurdu.

    bu rezalete son vermek ve arabasına saldıran halkı dağıtmak için elimizden geleni yaptık; bu kudurmuşların, ona hakaretlerde bulunmasına engel olamadık; 'bizi bu hale düşüren odur, sefaletlerimizi artırmaktan başka da bir isteği yoktur' diyorlardı.

    geçtiğimiz bütün yerlerde aynı şekilde karşılandı. hayvanları değiştirdiğimiz bir köy olan orgon’da halkın kudurganlığı son haddini bulmuş, arabaların duracağı hanın önünde bir sehpa dikmiş, buraya kanla boyanmış fransız askeri üniformalı bir manken asmışlardı, mankenin göğsünde şöyle bir yazı vardı: 'zorbanın akibeti er geç bu olacaktır.'

    halk napoleon’un arabasına asılıyor ve yüzüne karşı en ağır küfürleri savurmak için onu görmeye çalışıyordu. imparator elinden geldiği kadar general bertrand’ın arkasına gizleniyordu; solgun ve perişandı, ağzını bıçak açmıyordu. halka meram anlata anlata nihayet onu bu kötü durumdan kurtarabildik.

    kont şuvalov, bonaparte’ın arabası yanında, halka dedi ki: 'savunmasız bir biçareye hakaret etmekten utanmıyor musunuz? dünyaya hükmedeceğini sanırken bugün hayatı insafınıza kalmış olduğu için bu hazin durumu onu zaten yeter derecede utandırmıştır! onu kendi haline bırakın, bakın ona: görmüyor musunuz ki artık tehlikeli olmayan bu adama karşı kullanacağınız tek silah küçümsemedir. ondan başka türlü intikam almak fransız milletine yakışmaz!' halk bu sözleri alkışlıyordu, bonaparte da yaptığı etkiyi görerek şuvalov’a, 'doğru' der gibi işaretlerde bulunuyordu, sonradan kendisine ettiği iyilikten dolayı ona teşekkür etti.

    orgon’dan bir çeyrek fersah ötede ihtiyaten kılık değiştirmeyi gerekli gördü: sırtına eski bir mavi redingot, başına beyaz cocardelı yuvarlak bir şapka geçirdi ve arabasının önünde koşturmak için bir menzil atına bindi; böylece kendisini bir ulak sanmalarını istiyordu. biz kendisine yetişemediğimiz için saint-cannat’ya ondan çok sonra eriştik. halkın elinden kurtulmak için ne gibi çarelere başvurduğunu bilmediğimizden kendisini pek tehlikede sanıyorduk çünkü arabasının, kapılarını açmaya çalışan kudurmuş insanlarla çevrilmiş olduğunu görüyorduk: çok şükür kapılar kapalıydı, bu sayede general bertrand tehlikeyi atlattı. bizi en ziyade şaşırtan kadınların ısrarı oldu; imparatoru kendilerine teslim etmemiz konusunda yalvarıyor: 'bize ve size karşı ettikleriyle buna o kadar müstahak olmuştur ki sizden ancak haklı bir şey istiyoruz!' diyorlardı.

    saint-cannat’dan yarım fersah ötede imparatorun arabasına yetiştik, az zaman sonra, araba büyük yolu üstünde bulunan la calade adında bir hana girdi. biz de peşi sıra oraya indik, kılığını değiştirdiğini ve o acayip kıyafeti sayesinde bu hana girebildiğini ancak orada öğrenebildik; yanında yalnız bir ulak vardı, generalden aşçı yamağına kadar bütün maiyeti, önceden edindikleri anlaşılan beyaz cocardelar takınmıştı. uşağı bize gelerek imparatoru albay campbell diye tanıtmamızı rica etti çünkü oraya vardığında hancı kadına kendini bu adla tanıtmıştı. bu isteği yerine getireceğimizi vadettik, odamsı bir yere ilk önce ben girdim ve eskiden dünyayı elleri arasına alan adamı, başını elleri arasına alıp derin düşüncelere dalmış bir halde buldum. ilkin onu tanıyamadım ve yanına yaklaştım. birinin yürüdüğünü işitince yerinden hoplayarak kalktı, yüzünün gözyaşlarıyla ıslanmış olduğunu gördüm. bir şey söyleme diye işaret etti, beni yanına oturttu ve hancı kadın odada kaldığı sürece bana havadan sudan sözetti. fakat o çıktığı zaman tekrar eski durumunu aldı. onu yalnız bırakmayı uygun buldum: bununla beraber kendisinin handa olduğundan şüphelenmemeleri için arasıra odasına uğramamızı rica ettirdi.

    albay campbell’in bir gün önce toulon’a gitmek üzere tam buradan geçtiğinden haberleri olduğunu kendisine bildirdik. hemen lord burghers adını almaya karar verdi.

    sofraya oturuldu ama yemeği pişirenler kendi aşçıları olmadığı için, zehirlenmek korkusuyla bir türlü ağzına bir şey koymuyordu. bununla birlikte bizim iştahla yediğimizi görünce içindeki korkuyu bize göstermekten utandı, önüne getirilen her şeyden aldı, tadarmış gibi yaptıysa da yemekleri el sürmeden geri gönderiyordu; bazen de aldığı bir şeyi, yedi sansınlar diye masanın altına atıyordu. yemeği biraz ekmekle bir şişe şaraptan ibaret kaldı. şarabı arabasından getirmişti, bize de ikram etti.

    çok konuştu ve pek güleryüzlü davrandı. bize hizmet eden hancı kadın çıkıp da yalnız kaldığımız zaman hayatını ne derecede tehlikede gördüğünü bize bildirdi; fransız hükümetinin burada kendisini kaçırmak veya öldürtmek için tedbirler almış olduğu kanısına varmıştı.

    nasıl kurtulabileceği hakkında bin türlü tasavvurları vardı; aix-marsilya halkını aldatma çarelerini de düşünüyordu çünkü kendisini varış yerinde büyük bir kalabalığın beklediğinden onu haberdar etmişlerdi. kendisince en uygun çare lyon’a dönüp oradan başka bir yol tutarak italya’dan gemiye binmek olacağını söyledi. bu tasavvura kesinlikle razı olamazdık, doğruca toulon’a ya da digne yoluyla frejus’e gitmesi için kendisini ikna etmeye çalıştık. fransız hükümetinin, bizim haberimiz olmadan, kendisine karşı bu kadar alçakça maksatlar gütmesinin imkansız olduğuna, ahalinin de, gösterdiği taşkınlıklara rağmen, böyle bir cinayet işleyemeyeceğine onu inandırmaya çalıştık.

    bizi daha çok inandırmak ve kaygılarının, aklınca, ne kadar yerinde olduğunu ispat etmek için kendisini tanımamış olan hancı kadınla arasında geçen konuşmayı anlattı. kadın ona sormuş: -e, söyleyin bakalım! bonaparte’a rasladınız mı? +hayır, cevabını vermiş. kadın devam etmiş: -acaba kurtulabilecek mi diye merak ediyorum; bana öyle geliyor ki halk onun hakkından gelecek: buna da müstahaktır ya o alçak! baksanıza, onu adasına gemi ile mi götürecekler? +tabii. -herhalde denizde boğarlar, öyle değil mi? napoleon: umarım, diye cevap vermiş. 'görüyorsunuz ya ne büyük tehlikeler bekliyor beni,' diye ekledi.

    o zaman bizi kaygıları ve kararsızlıklarıyla usandırmaya başladı. hatta acaba bir yanda kaçabileceği gizli bir kapı var mıdır, yahut da gelince kepenklerini kapattırdığı pencere atlayıp kaçması için fazla yüksek değil midir, diye bakmamızı rica etti.

    pencere, dış yanından demir parmaklıklıydı, bu keşfi kendisine haber verince son derece canı sıkıldı. en küçük bir gürültü olsa titriyor ve benzi atıyordu.

    yemekten sonra, onu düşünceleriyle başbaşa bıraktık, istemiş olduğu gibi arasıra odasına girdiğimiz zamanlar onu hep gözleri yaşlı buluyorduk.

    general şuvalov'un yaveri gelip sokakta birikmiş olan halkın hemen tamamıyla dağılmış olduğunu bildirdi. imparator gece yarısı yola çıkmaya karar verdi. aşırı bir ihtiyat göstererek yine tanınmamak için tedbirler aldı.

    general şuvalov’un yaverine çok ısrar ederek hana gelirken sırtında bulunan mavi redingotla yuvarlak şapkayı giymeye onu ikna etti.

    kendisini bir avusturya albayı diye tanıtmak isteyen bonaparte general koller’in üniformasını aldı, generalin saint-thérèse nişanını takındı, benim yol kasketimi başına ve general şuvalov’un kaputunu sırtına geçirdi.

    müttefik devletler komiserleri kendisini böylece giydirdikten sonra arabalar yola koyuldu ama aşağıya inmeden önce, odamızda, hangi sıra ile yürüyeceğimizin bir provasını yaptık. general drouot alayın başında gidiyordu; sonra sözde imparator, general şuvalov’un yaveri, sonra da general koller, imparator, general şuvalov geliyor, ben de imparatorun maiyetinin katılmış olduğu artçılar arasında bulunmak şerefine nail oluyordum.

    zorba dediği adamı aramızda bulmak için elinden geleni yapan şaşkın halkın arasından bu durumda geçtik. şuvalov'un yaveri (binbaşı olevyev) napoleon’un arabasında onun yerini aldı, napoleon da general koller’in arabasına kendisiyle birlikte bindi.

    bununla birlikte imparatorun içi bir türlü rahat etmemişti; avusturyalı generalin arabasından dışarı çıkmıyordu, bu laubaliliğiyle varlığını gizlesin diye arabacıya sigara içmesini emretti. hatta general koller’den şarkı söylemesini bile rica etti. o da şarkı bilmediğini cevap verince bonaparte öyleyse ıslık çalmasını söyledi. işte yoluna bu durumda, arabanın bir köşesine büzülmüş, generalin hoş musikisiyle kendinden geçmiş ve arabacının sigara dumanlarıyla tütsülenmiş bir halde uyur gibi yapıyordu.

    saint-maximin’de bizimle birlikte kahvaltı etti. aix-marsilya kaymakamının o civarda olduğunu öğrenince onu çağırttı ve kendisine şöyle çıkıştı: 'beni avusturya üniformasıyla gördüğünüz için yüzünüz kızarmalıydı; provence’lıların hakaretlerinden kurtulmak için bunu giymek zorunda kaldım. muhafızlarımdan altı bin askeri beraberimde getirebilecekken aranıza tam bir güvenle geliyordum. burada bula bula beni ölümle tehdit eden bir kudurmuşlar sürüsü buldum. provence’lılar kötü insanlar; ihtilal sırasında her türlü zülüm ve cinayetler işlemişlerdir, şimdi de tekrar başlamaya hazırdırlar ama sıra mertçe dövüşmeye geldi mi ödlektirler. provence bana hoşnut kalabileceğim tek bir alay vermemiştir. ama bugün bana yaptıklarının aynısını belki yarın xviii. louis’ye yapacaklardır.'

    sonra bize dönerek 'xviii. louis, fransız ulusuna karşı çok yumuşak davranırsa fransa'yı asla yola getiremeyeceğini' söyledi. 'hem,' diye devam etti, 'ister istemez büyük vergiler toplayacak, bu tedbirler de derhal halkını ondan nefret ettirecektir.'

    bize anlattığına göre, beyaz cocarde taşıdıkları için asılmaya mahkum edilen iki kralcıyı kurtarmak üzere kendisini on sekiz yıl önce binlerce askerle buraya göndermişler. 'onları bu kudurmuşların elinden güçbela kurtardım,' diye devam etti, 'bugün bu adamlar içlerinden biri beyaz cocarde’ı takmaya yanaşmayacak olsa aynı taşkınlıkları göstermeye hazırdırlar! fransız milleti işte bu kadar dönektir.'

    luc’te iki avusturya süvari bölüğü bulunduğunu öğrendik. napoleon’un isteği üzerine komutanına frejus’e kadar imparatora muhafızlık etmek üzere orada bizi beklemesi emrini gönderdik."

    waldburg kontunun yol hikayesi burada bitiyor. komiserler sorumluluğu kendi omuzlarında olan adamı daha iyi bir şekilde koruyamazlar mıydı? onlar kim oluyorlardı ki böyle bir adama karşı yüksekten alan tavırlar takınıyorlardı? bonaparte’ın hakkı var, isteseydi muhafızlarının bir kısmı ile birlikte yola çıkabilirdi. yanındakilerin, başına gelebilecek şeylere kayıtsız davranmış oldukları apaçıktır: küçülmesinden zevk duyuyorlardı; kurbanın güvenliği için yalvardığı ve kendisini küçük görmelerine vesile olan tedbirleri memnuniyetle yerine getiriyorlardı: en yüksek başların üstünde yürümüş olanın kaderini ayakları altında tutmak, hakaret etmek suretiyle gururdan öc almak ne tatlıdır! onun için komiserler böyle bir talih değişmesi karşısında insana hiçliğini haber vermek ve tanrı takdirinin büyüklüğünü anlatmak için tek kelime, hatta sadece sıradan bir duygulu söz de olsa, tek kelime bulamamışlardır! müttefiklerin arasında eskiden napoleon’a yaltaklanmış olanlar pek çoktu: kuvvetin önünde dize gelmiş olan adamın yenilmişin karşısında kurum satmaya hakkı yoktur. kabul edilmeli, kral ve kraliçesiyle birlikte neler çektiğini unutmak için prusya’nın erdemine bir bedel ödemesi lazımdı ama yalnızca bu bedel ödenebilirdi. ne yazık! bonaparte hiçbir şeye acımamıştı; bütün yürekler ona karşı buz kesilmişti. en büyük zalimliğini yafa’da göstermişti; en büyük zilleti de elbe yolunda; ilkinde askeri zorunluklar gibi bir mazereti vardı; ikincisinde yabancı komiserlerin kabalığı okuyucuların duygularını hafifletmekte ve imparatorun alçalışını azaltmaktaydı.
  • bölüm 19 (xviii. louis fransa'ya dönüyor, napoleonsuz fransa ordusunun ruh hali, müttefik orduları paris'ten ayrılıyor ve yoz bir hükümet kuruluyor: sürgündeki imparatorun dönüşü için ortam kendiliğinden hazırlanmakta)

    waldburg kontu'nun yol notlarında gördüğümüz adam geçerken o dünyayı yenmiş olan adam mıdır? bir ulak elbisesi içinde bir han köşesinde ağlayan, kılık değiştirecek, gözünden sel gibi yaş gidecek hale düşmüş bir kahraman! gaius marius, kartaca’nın yıkıntıları üstünde böyle mi durmuştu? hannibal bitinya'da, julius caesar senatoda böyle mi ölmüştü? pompeius nasıl gizlenmişti? başını ihramıyla örterek. al saltanat hilatını giymiş olan, beyaz cocarde altına gizleniyor, "yaşasın kral!" nidasıyla selamlanıyor! o kral ki bir varisini kurşuna dizdirmişti! dünyaya hakim olan adam, kendisini daha iyi gizlemek için komiserlerin utandırıcı davranışlarını teşvik ediyor, general koller’in ıslık çalmasına, bir arabacının sigarasının dumanını yüzüne savurmasına bayılıyor, general şuvalov’un yaverini imparator rolünü oynamaya zorlarken o, bir avusturya albayının elbisesini giyiyor ve bir rus generalinin kaputuyla örtünüyordu! hayatı ne müthiş sevmiş olmalı: bu ölümsüzler ölmeye razı olamazlar.

    jean victor marie moreau, bonaparte hakkında derdi ki: "onun başlıca vasıfları yalancılık ve hayat sevgisidir: onu dövecek olsaydım ayaklarıma kapanıp af dilediğini görürdüm." moreau, bonaparte’ın tabiatını anlayamadığı için böyle düşünüyordu, lord byron’un düştüğü hataya düşüyordu. hiç değilse, saint-hélène’de, ilham perilerinden kuvvet alarak yükselen napoleon’un, ingiliz valisiyle ilişkilerinden büyük bir asillik göstermesine rağmen, kendi azametinden başka taşıyacak yükü olmamıştır. fransa’da, ettiği kötülükler ona dullarla yetimlerde kişiselleşmiş gibi göründü ve onu beş on kadının şerrinden titremek zorunda bıraktı.

    bütün bunlar tamamıyla doğrudur ama bonaparte büyük dehalara uygulanan usullere göre muhakeme edilmelidir. çünkü insanlık tarafı eksikti. insanlar vardır ki, yükselmesini bilirler ama inmesini bilmezler. napoleon her ikisini de yapabilecek güçteydi. isyan eden o melek gibi, ölçüsüz boyunu kısaltıp dar bir ölçünün içine sığdırabilirdi; dövülmeye elverişli yumuşaklığı ona kurtuluş ve yeniden diriliş imkanlarını veriyordu: bitmiş gibi göründüğü bir sırada onda her şey bitmiş değildi. keyfine göre tabiat ve kılık değiştiren, tragedyayı olduğu kadar komedyayı kusursuz oynayan bu aktör köle gömleğiyle olduğu kadar imparator peleriniyle de, attalos (bergama kralı, m.ö. 136'den 132'ye kadar hüküm sürmüş, sonra devletini romalılara vermiştir) rolünde olduğu kadar caesar rolünde de olağan görünmesini bilirdi. hele bir an daha geçsin, üzgün görünse de içinden bir briareus’un başını kaldırdığını göreceksiniz; asmodée (tobie kitabında sözü geçen ve kirli zevkleri temsil eden efsane kişisi. güzel sara'nın yedi kocasını öldürmüş ama tobie tarafından kaçmak zorunda bırakılmıştı), içine sıkışmış olduğu şişeden, ölçüsüz bir duman halinde çıkacaktı. napoleon, hayatı, kendisine getirdiği şeyler için beğenirdi; henüz daha resmedeceği şeyler kalmış olduğunu seziyordu; tablolarını tamamlamadan önce tuvalsiz kalmak istemiyordu.

    haksızlıkta komiserler kadar ileri gitmeyen walter scott, napoleon’un korkuları hakkında safça bir gözlemde bulunur, halkın öfkesinin bonaparte'ın üzerinde derin bir etki yaptığını, gözyaşları döktüğünü, herkesçe kabul edilen cesaretine yaraşmaz bir zaaf gösterdiğini söyler ama sonra ekler: "tehlikenin bu çeşidi pek korkunçtu, savaş alanlarının dehşetine alışmış olanları bile yıldıracak bir tarafı vardı: en yiğit asker bile von witt kardeşlerin (xiv. louis'nin saldırdığı hollanda'da, kendilerine karşı başlayan isyanda korkunç bir şekilde öldürülen yönetici kardeşler) ölümü karşısında titreyebilir."

    napoleon, terör döneminde yükseliş yoluna girmiş olduğu aynı yerlerde o ihtilalin acılarını tatmış ve kanlı ölümlere şahit olmuştu.

    prusya generali, kendi elbe yolu hikayesinde, imparatorun gizlemediği bir hastalığını açıklamayı gerekli görmüş: waldburg kontu gördüklerini, mösyö de ségur’ün rusya seferi sırasında şahit olduğu, bonaparte’ı atından inip başını toplara dayamak zorunda bırakan hastalığıyla karıştırmış olabilir. ünlü savaşçıların uğradıkları dertler arasında gerçek tarih ancak iv. henri’nin kalbini parçalamış olan hançerle turenne’i öldüren gülleyi ve demirbaş şarl'ı başından vurarak öldüren mermiyi hesaba katar.

    bütün dünyanın tanıdığı bonaparte lanetler arasında fransa’dan kaçarken herkesin unutmuş olduğu xviii. louis beyaz bayraklarla taçlardan yapılmış bir çatı altında londra’dan ayrılıyordu. napoleon, elbe adasına çıkınca, orada kuvvetini tekrar buldu. xviii. louis, calais’ye çıkarken orada louvel’i (louvel, bütün kral hanedanını öldürmek isteyen bir adamdı. xviii. louis’yi öldürmek niyetiyle metz’den calais’ye kadar yaya gitmiş olduğunu itiraf etmiştir) bulabilirdi, oysa on altı yıl sonra x. charles’i cherbourg’da gemiye bindirme görevini üstlenecek olan general maison’a rasladı. x. charles herhalde kendisini müstakbel görevine layık bir aşamaya çıkarmak için olacak, sonradan maison’a fransa mareşallik asasını verdi; tıpkı bir şövalyenin dövüşmeden önce, kendisiyle boy ölçüşmeye tenezzül ettiği aşağı seviyeden adama şövalyelik vermesi gibi.

    charles, xviii. louis’nin meydana çıkmasının doğuracağı etkiden korkuyordu. kral, jeanne d’arc’ın ingilizlerin eline düştüğü şehir olan compiégne’e geldi. chateaubriand, ondan önce oraya geldi; orada kendisine, bonaparte’a karşı atılan güllelerden birinin isabetiyle parçalanmış bir kitabe gösterdiler. attila gibi: “atımın geçtiği yerde ot bitmez’’ diyebilecek olan savaş tanrısının yerini alan nispeten oldukça yetersiz bir kralı görünce ne diyeceklerdi? kralın gelişi: "kralın arabasının önünde, haşmetliyi karşılamak için yola çıkan fransa mareşalleriyle generalleri gidiyorlardı. artık 'hükümdarım çok yaşa' sesleri değil, sadece huzur ve sevinç duygularına tercüman olduğundan başka bir şey fark edilmeyen bir haykırış uğultusu işitiliyordu. kralın sırtında mavi bir elbise vardı, üstünde apoletlerle bir plak’tan başka bir nişan görülmüyordu; bacakları ince bir altın kordonla zırhlanmış kadifeden tozluklarla sarılıydı. kadim zevkteki tozluklarıyla, asası bacakları arasında olduğu halde koltuğunda otururken insanın gözü önüne xiv. louis’nin elli yaşındaki hali geliyordu.

    mareşal macdonald, ney, serurier, brune, neufchâtel prensi, bütün generaller, bütün hazır bulunanlar kraldan en muhabbetli sözler işittiler. fransa’da meşru hükümdarın, kral adının böylesine büyüleyici bir etkisi vardır. bir adam, tek başına, hiçbir şeysiz, maiyetsiz, muhafızsız, servetsiz sürgünden gelir; verecek bir şeyi yoktur, büyük bir şey vadedecek halde değildir. genç bir kadının koluna dayanarak arabasından iner; kendisini hiç görmemiş olan komutanlara, ancak adını öğrenmiş erlere kendini gösterir. kimdir bu adam? kral! herkes önünde dize gelir."

    burada bir maksat güderek askerler hakkında söylenen şeyler generaller hakkında kısmen doğruydu ama erler ve geri kalan şeyler hakkında yalan söyleniyordu. xviii. louis 3 mayıs günü paris’e girdiğinde notre-dame’a gittiği zaman tanık olunan gerçek manzara ise: komutanlar, kralın yabancı askerler görerek incinmesini istememişlerdi; pont-neuf’ten notre-dame’a kadar yolun iki yanında saf olan eski muhafızlardan bir piyade alayı idi. erlerin yüzünde bundan daha tehditkar, bundan daha korkunç bir ifade beliremezdi. avrupa’yı yenmiş olan, vücutları yaralarla delik deşik olmuş, başları üstünden bunca güllelerin geçtiğini görmüş, o ateş ve barut kokan muhafız erleri, işte bu adamlar, komutanlarından yoksun bir halde, napoleon’un istilaya uğramış başkentinde rus, avusturyalı ve prusyalılardan kurulu bir ordunun nezareti altında, savaşın değil, zamanın sakat bıraktığı ihtiyar bir kralı selamlamak zorunda bulunuyorlardı. bazıları alınlarını oynatarak sanki görmemek ister gibi tüylü koca kalpaklarını gözlerinin üstüne indiriyor; bazıları kudurtucu bir öfkenin küçümsemesi ile dudaklarının uçlarını sarkıtıyorlardı; birtakımları da bıyıkları arasından kaplanlar gibi dişlerini gösteriyorlardı. silahlı selamı hırslı bir sertlikle yapıyorlardı ve bu silahların gürültüsü insanı titretiyordu. kabul etmek gerek, hiçbir zaman insanoğlu böyle bir duruma düşürülmemiş, böyle bir işkence görmemiştir. o anda oradaki askerler intikam almaya çağrılmış olsalardı, son erlerine kadar öldürülmeleri gerekirdi, yoksa dünyayı çatır çatır yerlerdi.

    safın bir ucunda atlı genç bir hussar vardı; elinde kılıcını tutuyor, sinirli bir hareketle onu havada hoplatıp oynatıyordu. benzi atmıştı; gözleri fıldır fıldır dönüyordu; bağırma arzusunu daha dudaklarından fırlamadan boğuyor ve dişlerini takırdatarak ağzını açıp kapıyordu. bir rus subayını gördü, ona öyle bir bakışla baktı ki, tarif edilemez. kralın arabası önünden geçtiği zaman atını sıçrattı ve muhakkak ki kralın üstüne atılmayı aklından geçirdi.

    restorasyon, başlangıçta kendisi için onarılamaz bir hata işledi: mareşalleri, generalleri, askeri valileri, subayları, maaşları, nişanları ve payeleriyle alıkoyarak orduyu terhis etmeliydi; erler sonradan yeniden kurulacak orduya kısım kısım girebilirlerdi, daha sonraları krallık muhafızları için böyle yapılmıştır: böylelikle meşru krallık kazandıkları zaferlerin adlarını taşıyan örgütlü, düzenli, durmadan aralarında geçmiş zamandan söz eden, yeni efendilerine karşı düşmanca duygular besleyen bu imparatorluk askerlerini düşman olarak karşısında bulmayacaktı.

    eski krallığa mensup askerlerle yeni imparatorluğun askerlerinden karma olan orduyu, maison-rouge’un (giydikleri üniformanın renginden dolayı bu adı alan eski saray tüfekliler kıtası) yersiz bir şekilde kurulması işi büsbütün berbat etti: bin bir savaş meydanında ün kazanmış tecrübeli askerlerin, şüphesiz ki pek mert ama çoğu askerlik mesleğinde acemi erleri aralarında görmekten, bunların yüksek bir askeri muhafızlık üniforma ve nişanlarını, buna hak kazanmadan taşıdıklarını görmekten incinmeyeceklerini sanmak, insan ruhundan habersiz olmak demekti. xviii. louis’nin compiegne’de kalışı sırasında aleksandr kendisini ziyarete gelmişti. xviii. louis azametiyle onu gücendirdi: bu görüşmenin sonucu 2 mayıs tarihli saint-ouen beyannamesi oldu. kral bu beyannamede, ulusuna verdiği anayasaya temel olarak aşağıdaki taahhütlerde bulunma kararını bildiriyordu:

    -iki meclise bölünmüş temsili hükümet,
    -ulusun serbestçe belirtilmiş rızasına dayanan vergiler,
    -fert ve amme hürriyetleri,
    -basın hürriyeti,
    -din hürriyeti,
    -mülkiyetin el sürülmezliği,
    -milli emlak satışlarının bozulmazlığı,
    -sorumlu bakanlar, azledilmez yargıçlar ve adliyenin bağımsızlığı,
    -her fransızın her hizmete girebilmesi.

    bu bildiri, xviii. louis’nin zihniyetine uygun olmakla beraber, şerefi ne ona, ne de müşavirlerine aittir; sadece zaman dinlendiği yerden çıkıp tekrar harekete geçmişti: 1792'den beri o, kanatlarını kapamış, yürüyüşünü durdurmuştu; şimdi uçuşuna ya da seyrine yeniden devam ediyordu. terör dönemi'nin taşkınlıkları, bonaparte’ın istibdadı, düşünceleri ters yüz etmişti ama bu düşüncelere karşı çıkarılan engeller ortadan kaldırılınca, bu düşünceler bir nehir gibi hem üzerinde akmak, hem de kazıp açmak zorunda oldukları batağa yeniden dönmüştü. her şeye bırakılmış olduğu yerden başlandı; arada geçmiş olan şeyler sanki hiç olmamış gibi davranıldı: yeniden ihtilalin başlangıcındaki sıralara gelmiş olan insan zihniyeti sadece ömründen kırk yıl kaybetmişti ama toplumun genel hayatında kırk yıl da nedir ki? zamanın kesilmiş parçaları birbirine eklenince bu eksiklik ortadan kalktı.

    30 mayıs 1814 günü müttefiklerle fransa arasında paris antlaşması imzalandı. genel bir kongrede kesin anlaşmaları düzenlemeleri için bu savaşa her iki taraftan katılmış olan bütün devletlerin iki ay içinde temsilcilerini viyana’ya göndermeleri kararlaştırıldı.

    4 haziranda xviii. louis, yasama meclisiyle senatonun bir kısmından kurulu ortak bir meclisin kral huzurunda yapılan oturumunda göründü ve bir nutuk verdi.

    ulusun çoğunluğunun gözünde meşrutiyetten yalnızca bahsedilmiş olması gibi bir sakınca vardı: bu, egemenliğin halka mı, yoksa krala mı ait olduğu davasını ortaya atmak demekti. nasıl ki ii. charles, oliver cromwell’in üstünden, iki ayağıyla birden atlamışsa, xviii. louis de verdiği meşrutiyeti hüküm sürmeye başladığı tarihten itibaren eline almıştı: bu, hepsi de napoleon’u tanımış olan ve o anda paris’te bulunmuş olan hükümdarlara karşı bir hakaretti. bu eskimiş ifade ve bu eski krallıklara ait iddialar hukuki meşruiyete bir şey katmıyor, ve çocukça anakronizmler olmaktan başka bir değer taşımıyordu. bu nokta bir yana bırakılırsa, istibdadın yerini alan, fransızlara kanuni hürriyeti getiren meşrutiyet, vicdanlı insanları hoşnut edecek nitelikteydi. ama yine de bu yüzden büyük faydalar gören, imparatorluk zamanında yaşamış oldukları köylerinden ya da yoksul yuvalarından, ya da küçük görevlerden çıkıp yüksek hizmetlere ve payelere çağrılmış olan kralcılar bu nimeti homurdanarak kabul ettiler; bonaparte’ın istibdadıyla can ve gönülden anlaşmış olan liberaller meşrutiyet anayasasına tam bir kölelik kanunu dediler. babil’e dönmüş bulunuyorlar ama şimdi ortak bir anlaşmazlık kulesi için çalışılmıyordu (yani, kimse kimsenin dilinden anlamıyor. efsane malumdur; yüksek bir kule yaparak göğe erişmek isteyenleri cezalandırmak için tanrı, herbirini ayrı bir dil konuşur hale getirmişti): herkes kulesini, boyuna ve gücüne göre kendi ölçüsünde yapıyor. hem meşrutiyet kusurlu görünmüşse sebebi ihtilalin henüz son sözlerini söylemiş olmamasıydı; eşitlik ve demokrasi ilkeleri zihinlerde yaşıyor ve krallık düzeninin ters doğrultusunda yürüyordu.

    müttefik hükümdarlar paris’ten ayrılmakta gecikmediler: aleksandr, çekilirken concorde alanında bir dini tören yaptırdı, xvi. louis’nin giyotininin kurulmuş olduğu yerde bir mihrap yükseltildi. yedi moskovalı papaz ayini yaptılar, yabancı ordular mihrabın önünden geçtiler. te deum eski yunan müziğinin güzel nağmeleriyle söylendi. askerlerle hükümdarlar takdis edilmek için yere diz çöktüler. fransızlar, 1793’ü, 1794’ü hatırlıyorlardı, kan kokusu yüzünden öküzler bu yoldan geçemez olmuştu. her memleketten bu adamları, eski barbar istilalarının bu oğullarını, bir kısmı büyük çin surları altında koyun derisinden çadırlarda yaşayan bu tatarları, bu kefaret törenine gönderen kimdi? bunlar, sonraki yüzyılı izleyecek zayıf kuşakların göremeyeceği manzaralardı.

    restorasyon'un ilk yılında, üçüncü toplumsal değişime tanık olunuyordu. eski krallığın meşruti krallığa, bunun da cumhuriyete çevrildiği görülmüştü; cumhuriyetin askeri istibdada döndüğü görülmüştü, şimdi de askeri istibdadın tekrar hür bir krallığa döndüğü, yeni düşüncelerle yeni kuşakların eski ilkelere ve eski adamlara çevrildiği görülüyordu, imparatorluk mareşalleri fransa mareşalleri oldular; napoleon’un muhafızlarının üniformalarına tamamıyla eski usüle göre biçilmiş hassa askerleriyle maison-rouge kıtalarının üniformaları karıştı; ihtiyar le havre dükü pudralı peruğu ve siyah bastonuyla, hassa komutanı sıfatıyla, bonapartevari topallayan mareşal victor’un yanında başı sallanarak yürüyordu; ömründe bir fitilin ateşlendiğini görmemiş olan mouchi dükü dini törende, yaralarla delik deşik olmuş mareşal nicolas oudinot'nun yanından geçiyordu; napoleon’un devrinde pek temiz ve pek askeri bir manzara gösteren tuileries şatosu her yandan yükselen yemek kokularıyla doluyordu; saray asilzadelerinin emirleri altında, mutfak subaylarıyla, esvap subaylarıyla her şey bir hizmetkarlık hali alıyordu. sokaklarda bir zamanın tavırları ve elbiseleriyle sürgünden dönen ihtiyar insanlar görünüyordu, bunlar şüphesiz ki çok saygıdeğer kimselerdi ama napoleon’un askerleri arasında cumhuriyetçi subaylar ne kadar yabancı kalmışsa bunlar da yeni zaman halkının içinde o kadar yabancı düşüyorlardı. imparator sarayının yüksek kadınları eski saray mensubu kibar dullara rehberlik ediyor ve onlara sarayın usullerini öğretiyorlardı. ceketleri kolluklarla süslü bordeaux delegeleri, başlarına henri de la rochejaquelein (vendée eyaletinden cumhuriyete karşı uzun zaman savaşan kracıların başlıca komutanlarından biri) tarzında şapkalar geçirmiş vendée’li subaylar geliyordu. bu çeşitli insanlar alışmış oldukları adetlerin, güzelliklerin, düşüncelerin, duyguların ifadesini kaybetmemişlerdi. bu devrin asıl karakteri olan hürriyet, ilk bakışta bağdaşamaz gibi görünen kimseleri birlikte yaşatıyordu ama eski krallığın ve imparatorluk istibdadının renklerini taşıdığı için bu hürriyeti fark etmek güçtü. anayasa'dan layığıyla söz etmesini de yine kimse beceremiyordu; kralcılar charte’tan* söz açarken kaba hatalara düşüyorlardı; imparatorcularsa bu konunun büsbütün cahiliydiler; sırasıyla kont, baron, napoleon’un senatosu ve xviii, louis’nin pair’i (eski fransa'da, bir nevi ayanlığa benzer ve babadan oğula geçer en yüksek devlet payesi) olmuş ulusal konvansiyoncular kimi hemen hemen unutmuş oldukları cumhuriyetçi ağzıyla, kimi iyice öğrendikleri mutlakiyetçi lehçesiyle konuşuyorlardı. generaller tavşan muhafızlığına tayin ediliyorlardı. son askeri zorbanın yaverleri ulusların dokunulmaz hürriyetlerinden bahsediyor, kralın idamına rey vermiş olanlar meşru kralcılığın kutsallığını ileri sürüyorlardı.

    kısmen fransız dehasının esnekliğinin eseri olmasa, bu değişmeler iğrenç bir şey olurdu. atina halkı kendi kendini yönetirdi; alanlarda hatipler onların hırslarını körüklerdi; egemen halk thukydides’in deyimiyle söylevler seyredip hareketler dinleyen heykeltraşlardan, ressamlardan, işçilerden kuruluydu. ama iyi veya kötü, bir kere karar verildi mi onu yerine getirmek için, bu tutarsız ve tecrübesiz yığın arasından çıkan kimdi? sokrates, phocion, perikles ve alkibiadis gibiler.

    bugün ileri sürüldüğü gibi restorasyonun yozlaşmışlığından kralcılar mı sorumlu tutulmalıdır? kısmen evet kısmen hayır: bir avuç kralcı, bir iki defa mendil sallayıp şapkalarına karılarının bir kurdelesini takarak, herkesin nefret ettiği krallığı tekrar kurarken otuz milyon insanın şaşkın şaşkın bakakalmış olduğu mu söylenecek? fransızların büyük çoğunluğu gerçi sevinç içindeydi ama bu çoğunluk, eski krallığın koyu taraftarları hakkında kullanıldığı gibi kelimenin dar anlamıyla meşrutiyetçi değildi. bu çoğunluk kurtulduğundan memnun bulunan ve felaketlerinden sorumlu tuttuğu adama karşı şiddetli bir hınç besleyen her kanaatten insanlar kalabalığıydı; peki kralın adını ileri sürerek ortaya atılmış kaç aristokrat veya kaç bilgin vardı? zindanlardan kurtulmuş mösyö mathieu ve adrien de montmorency ile mösyö de polignac, mösyö alexis de noailles, mösyö sosthene de la rochefoucauld, halkın tanımadığı ve peşinden gitmediği bu yedi sekiz adam bütün milleti zorla mı sürüklüyorlardı?

    gerçek kralcılara dağıtmak üzere mösyö de montcalm chateaubriand'e bin iki yüz franklık bir kese göndermişti: chateaubriand, bir frankını bile dağıtacak kimse bulamayarak parayı ona geri gönderdi. vendome meydanına hakim olan heykelin boynuna iğrenç bir ip geçirdiler; şan ve şerefe hınç beslemek ve ipi çekmek için kralcıların sayısı o kadar azdı ki, bir darağacı kurarak efendilerinin heykelini deviren, hepsi de bonapartçı olan hükümet makamları oldu: koca dev, zora boyun eğdi; kaç kere ayaklarına kapanmış olan avrupa hükümdarlarının ayakları dibine yıkıldı. restorasyonu heyecanla selamlayanlar cumhuriyet ve imparatorluk taraftarlarıydı. ihtilalin yetiştirdiği kişilerin bugün acır ve hayran göründükleri adama karşı hareketleri ve nankörlükleri çok bayağıca olmuştur.

    imparatorcular ve liberaller, iktidar bunların eline geçti. iv. henri’nin torunları önünde dize gelenler bu adamlar oldu! kralcıların tekrar hükümdarlarına kavuşmaktan ve bir gaspçı saydıkları adamın saltanatının sona erdiğini görmekten sevinmeleri pek doğaldı ama bu adamlar, o zorbanın adamları, taşkınlıkta kralcıların duygularını çok geride bırakıyordu. bakanlar, yüksek memurlar meşru krala yemin etmekte birbirleriyle yarış ediyorlardı; kovulan yeni hanedana kin ve yüzlerce defa karaladıkları eski hanedana saygı beslediklerine yemin etmek için bütün sivil ve adli memurlar sıra bekliyorlardı. fransa’yı baştan başa kaplayan napoleon’a söven bütün bildirileri ve söylevleri kim yazıyordu? kralcılar mı? hayır: bonaparte’ın seçtiği veya atadığı bakanlar ile generaller. restorasyon dolabı nerede dönüyordu? kralcılar arasında mı? hayır, mösyö de talleyrand’ın evinde. kiminle birlikte? mars tanrısının başpapazı, sırtı cüppeli soytarı mösyö de pradt’la birlikte. krallığın genel vekili gelince yemeği kiminle ve kimin evinde yiyordu? kralcıların evinde, kralcılarla mı? hayır: autun piskoposu talleyrand'ın evinde, mösyö de gaulaincourt’la. alçak yabancı hükümdarlar şerefine düzenlenen ziyafetler nerede veriliyordu? kralcıların şatolarında mı? hayır: malmaison’da; o esnada yozlaşmışların kullandığı eski imparatoriçe josephine’in sarayında. napoleon’un en aziz dostları, örneğin mareşal louis alexandre berthier, ateşli bağlılıklarını kime sunuyorlardı? meşru krallığa. mutlakiyetçi aleksandr’ın, o kaba tatarın yanından ayrılmayanlar kimlerdi? kabine üyeleri, bilginler, edipler, insanseverler ve tanrıseverler. filozoflar; onun yanından hayran hayran, övülmüş ve cepleri doldurulmuş olarak dönüyorlardı. oysa kendini gerçek sanan birkaç kralcıya kimsenin aldırdığı yoktu; onları hiçe sayıyorlardı. kimi sokaktayken onlara, gidip eve yatsanız iyi olur, diye söyleniyorlar, kimi hükümdarım çok yaşa diye o kadar hızlı bağırmayın diyorlardı, bu işi görecek başkaları varmış. kimseyi kralcı olmaya zorlamak şöyle dursun, nüfuzlu adamlar kimsenin rol ve ifade değiştirmek zorunda kalmayacağını, autun piskoposuna imparatorluk devrinde olduğu gibi krallık devrinde zorla ayin yaptırılmayacağını bildiriyorlardı. hak sahibi hükümdarları bileğinde bir şahin veya elinde bir mızrakla kral ilan eden ne bir şato sahibi görüldü, ne de bir jean d’arc; sadece, bonaparte’ın, kocasına yafta gibi yapıştırmış olduğu madam de talleyrand, dindar olarak göze sokulan bourbon hanedanını göklere çıkararak arabayla sokak sokak dolaşıyordu. imparatorluk sarayı mensuplarının pencerelerinde sallanan birtakım kumaşlar saf kazaklara, din değiştiren bonapartçıların kalplerinde, pencerelerindeki beyaz paçavralar kadar krallığın sembolü olan zambak bulunduğu imajını veriyordu. fransa’da şaşılacak bir bulaşma salgını vardır, birinin "kellem kopsun!" diye bağırdığı işitilse herkes aynı şeyi tekrarlar. imparatorlukçular evlere kadar geliyor ve bourbonculara çamaşır dolaplarında kalmış ne kadar beyaz çamaşır varsa hepsini bayrak yerine asmaya zorluyorlardı.

    mebuslar meclisine çevrilen yasama meclisi ve içinde eski senatörlerden altmıştan fazlası bulunan ömürlük tayin edilmiş yüz elli iki üyeden kurulu ayan meclisi, iki büyük yasama meclisi kurdu. dışişleri bakanlığına yerleşen mösyö de talleyrand, 30 mayıs tarihli antlaşmanın 32. maddesi gereğince 3 kasım'da açılacak olan viyana kongresi'ne hareket etti; waterloo muharebesi'ne kadar devam eden bir vekillik sırasında mösyö de jaucourt bu bakanlığa geldi. abbé de montesquiou içişleri bakanı oldu, müsteşarı mösyö guizot idi; mösyö malouet bahriye bakanlığını aldı; general dupont savunma bakanlığını; sonradan yerine mareşal soult getirildi ve mareşal, quiberon’daki yas anıtını yaptırmakla kendini gösterdi; blacas dükü saray bakanı, mösyö anglès polis genel müdürü, d’ambray adliye bakanı, abbé louis maliye bakanı oldular.

    21 ekim'de, abbe de montesquiou basın üzerine ilk kanunu teklif etti; bu kanun yirmi sayfadan az her yazıyı sansüre tabi tutuyordu: mösyö guizot bu ilk hürriyet kanununu hazırladı.

    lazare carnot krala bir mektup gönderdi: bourbonların sevinçle karşılanmış olduklarını itiraf ediyordu ama zamanın kısalığını da, anayasanın getirdiği hürriyetleri de göz önünde tutmayarak, tehlikeli birtakım öğütlerle birlikte yüksekten atan dersler veriyordu: imparatorluğun bakanlık mevkisiyle kontluk unvanını kabul ettikten sonra bütün bunların ne değeri kalır? sert ve zorba bir hükümdar karşısında boyun eğdikten sonra, diğer devletlerin gölgesi altında iradesiz ve liberal bir hükümdara karşı kurum satmak hiç yakışmaz. hele terör döneminin köhnemiş bir aleti sıfatıyla, napoleon savaşlarının alabildiğine genişlemesine karşı gelmeye cesaret edememiş biri için.

    1814 yılı 30 aralık günü, devletlerin katılacağı viyana kongresi, 1 mayıs 1815’e kadar geri atıldı. sanki basiretsiz kralın yoz meclisi ve diğer devletler, bonaparte’ı; dönüşünü ve yüz gününü hazırlayan champ de mai toplantısına davet etmiş gibiydiler.
hesabın var mı? giriş yap