aynı isimdeki diğer başlıklar:
  • öncelikle kitabı okumayanlara not: bu entry had safhada spoiler içerir. öyle böyle değil.

    *
    hakkında çok farklı şeyler yazmak isteğine sahip olmama karşın, hakkında olumsuz eleştiri yapmadan önce, imgelerin ne anlama geldiğini düşünmeyi veya araştırıp öğrenmeyi uygun bulmayan hazırlopçular için birkaç satır yazmadan edemedim.

    (bkz: #13013636)

    “muhteşem neyzen batın efendi kimdir. ne işi vardı öyküde, kesin son dakka buraya kondu, o da davut’u kurtarmak için.” diyenlere şöyle cevap vermek icabediyor:

    "muhteşem neyzen batın efendi" allah'ın kendisidir. bu sebeple, ancak kendi gerçekliğimizde olduğu kadar ete kemiğe büründürülmüştür. islam'a göre, allah'ı ve muhammed'i resmetmek ve tasvir etmek kesinkes yasak olduğundan, bunca tasavvufi bir bakış açısının konu edildiği romanda da böyle bir işe girişilmemiş olması isabetlidir kanımca. yoksa bir tutarsızlıktan söz ediyor olurduk.

    “oğlu kimdir, neden katledilmiştir ve biz bunu neden okuduk şimdi” sorusuna ise şöyle diyesim var:

    oğlunun öyküsünü ve katlini okumamızın sebebi, kehanetin gerçekleştiğini görmektir. hatta öykü süresince, lazarus’un dirilişi, son akşam yemeği, yahuda’nın ihaneti bölümlerini de bir güzel okur ve tekrar yaşamış oluruz (burada bahsedilen oğul’un isa peygamber olduğunu herhalde anlamışsınızdır). davud'un ölmemesinin de sebebi ise, "yedi müzisyen" içinde sayılmamasıdır. tüm kitapta, müzisyenlerin dışında tek ölenler, kabil'in eşlikçileri, yani ölümün efendileridir (tavuğu saymıyorum). (bu kehaneti ilahi anlamlarıyla yorumlayabileceklerden rica edelim hatta, çok daha güzel olur) (bu “yedi müzisyen” sembolü de başka bir hayatın konusudur)

    “eflatun, kitabın renginden başka nedir ki bu kadar velveleye verilmiştir ortalık” diyenlere de laflar hazırladım:

    eflatun'un renginden başka olayının olmamasının sebebi, aslında biraz felsefede ve konunun özetinde gizli. eflatun, şeyhlik mertebesine yükseltilmiş olmasına karşın şeyhlik yapmamış, "neyse o" olarak kalmayı tercih etmiştir. ilahi olanı gördüğünden, duyduğundan, daha başka bir şey olmasına gerek yoktur. bu açıdan bakılırsa, aslında çok mantıklı eflatun'un sessizliği ve etkisizliği. (bunu daha iyi anlatmak için bir zahmet okuyucuyu budha’nın aydınlanma öyküsüne alalım.)

    “hadi rengi anladım da, eflatun’un bitmeyen gezilerini ne demeye okuduk” diye veryansın edenlere açıklamamız şöyle:

    eflatun'un malum sesin kaynağını arama sürecinde bir insansı ve ilahı taraf bulunur. kitapta da yazar bu. eflatun, bu süre boyunca 7 kişiyle karşılaşmıştır ve bunların her biri yedi ölümcül günahı temsil eder: ofke, açgözlülük, kıskanclık, oburluk, sehvet, gurur, tembellik.
    yedisi tarafından da kovulmuş, yani nefsini yenmiş ve aydınlanmaya giden yolda muvaffak olmuştur. benzer bir yolcukuk, dante'nin ilahi komedya'sında da görülür aslında. hatta, yegâh, dügâh ve segâh’i bir yerde cennet, cehennem ve araf olarak okuyabiliriz biraz uğraşırsak. bunun mantıklı bir açıklama olduğunu düşünüyorum kendimce. en azından çok açık olması sebebiyle, bunun mantıklı bir açıklamadan daha fazlası olduğunda ısrarcıyım.

    gelelim “bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârlarının bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler" şeklindeki “zorlama” cümlenin zorluğu altında kalan atlaslara:

    ismini sukunetten, satırlarını müzikten alan bir besteye benzer bu eserin satırlarında "zorlama cümle" tanımının neye dayanarak yapıldığını merak ediyorum. müziğin ahengine eş bir sesin okunduğu bu satırlar ve niceleri, divan şiirinin ahengini bir damlacık olsun yaşatabildiği için bile çok değerli olmalı. tüm kitap ne güzel ki bunlarla bezenmiş. bu sebeple, bu sesler birliğini yermeden önce bi zahmet biraz divan edebiyatı bilgilerinizi hatırlayın. en azından seslerin müziğine kulak verin ki, bir şansınız olsun anlamak için.

    kitabın ve öykünün, bu zorlama cümleyeharcanan vakit kadarının harcanmadığının neye dayanarak söylendiğini merak ediyorum. sevgili ihsan oktay anar, bilgiye sahip olmanın yanı sıra, bu bilgiyi kullanma ve kurgu konusunda da ne denli yetkin olduğunu bize her defasında yeniden göstermektedir. onun kitabına hayat verirken kurguladığı olayları anlamak için (daha iyi anlamak, ikinci ve üçüncü anlamlarını algılamak ve sembolleri okuyabilmek için diyelim) biraz din bilgisi, edebiyat bilgisi, felsefe bilgisi, biraz da tarih bilgisi gerekir. sevgili anar, öykülerini bu dünyalar içinde, çoğu zaman matematikle de harmanlayıp okuyucuya sunar. yazılanların adresini bulması için biraz okuyucu çabası şarttır. öyle hazırlop bir okur, uzun ihsan efendi’nin dediklerinin yüzde birini anlıyorsa kendini şanslı saysın derim.

    sevgili dagny taggart, yaşadığı hayal kırıklığının biraz kendisinden kaynaklandığını bu sayede öğrenmiştir sanıyorum. bunun da, hayal kırıklığının bir kısmını(en azından uzun ihsan efendi’nin payına düşen tarafını) tamir edebileceği beklentisi içindeyim.yok hayır diyerek diretiyorsa, bundan sonraki anar eserlerinin arka kapağıyla yetinebilir gördüğüm kadarıyla. “ona ne gerek var, bu niye yazılmış”larla hareket ederse, ilerice çok iyi bir prospektüs yazarı olabilir. fakat kendisini suçlamıyorum. özetin özetini çıkarmak üstüne kurulu eğitim sistemimizin suçu hepsi. bu kadar da olmaz ki ama.

    bu entry, hazırlopçu okur dagny taggart’a adanmıştır.
  • --- spoiler ---

    kitabın 175. sayfasında farsça bir mısra yer almakta efendim. muhteşem neyzen bâtın efendi’nin oğlu zâhir’in, hüseyin efendi camii önüne geldiğinde dilinden dökülen nağmenin de sözlerinden bir kısmıdır aynı zamanda. işbu mısra şu şekilde:

    güyâ ki der in kubbe-i firûze kesinîst

    bu farsça mısra:

    güya bu firuze kubbede hiç kimse yoktur

    anlamına geliyor.

    bana, biraz da mevlânâ celâleddin rûmî’in:

    incâ kesîst pinhân, hodet megîr tenhâ

    dizesine naziredir *, böyle bilinmeli.

    “burada gizli biri var, kendini tek başına zannetme”

    anlamına gelen bu mevlana celaleddin dizesi, var olanların özü üzerine harika bir dize ve tasavvuf terminolojisinde tanrı’nın varlığının her yerde olduğu, o’nun varlığının her şeyi kapladığı ve kapsadığı bildirilmiş. yani mevlânâ “allah her yerdedir” diyor kısacası.

    aslında, muhteşem neyzen bâtın efendi’yi, hıristiyan ilahiyatına göre tanrı şekline konumlandıran ve oğlu zâhir’i de aynı ilahiyat kurallarına göre isa mesih makâmına yerleştiren ihsan oktay anar, isa’nın “eli eli lema şevaktani” sözüne de atıfta bulunuyor olmalı. aramca’da “tanrım, tanrım, beni niçin terk ettin?” anlamına geliyor bu cümle. bu şu demek: hüseyin efendi camii önüne geldiğinde dilinden “güya bu firuze kubbede hiç kimse yoktur” sözlerini söyleyen isa motifindeki zâhir, aynı zamanda isa’nın da kendisi olduğu için, “tanrı bizimledir” adını da doğal olarak taşır çünkü incil’in yeşaya 7:14’ünde isa’nın adının “immanuel” olduğu bildirilmiştir. bu isim de aramca’da “tanrı bizimledir” anlamına gelir. yani, tanrı daima bizimledir. buradan islam tasavvufuna geçen ihsan oktay anar, tanrı’yı muhteşem bir neyzen olarak konumlandırmış ve dahi, o muhteşem neyzen’in adının bâtın olduğunu bildirmiştir. iç, dâhilî, gizli, içyüz, sır, esrar gibi anlamlara gelen bâtın kelimesi, hem allah’ın sıfatlarından birisidir hem de kelime anlamı itibariyle, her şeyi çekip çeviren gizli bir ele işaret eder ve hem de, gizli olduğu halde her yerde vardır o. yani ki, adı aynı zamanda tanrı bizimledir olan zâhir efendi, ilk önceleri isa peygamber gibi, tanrı’nın varlığından asla şüphe etmemiş, taşıdığı “immanuel” adında bile tanrı’nın kendisiyle olduğunu daima vurgulamıştır.

    işte bu zamanlarında “güyâ ki der in kubbe-i firûze kesinîst” neşideleri dilinden eksik olmayan zâhir, suskunlar’ın 235’inci sayfasında yer alan “âh beybaba ! â be babalık ! neden çamura yattın” satırlarıyla, “eli eli lema şevaktani” sözünü de, yani “tanrım, tanrım, beni niçin terk ettin?” sözünü de dillendirmiş oluyor.

    islam tasavvufundan hıristiyan ilahiyatına ve oradan da 17. yüzyıl osmanlı hayatına varan bu eser, gerçekten de kurgusuyla başarılı bir eser.

    --- spoiler ---
  • kitap mevlana'dan bir alıntı ile başlıyor:
    " kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür"
    bu sözü görünce aklıma, farklı dönemlerde farklı duyuların nasıl öncelik aldığı ile ilgili olarak lucien febvre'in 16. yüzyılı "kulak çağı" olarak tanımlaması geldi.
    misal 16. ya da 17. yüzyıl insanının bir ney'i dinlemesiyle günümüz insanının dinlemesi arasında fark vardır. ortaçağ insanın ayasofya'yı görüp,izleyip algılamasıyla günümüz insanının algılaması arasındaki farka benzer bu.
    alımlama estetiği değişince duyumsama da değişir. sesin, müziğin, görmenin buralarda algılanmasının tarihini yazmanın sırası geldi galiba, duyguların ve duyularında bir tarihi vardır zira...
  • ne kadar anlatılsa eksik kalacak kadar katmanlı, musikili, yedili, ölümsüzlüğe atfeden bir roman. yegâh, dügâh ve segâh olmak üzere üç bölümden oluşuyor.

    "her şeyi bilmek için, belki de hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı."
  • “kulak gerçeği anlarsa sayet, gözdür”… kitabin ozeti bu aslinda.

    ihsan oktay, suskunlar’da, sesin ve musikinin pesine dusmus ve en guzel sesin sessizlik oldugu sonucuna ulasmis; onlarca hikayecik etrafinda donup durmak suretiyle.

    suskunlar da, tipki diger romanlari gibi sicacik bir dile sahip. tarihci olusumdan midir yoksa cocuklugumda dinledigim cenk hikayelerinin tadini burada bulusumdan mi bilmem, dili sarip sarmaliyor beni. bana hayal kurdurmayi basariyor bu adam. onunla birlikte istanbul sokaklarinda geziyorum. bana bu sefer de galata mevlevihanesinde ney ufletti, mahmut pasa’da envai cesit ipekli ve yunlu sattirdi. bir ara sandalciydim halic’in iki yakasinda gidip gelen, bir vakit ise sofu ayyas’ta vaaz verdirdi. orhan okay’da 300 yil sonrasini ayrintilariyla dinledigim salma tomruk’ta, bu sefer cuce hoca ile gezdim…

    hakikaten cok guzel betimlemisti yine istanbul’u… guzel kurmustu hikayelerini.

    ama bu sefer, diger kitaplarinda gormedigim bir seyi gordum. sanki kitap biraz aceleye gelmisti… once iletisim yayinlari’na bir kac laf etmek lazim… bir edebi eseri, hele ki 40.000 bastiysaniz -ki 13 x 40.000= 530.000 ytl’lik bir yatirimdir bu- daha ciddi olmak durumundasiniz… ciddi tashih hatalari goze carpiyor… dikkatli bir musahhih bunlarin kolaylikla ustesinden gelebilir, kitap daha da kusursuzlastirilabilirdi… kitabin ozellikle son 50 sayfasinda tashih sayisinda ciddi bir artis soz konusu.

    ihsan oktay’a gelince… her zaman takdir ettigim, romanlarini yazmadan once ciddi bir bicimde yaptigi literatür arastirmasinda bu sefer de oldukca basarili… ozellikle musiki literatüründe yaptigi inceleme, onun kitabinin kiymetini daha da artirmis. ya da ipeklileri, yunluleri sayarken yapmis oldugu uzun listeler, amat’tan miras kalan gemicilik/denizcilik literatürü, silahlar uzerindeki otturmeler… her sey kusursuza yakin giderken son sayfalarda maalesef ustuste hatalar yapmaya baslamis.

    kutubü’s-sitte’yi, hadis degil de tefsir kitabi olarak yazmasi cok ciddi bir kusur. ayni sekilde kutubü’s-sitte’yi olusturan isimleri yazarken tırmizi’yi tımızi yapmasi ya da nesai’nin nesahi’nin olusu da…

    bunun disinda, diyaloglarda da bazen basarisiz bir goruntu cizmis ihsan oktay. özellikle kıpti/cingene calgicilari konustururken yaptigi hatalar dikkat cekici. kelime baslarindaki “h” seslerini atmayla, kıpti turkcesi elde edilmiyor maalesef. hele ki, baslardaki “h”leri atip da, kelime ortasindaki “h”leri birakinca bu bir kusur olarak addedilebilir. bu diyaloglar biraz cennet mahallesi’nde, cagla sikel kizimizin diyaloglarina benzemis. yine bu diyaloglar bana biraz, arnavutlarin konustugu turkceyi de hatirlatti. ozellikle “ü/u” seslerinin yogunlugunun yaptigi ilk cagrisim bu oldu bende.

    ilaveten, bazi gozden kacan noktalar olmus. kitabin hemen basinda, kalin musa beynamaz bir profil olarak gosterilirken, ve mehterle birlikte namaz kilmamak icin kacisi uzunca anlatilirken ilerleyen kisimlarda aptest aldirilip namaza goturulmesi olmamis. ya da, cuce hocanin parmak sayilari, kafa karistirici bir bicimde 10’dan 12’ye kadar genis bir yelpazede sunulmus… kanun, 11 parmakli bir cuce tarafindan calinirken, neden 11 parmakla degil de 10 parmakla caldirilmis. bestelemis oldugu sonatta, 11 ses/parmak tespit edilebilirken 11 parmagini kullanan kisi, 10 parmakla kanun calarken acaba hangi parmagini kullanmamis…?

    sanki buralarda biraz daha kafa yorabilirmis gibi geldi bana.

    son olarak, bu ihsan oktay’in tercihi midir bilmiyorum ama, kelimelerin yazimi ile ilgili bir problem var. turk dil kurumu, sayet ciddi bir karisikliga neden olmayacaksa uzatma isaretlerinin kullanilmamasi gerektigini ifade ediyor. sadece “kar” ya da “hala” kelimelerinde oldugu gibi, karisiklik olabilecek durumlarda ve “iktisadî, ticarî, ilmî” gibi kelimelerde oldugu gibi, nispet î’si dedigimiz i’nin kullaniminda sapkalara musade ediyor. ihsan oktay buyuk olcude buna uymaya calisirken, bazen, gereksiz yere bu sapkalari koymus ya da koymamis. mesela, “sâkî” kelimesinin yazimi “sakî” seklinde yapilmis. buradaki î nispet i’si olmadigi icin, sapka kullanmasi gerekmedigi halde kullanmis… anlam karisikliginin onune gecmeyi umarken, sanki bir anlam karisikligina yol acmis gibi… tabi bunlar ufak ayrintilar… keske daha kusursuz bir eser ciksaydi, bunlar da ikinci 40.000’de hallolur insallah…
  • zâhir'e yapılan hz. isa atfını görmek oldukça kolaydı, nitekim herkes de görmüş.
    zaten bu kitabı okumaya yeltenen bir kimsenin en azından bu kadarcık birikime sahip olması hiç şaşırtıcı değil.

    henüz bir kez okuduğumdan ve ikinci kez okumayı şu an için düşünmediğimden;
    kur'an-ı kerim'de belirtilen ve şüphesiz "amenna" dediğimiz hz. isa'nın göğe yükseltilmesi hadisesi bu kitaba nasıl yedirilmiş fark edemedim. zâhir, bâtın mı oldu da göründü dâvut'a, orasını hiç bilemedim.

    bir de şunu fark ettim ki;

    --- spoiler ---

    âsım ayrıca cüceye, her sabah, her öğle ve her akşam nevâ'yı hatırlatmasını tembihlemişti. bu tembih sonucu cüce, belirtilen vakitlerde ona gelip, "ey âsım efendi! senin kalbindeki yegâne sevgili, canın ve canânın nevâdır!" der demez, nevâ'yı hatırlayan adam bir âh çekiyor ve iç geçiriyordu.

    --- spoiler ---

    bu bölümde de hz. ömer'e atıf yapılmış olsa gerek.

    zira, hz. ömer halife olduğunda bir adam tutmuş ve maaşını kendi cebinden vermişti.
    bu adamdan yapmasını istediği şey ise; kendisine hergün birkaç kez ölümü hatırlatması idi.
    adam da her gün birkaç kez hz. ömerin huzuruna çıkıp:
    “ya ömer, ölüm de var! ” diyordu.

    şimdilik ihsan oktay beyefendi'nin, bu kısmı ölüm ile sevgili arasındaki ilişkiye;
    belki hz. ali'nin, "ölüm sevgiliyi sevgiliye kavuşturan köprüdür" sözüne binaen yazıp yazmadığını bilemiyorum elbette.
  • kitabın 123'üncü sayfasında şeyh ibrahim dede'nin eflâtun'a hitaben ettiği şu sözler, tam da bir yolculuğun ortasında, yeni bir iklime, yeni bir tenhaya alışmaya çalıştığım sırada yol'u da yolculuk'u da yanlış yerde aradığımı fark ettirip beni evime geri getirmiştir:

    --- spoiler ---
    "senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'git' demeleri. hiç kimseye 'kötüdür' deme. aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır."
    --- spoiler ---
  • keşke bir de soundtrack'i albümü olaydı diye hayıflana hayıflana okumaya devam ettiğim kitap. bence türkiye'de ilk kez bir kitabın soundtracki olacaksa bu kitabın olmalı. hatta bölüm başlarında hangi şarkıyla dinleyeceğimiz yazmalı. biliyorum ne ihsan oktay anar'ın ne de iletişim yayınları'nın tarzı değil bu ama insan okurken deliler gibi ihtiyaç duyuyor. bir gün filme çekilirse elbet müzikleri de vücut bulur ama kitap olarak da müziklenmeli. isteyen öylesini satın almalı.
  • bir ihsan oktay anar romanı/şiiri..

    --- spoiler ---
    “efsane ve söylentilerin hakikatin ta kendisi olabileceği” [12] düstüründan hareketle kitabın hikayesine bir dalalım. sofuayyaş mahallesinde yaşayan cimriliğin timsali kalın musa [17] müzmin hasta kemençe çalabilen veysel [20] adlı bir oğula sahiptir. bu şahsa kemençe alan ise hemen kapısnın girişinde kanaryanın öttüğü bir kahvehane işleten kalın musa’nın kardeşi muhayyer hüseyin efendidir [23]. veysel goncagülle [24] yasak bir izdivaçta bulunmuş ve burdan davut ile eflatun adında [24] iki çocuğu olmuştur. bunlardan davut kemençe üstadı bağdasar ve kanun üstadı kirkorla [32] birlikte barba maliki’nin meyhanesinde felekten gece çalarlar. meyhane çıkışında kostantiniye’deki yegane rakipleri amin tanburi gülabi ve miskal çalan meymenet[35-37] kardeşlerin gurubu ile karşılaşırlar. gruptan ayrılıp başka yola sapan davut neva [42] adlı bir afeti fettan ile karşılaşır, nevanın derdini annesinden öğrenip anneyle bir anlaşma yaparlar. bu arada mahelleye taşınan bir imam vardır, bu kişi meşhur vaiz hacı iskender, pereveli iskender efendiden [46-47] başkası değildir. kalın musanın üyesi olduğu mehteranın sahibi hızır paşanın [15] yeğeni hastalanır ve iyleşmesi için getirilen veysel bey çaldığı bir kemence sonucu bu şahsın ölümüne neden olur, karşılığı ölüm ve kan parası arasında bir tercihtir [56]. davut nevanın aşkından istanbul’da bir yolculuğa çıkar [60-66] ve yolculuğun sonunda muhayyer efendinin kahvesine varır. kahve veyselin kan parası için satılığa çıkarılmıştır ama davut’un yaşananlar umrunda değildir ve nevanın annesini beklemekle meşguldur. davutun eve dönüyor olduğu sırada kalın musa, hızır paşanın kuluna pazarlık karşılığı bir ziyafet vermektedir.

    ilk bölüm biter, ikincisi başlar. zaman geriye gitmiş eflatun’un çocukluk hikayesine dönmüştür. annesinin mezarı için evden sık sık kaçan eflatun bir odaya kapatılmış 7 yıl burda beklemiştir, lakin o çağrıyı duyana kadar [83]. düşer yollara ve eflatunun yolculuğu başlar. göz göze geldiklerine sorduğu beni sen mi çağırdın sorusu eflatunu sürükler. ilk karşılaşılan kişi rakibine kıskançlık duyan bakkaldır [86-87], yanlış kişi olduğu anlaşılınca yola devam edilir. sırasıyla gurur ve gösteriş meraklısı bir delikanlı [89], tembellikten iflahı kesilen bir dilenci [92], büryan kebabı yiyen oburluk timsali adam [96-97], kölesini öldüresiye döven öfkeli ihtiyar [103-104], altınları dökülüp yere saçılan açgözlü tüccar [111-114], şehvet düşkünü bir yeniçeri [118-119] ile karşılaşır. ama hepsinde göz kendisini yanıltmıştır, yedi kere görünüşe aldanmıştır [119]. kulağına bırakır kendini ve sesin geldiği galata mevlevihanesine düşer yolu. ibrahim dededir [123] karşılayan kendisini. zaman eski zamana gider ve ibrahim dededen önceki liderin, nevarif bursevinin [126] cenazesine kayar zaman. cenaze ile yolu kesişen eskinin derviş ve şimdinin intikam dolu şahsı cenaze sürecine dahil olup mevlevihanede bir yemeğe misafir olur [124-131]. hikayesini okuruz ve hikayedeki işkenceci rafaelin evinde meskun bursalı firavunun nevarif burseviye nasıl dönüştüğü [133-137] sorusunun cevabı bekler bizi. dünyanın yedi günde yaratılışı [137-139] ve eflatunla ibrahim dede’nin ilk muhataplıkları [ 142-146] ile biter ikinci bölüm.

    üçüncü bölümü anlatmak olmaz, bu bölüm bahsi geçen karakterlere ek olarak muhteşem neyzen batın hazretleri, oğlu zahir [158], yedikule kahini [159], yedi kör kahin, tağut [185], lazar [186], zincirli handaki dokuzlar çetesi [191], bunun lideri çapraz bayram [192], ve çetenin katili kabil [225] karakterlerinin birbirine geçmiş hikayesi ile harmanlanır.

    hıristiyan ve islam ilahiyatından bol bol özdeşlikler dikkati celbeder. muhteşem neyzen batın hazretleri ölümsüz hayat nefesini üfleyen [190], kusursuzluğun kendine has olduğu [141] ve baba [22, 158 ve 164] olan tanrıdır. zahir, batın’ın oğlu [22, 158 ve 164], hamamda yahya tarafından yıkanan [167-168] ve hamadan sonra şarkı söyleyerek davasını yaymaya çalışan [172-174], mucizeler yapan [174 ve 223], peşine 12 kişinin/havarinin takıldığı [175], verdiği son yemekte bu oniki kişiye içinizden biri bana ihanet edecek diyen [231], bu ifadesi doğru çıkıp yehuda tarafından ispiyonlanan [233], ve sonunda işkenceler, saldırılar altında can veren hz isadır. çetenin katili kabil, kardeşini öldüren, karganın kendine yol gösterdiği [225] ve işi nesilden nesile geçen [237] kabildir. tağut ise iki göz bebeği olan [188], secde perdesinden nefret eden [242] ve içinde yılan barındıran [245] şeytandır.

    yedi rakamına da sıklıkla tesadüf ederiz elbet. yedi kör kahin [162], eflatunun yedi hatası [119], dünyanın yedi günde yaratılışı [138-139], öldürülecek musiki üstadlarının yedi oluşu [243], yedikule kahinin aynada yedi görüntü görmesi [266-268], eflatun odada yedi sene kalır [82] felan.

    son tahlilde bitmek tükenmek bilmeyen soluksuz bir macera, uzun bir sessizlik bekliyor okuyucuyu.

    “efsane ve söylentilerin hakikatin ta kendisi olabileceğini aklına bile getirmeyenler” [12] roman bittiğinde “bir de bakarlar ki, bu masal gerçeğin ta kendisiymiş” [240] ve anlarlar “masalın doğru olduğuna inanmaları gerektiğini” [243]

    “ya nevayı (aşık olduğu kadın) ya da her şeyi isteyecekti. … her şeyi yani ölümsüz olmayı istedi. ama bir daha düşünüp yeni bir seçim yapmak zorunda kalsaydı, değil ölümsüz olmak, nevanın bir busesi için tüm hayatından vazgeçebilirdi.” [256]
    --- spoiler ---
  • hikayesini anlatırken elinizden tutup sultan ahmet, çemberlitaş, eminönü, karaköy, galata adım adım dolaştıran; dolaştırırken beli hançerli yeniçeriler, namlı dilenciler, ihtiyar arzuhalciler, celladlar, rum tüccarlar ve istanbul'un daha nice ahalisiyle de bir bir tanıştıran anlatmakla olmaz, içinden dinginlik ve mucize akan roman.
hesabın var mı? giriş yap