hesabın var mı? giriş yap

  • hayır bir de şöyle bir problem var; neden refiye yılmaz?

    bugün cem yılmaz refiye yılmaz'a bir milyon versin, tamam. sonra cem yılmaz afrika'daki çocukları doyursun. cem yılmaz bana 5 lira versin bi ilaç alayım.

    refiye yılmaz'ın ne ayrıcalığı var? cem yılmaz bütün servetini hastalara fakirlere mi dağıtsın? o halde neden rahmi koç değil de, sakıp sabancı değil de cem yılmaz? sedat kapanoğlu da bize üç beş kuruş dağıtsın mesela? onu niye savunmuyorsunuz?

    laf olsun diye gösteri yapıyorsunuz burda. cem yılmaz'ın suçu zengin olmak mı? tek zengin cem yılmaz mı ülkede? tek ihtiyaç sahibi refiye yılmaz mı?

    bir şeyin de boku çıkmasın arkadaş.

  • bugün gerçekleşmiştir. tarihidir.

    ahmet davutoğlu iki gün önce miting meydanında selahattin demirtaş'ı kastederek "adından utan. artık ona selahattin demeyeceğim." demişti. kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28894702.asp

    bugün bir gazeteci demirtaş'a bunu hatırlatınca şu cevabı verdi:

    "doğrusu ben böyle zekice bir hamle beklemiyordum seçim kampanyası döneminde. iki üç gündür uyumuyoruz. ne yapacağız diye... çünkü biz bütün seçim kampanyamızı başbakan bize selahattin diyecek diye hazırlamıştık. ne yapacağımızı bilemiyoruz yani... düşüneceğiz daha..."

    kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=xydab7ght3i

  • hiç beklenmedik şekilde karşılaşınca daha çok gülümseten detaylardır.

    haftalık dergilerimi almak için gittiğim gazete bayisinde dergilerimden birini raflarda bulmaya çalışırken bayinin küçük kızının dükkanın göz önünde olmayan bir yerinden dergiyi çıkartıp gülümseyerek getirmesi ve arkasından babasının yaptığı açıklama;

    -dergiler bu hafta erken geldi ve hemen satıldı, son bir tane kalınca "abi gelirse bulamaz" dedi arkaya sakladı.

    aynı adamın kardeşi de daha önce "siz sürekli alıyorsunuz bu dergiyi, belli ki seviyorsunuz" diyerek uykusuz cildi hediye etmişti. mahallede insanları gülümsetmeye odaklı, sempatik ve güleryüzlü bir ailenin dükkan sahibi olması da ayrıca güzel bir detay.

  • ilahi dinler öncesinden kalma bir inanış. yezidiler ölümden sonraki yaşama inanmamakla birlikte tanrının bu dünya üzerinde bir şekilde etkisi olduğuna inanır ve tanrının varlığının kutsallığından öte, bu dünyadaki yaşamlarını düzgün bir şekilde devam ettirebilmek için tanrıya tapar ve ona dua ederler.

    yezidilik'e göre tanrıyla birlikte bu tanrının iradesinden bağımsız hareket edebilen melekler vardır. asıl tanrı dünyadaki iyi olan şeyleri yaratandır, kötülüğü yaratan ise melek tavustur. bu inanca göre gerçek tanrı iyidir ve ondan sadece iyilik gelir. kendi varlığında herhangi bir şekilde kötülük taşımadığı için kötülük yapmaz, insana zararı dokunmaz. tavus ise kötülüğün, açlığın, kıtlığın kaynağıdır. bu kötülüklerden korunmak isteyen yezidi, kötü olana tapmak ve onun istediklerini gerçekleştirmek zorundadır. bu yüzden yezidiler kötüye tapar ve inançlarının bu kısmı nedeniyle sık sık satanistlerle karıştırılırlar.

    yezidilik içinde çok fazla mistik öğe barındıran ve ilahi dinler öncesi dönemden bir çok parça taşıyan bir inanış olması itibariyle ilgniçtir, incelenmelidir. türkiyede bu öğretiye inanan insanların sayısı oldukça azalmıştır.

  • monotonlaşan ilişkiye heyecan katması muhtemel sıcacık bir sürpriz. sevgilimiz bebiş gibi uyurken onun dalağını söküp yine uyandırmadan geri takabiliriz. sabah ise sevgilinin yatağına gümüş tepside tek güllü kahvaltısını getirip, çilek reçeli ile tereyağı kasesi arasına gece gerçekleştirdiğimiz operasyonun birkaç fotoğrafını koyabilir, fotoğrafların altına "aşkımın dalağı bile başka güzel:))" ve "çok güzel uyuyordun, uyandırmaya kıyamadım benim canım sevgilim:))" yazabiliriz. sevgili bu sürpriz karşısında kesinlikle çok şaşıracak ve bize bakışı tamamen değişecektir.

    sevgilimizin operasyon esnasında uyanması ve bizi elinde kendi dalağıyla görmesi durumunda ise ilişkimizin biteceğini ve en az 8 yıl ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yiyebileceğimizi de unutmamalıyız. bakın hem 8 yıl hem ağırlaştırılmış müebbet. "lan ben 8 yılın sonunda çıkıyor muyum, yoksa sonsuza kadar içerde mi yatacağım?" diye düşünürken insan dellenir valla. cezanın korkunçluğuna bakın...

    önemli not: bu entry'imin tüm haklarını çağan ırmak'a satmak istiyorum. kendisi korku ve aşk filmi karışımı olacak ıssız adam 2 projesi için bu entryi kullanabilir bence. yalnız bu sahnede çalacak parça anlamazdın olmasın bu sefer. sevgilinin dalağını sökerken fonda ferhat göçer'den biri bana gelsin çalsın. zira ben ne zaman ferhat göçer'in sesini duysam dalağımı söküyorlarmış gibi hissediyorum. çağan lütfen bana ulaşmaya çalış... önemli.

  • zamanında nazım hikmet'ten diye paylaştığım yazıdır. ki o dönem ortalıkta dönüyordu. ben de yaralı bir zamanımda paylaşmıştım. nazım hikmet'e ait değilmiş. neyse kim yazdıysa yazı çok güzel, ki o dönem bu yazı bile iyi gelmişti bana. umarım yaralı dostlara az da olsa yara bandı olur.

    bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. hani ağzınla kuş tutsan "bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. iyi halin cezanda indirim sağlamaz. sen, "ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "peki o ne yaptı" deme. herkes kendinden sorumludur aşkta. sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? hayatı ıskalama lüksün yok senin. onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.yine içeceksin rakını balığın yanında. üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası.... sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir.yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. elbet bitecek güneşe hasret günler. ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini... hayatı ıskalamaya lüksün yok senin.....

  • bir drama yazmanın en zor noktalarından biri sıra dışı ancak temelini de gerçeklikten ayırmayan bir hikaye bulmaktır. bunun için bir yığın yazar kafa patlatır ve bazen hiçbir şey yazamaz hale geldikleri bile olur. ancak kimi zaman da evde otururken hazır hikaye pat diye önünüze düşer. şimdi konuşacağımız dizide de durum tam olarak budur.

    ben daha öncesinde anna sorokin kimdir diye araştırmamıştım ama biraz bakınca hikayesinin dizi çıkarmak için muazzam olduğunu gördüm. insanları kandıran bir sosyopat var, dolandırıcılık hikayesi var, dev finans kuruluşları var, hatta dava süreci bile var. yani bu materyalleri post-it’lere yazıp rastgele arka arkaya dizseniz bile kötü bir hikaye çıkarma ihtimali çok düşük. şimdi hazırsanız spoiler’sız olarak dizi elindeki dehşet iyi materyali nasıl kullanmış bir bakalım.

    şimdi önce dizinin emmy adayı olduğunu söyleyeyim. ödüllük diziler ile eğlencelik diziler arasında da bir ayrım var ve inventing anna kendisini ödüllük dizi kategorisinden uzaklaştıran iki tane dev gibi teknik hataya sahip.

    bunlardan ilki dizinin ana karakterine bakış açısı. şimdi eğer ana karakterinizi bir mit, bir efsane ya da hayran olunası bir insan olarak göstermek istiyorsanız yapacağınız ilk şey onun bakış açısını kapatıp karakteri diğerlerine anlattırmaktır. böylece ana karakterinize ulaşılmaz bir statü sağlarsınız. bu dizinin de yaptığı bu. anna’nın ne kadar farklı, havalı olduğunu falan diğer karakterlere anlattırıyorlar. ha isterseniz bunu da yapabilirsiniz ama elinizde potansiyeli bu kadar yüksek bir hikaye varken tutup da izleyicilerin hayranlık durumuna oynamaya kalkarsanız netflix’te falan sürüsüne bereket bulunan emily in paris gibi zenginlik, skandal gibi konuları ele alan dizilere benzersiniz.

    dizinin ikinci hatası da gösterdiği sahteliği kırmayı başaramaması. bunu nasıl açıklarız? şimdi anna sorokin’in hikayesine baktığımızda sosyal medya’nın ne kadar yalan dolan olabileceğini, böyle işte pahalı restoranlarla, otellerle falan insanların gözlerinin boyanabileceğini, hatta işin bu hikayede olduğu gibi dolandırıcılığa varacak noktalara gelebileceğini görüyorsunuz. peki dizi bunları nasıl anlatıyor? anna’yı güzel mekanlara giriş yaparken arkada çaldıkları garip rap şarkıları ve hızlı kamera hareketleriyle. bu benim hayatımda gördüğüm en yanlış kullanımlardan biri olabilir. çünkü temelinde göz boyamanın olduğu gerçek bir hikayeyi anlatırken göz boyamaya çalışıyorsunuz. bunu bi ara gerçekten öyle yapmak istiyorlardır diye düşündüm ama hayır. bu sahteliği kırmayı baya denememişler bile. o nedenle dizinin temeline konulan çok kötü bir dinamit olmuş bu karar.

    peki dizinin hiç mi güzel bir şeyi yok derseniz öncelikle anna’yı canlandıran julia garner çok başarılı. zaten kendisini ozark’ın birinci sezonundan beri çok beğeniyorum, burada da iyice ikna oldum ki kendisi izleyicinin sinir uçlarıyla oynamak konusunda muazzam bir yeteneğe sahip. sadece gülüşüyle bakışıyla falan karakterin ne kadar sinir bozucu bir insan olduğunu anlatabiliyor. o nedenle umarım yolu açık olur.

    dizinin bir diğer güzel yanı da son üç bölümü diyebiliriz. burada dizi aslında olması gerektiği gibi hem anna’yı gösteriyor hem onun yaşadığı sanrının gerçeklerle yüzleştiği noktaları işliyor. bu nedenle o illüzyonun hem yaratıldığı hem de yıkıldığı anlara şahit olduğumuz için dizinin kalitesi kat kat yukarı çıkıyor.

    sonuç olarak dizi izlenir mi? eh fena değil. özellikle julia garner baya iyi oynamış. ancak onun dışında bir kere bölümlerin süresi çok uzun ve hikayeye katkı sağlamayan çok şey izlemek durumunda kalıyoruz. baya makas elinizde olsa her bölümden rahat bi yirmi dakikayı uçurursunuz.

    ödül ihtimalini de değerlendirmek gerekirse eğer bütün dizi son üç bölüm gibi olsaydı şansı baya yüksek olurdu. ancak bu sene aynı kategoriden aday olan ve yine bir dolandırıcılık hikayesini konu alan the dropout’un çok altında kaldığını söylebiliriz.

  • yarışmanın albenisi de buradan geliyor zaten, cahil sözlükçü halinizle kendinizi birden harvard'lı adamdan daha zeki çevik ve ahlaklı hissettiniz değil mi?

    işin aslı şu, yarışmacılar yarışmadan önce bir ön eleme testi gibi bir şeye sokuluyor ve bu testte asıl amaç yarışmacıların hangi konularda bilgili hangi konularda bilgisiz olduğunu görmek.

    bu sayede ilk soruda harvard'lı eleyip bu güne dek en büyük başarısı pilavını tane tane yapmak olan ev hanımını finale çıkarmak mümkün olabiliyor.

    (bkz: show business)

    yalnız arkadaş da biraz antipatikmiş, medya yapımcıları vurmuş gol olmuş :)

    herhalde yaptıkları testte 80'lerin çocuk kültürüne uzak çıktı, sözlü mülakatta da profilini "halktan uzak yüksek egolu elit" çıkınca dediler ki biz bunu ilk soruda indirelim. hatta belki sahneye çıkarken kariyerini anlat diye tembihlemişlerdir. harvard'ı da araya sokuştur ki devrilen ağacın sesi daha çok çıksın demişlerdir haha :)