hesabın var mı? giriş yap

  • ''avrupa'nın yüz yıl gerisindeyiz'' sözünün boşa söylenmediğini gösteren videodur. "peki avrupa derken tüm avrupa'nın mı gerisindeyiz emmi? " dediğinizi duyar gibiyim. tabi ki hayır; almanya'dan aşağıya doğru geldikçe zaten avrupa ülkelerinde de bozulmalar görüyorsunuz. ama almanya...alman sevici olarak suçlayabilirsiniz ama adamlar iyi be kardeşim. şu trafikte korna çalmama, ya da karşındakine saygı duyma durumunun bile ülkemizde oturması 64748448097 yıl. inanmazsan bekle gör.

    adamlar bekliyor ya, bıkmadan usanmadan bekliyor; arabayı park edemeyeni bekliyor, yaya geçidinde yayayı görür görmez duruyor, hatta bazen yaya geçidine doğru ilerlerken ağırdan alıyorsunuz kendinizi, adam geçsin diye. senin geleceğini hesap edip duruyor ya adam. aşağılık refleksiyle yanımdakilerin kolumdan tutup, ''araba geliyor'' diye uyardığım da çok oldu en başlarda. insan türkiye'ye döneceğini bildiğinden , "iyiye alışmayayım türkiye'de anamı bellerler yaya geçitinden geçerken" diyor.

    sonra da ' eyyy almanya' *

    iyiyi alacaksın aga. iyi gördün mü al. yapış hemen.

  • ben bir gün bu adamın sohbet ettiği masaya oturdum. masada 12-13 kişi falan var. rakı masası haliyle tabi, kendisi bir oturuşta 2-3 büyük devirdiği için. zaten uzun rakı masalarıyla meşhurdur. 15 saat, 20 saat hatta daha fazla.

    neyse abi ben entelektüel bir insan görürüm kendimi. masaya oturdum iki saat içinde ağzım açık dinliyorum kendisini. müthiş bir insan. müthiş bir birikim. bilgi. kültür. entelektüellikte tavan. hikayeleştirerek anlatımlar. beş saat nasıl geçti anlamadım. inanılmaz donanımlı birisi.

    sordu bir ara neden hiç konuşmuyorsun diye. dedim benden fazla bilenlerin olduğu yerde susmayı öğrendim. yanlış değil ama eksik öğrenmişsin dedi. senden çok bilenlerin senin bildiklerinin hepsini bilmelerine imkan yoktur. konuş ki biz de senden öğrenelim, dedi. mütevaziliğe bakar mısın.

    diktatörlüğü desteklemediği sürece siyasi görüşü umrumda değil. ki entelektüellik muhalif olmakla neredeyse eşdeğerdir.

  • hastane ve fabrikalarda karşımıza çıkan ve katlar arasında hızlı evrak göndermeye yarayan pnömatik tüp sistemleri, aslında çok daha büyük düşünülmüş posta sistemlerinin minyatür örnekleri. 19 ve 20. yüzyılda bazı şehirler çok karmaşık ve uzun pnömatik posta sistemleriyle donatılmış. bunların bir kısmı 80'lerde faks ve 90'larda email'in yaygınlaşmasıyla iptal edilmiş, diğerleri de teknik sorunlara yenik düşmüş:

    1865'te berlin'de kurulan pnömatik posta sistemi* 1976'ya kadar kullanılmış, zirve yaptığı 1940 senesinde toplam uzunluğu 400 kilometreyi geçiyormuş.

    paris'teki 1866'da kurulmuş, 1934'te 467 kilometrelik uzunluğa ulaşmış. dünyadaki en uzun örneği bu. 1984'te faksın yaygınlaşması üzerine kapatılmış.

    viyana'da 1875-1956 arasında daha ufak bir örneği kullanılmış, uzunluk bilinmiyor. prag'da 1887'de kurulan 60 kilometrelik pnömatik sistem 2002'ye kadar sorunsuzca işlemiş, ama o sene gerçekleşen bir sel felaketine yenik düşmüş. prag'dakinin kontrol paneli şöyle: http://upload.wikimedia.org/…/f/fa/hlavní-panel.jpg

    bu akımı başlatan ilk örnek ise 1853'te londra borsası'yla londra telgraf istasyonu arasına kurulmuş, uzunluğu sadece 200 metreymiş.

    not: peki ben buraya nereden geldim? une femme est une femme'da alfred (jean paul belmondo) filmin bir yerinde "kız adamlara bir pnömatik gönderiyor" gibi bir şey diyor. altyazıda pnömatik için "acele posta" demişler. böyle bir şeyin varlığından haberim bile yoktu ama diyalogda pnömatik, altyazıda acele postayı görünce bir şimşek çaktı. yapmışlar gerçekten.

    edit: notta varlığından haberdar olmadığımdan bahsettiğim şey pnömatik posta değil, bunun şehir çapında kullanılması.

  • esasında konu derin ve uzun fakat bu şablonlar günümüze yaklaştıkça çoğalmaya başladı. insanlar kendilerini bir karede hayal ediyor, bazen bunu gerçekleştiriyor ve mutlu oluyorlar.

    esasında günümüzde çoğumuz yaşlı ergenler gibi davranıyoruz. ergenlik biraz var olanı değil hayalindekini sevmek, mutluluk şablonları hayal edip, onları elde edemeyince mutsuzlaşmak ve o mutsuzluğu dışa vurmaktır.

    günümüzün en popüler mutluluk şablonlarını payşaılan fotoğraflarda, sosyal medyada, sohbetlerde sık sık duyabilir-görebilirsiniz.

    benim örnek vereceklerim;

    - en popüler, en klas cep telefonuna sahip olmak.

    - scirocco, jetta vs. tarzı bir arabaya sahip olmak.

    - haftasonları 50 çeşit gerekli gereksiz şeyin konulduğu serpme kahvaltılar.

    - 3000-5000 arası kazandıran yormayan, garantili iş.

    - evin ikea showroomlarındaki evlere benzemesi.

    - çocuk sahibi olmak, çocuğa cool doğum günü partileri, çocuğu küçük justin bieber ya da balerin gibi giydirmek. çocuğu adeta bir aksesuara çevirmek.

    - yazın bol foto çekilebilecek cool tatiller.

    - fotoğraflarda, videolarda cool çıkan sevgili veya eş.

    - evde dvd koleksiyonu, filtre kahve makinesi, tchibo'ya-the body shop'a-watsons'a sık sık uğramak.

    - sadece fotoğraf çekilip aman ne cool'uz diye çıkılan yurtdışı tatilleri.

    - yine fotoğraflarda cool çıkan, diğer hayvanlardan çok farklıymış gibi bahsedilen kedi veya köpek.

    - evde smart tv.

    - yapmacık gülüşler, kahkahalar.

    - yapmacık fasıllar, fasıl seviyormuş gibi davranma.

    - arabada dinlenen power fm.

    - bireysel emeklilik hayalleri.

    - saçını, başını trendy bir adamın ya da kadının saçına başına benzetmek, onun gibi giyinmek. bıyık modaysa bıyık, tek kaş trendiyse tek kaş.

    ve daha bir sürü şey...

    lan belki çoğuna göre bu şablonların %20'si bile mutlu olmaya yeterli. bazılarına göre ise bunlar bile yetmez. bizler ne kadar basma-kalıp tipler olduk lan. insan bazen sahiden hiçlik duygusunu yaşıyor ve 90'ları özlüyor.

    konvansiyonel medya, reklamlar, küreselleşme, teknolojideki gelişmeler ve özellikle sosyal medya bizleri ne kadar basma-kalıp tipler yaptı lan. çoğu kadının-adımın beynini yarsak beyninden bu mutluluk şablonları çıkar, başka da mutluluğa dair bir şey çıkmaz.

    neyse amk. sıkıldım ben biraz. saçmaladım.

  • birkaç sene önce ev değiştirirken benzerini bizzat yaşadığım hadise.

    acayip bir heyecan var. güzel bir sitede, oldukça iyi sayılabilecek bir fiyata, tam da istediğimiz şekilde bir daire bulmuşuz. hanımla çok heyecanlıyız. araya tuhaf finansal dertler giriyor ama bir şekilde hallediyoruz.

    ona göre çok uzun süre bizim kahrımızı çeken bazı ev eşyalarını da bu vesile ile yenilemek istiyor evin dişisi. tamam ulan diyorum. yepyeni bir hayat. resmen resetlicez yani. herşeyi...

    yenilerin finansmanına biraz olsun katkıda bulunsun diye ikinci el eşya alanlara fiyat soruyorum kimse almak istemiyor. ya da ölmüş eşek fiyatının yarısını veriyorlar. sinir oluyorum . sahibinden sitesinde, zamanında çok özenerek aldığımız hatta neredeyse bir araba fiyatı bayılıp ve tamamen eski evimiz için özel olarak dizayn ettirdiğimiz eski koltuk takımını, camdan sehpaları, bütün ayakları kırıldığı için komple tamirden geçmiş yemek odası takımını ve takımın dibindeki aynalı konsolu (ölmüş eşek fiyatının yarısı*1.1) fiyatına satılığa çıkarıyorum. ulan diyorum, ihtiyacı olan birisi ucuza alsın, ikinci elcilerin elinde paralanacağına bir öğrenciye gitsin, hem bilirim adamı, anlatayım eşyaları, hatıralarını...belki o dda özenir bizim gibi...onlara iyi bakar...asıl derdim taşımaya hiç karışmamak, eşyalar hakkaten çok ağır ve büyük çünkü. gelsinler, eşyaları evden alsınlar...

    akşam oluyor arayan soran yok. halbuki fiyat çok düşük...

    allah allah diyorum, ilana giriyorum, bir mesaj 'abi hayırlı olsun, inşallah ihtiyacı olan birisi alır, keşke ben de alabilsem'

    'e alsana kardeşim işte fiyatı bu' diyorum 'abi o benim için pahalı diyor, evleniyorum çok masraf oldu' diyor

    cevap vermiyorum...birkaç gün geçiyor. eşyaların durumunu tam yazdığım için kimse aramıyor. arayanlar ise hem yarı fiyat teklif ediyor hem de ikinci elci çıkıyor... ne de olsa tamir görmüş masa, bi köşesi hafif sökülmüş koltukları istemiyorlar. bir de nedense telefonda konuşurken semti bile sormuyorlar ama dairenin kaçıncı katta olduğunu soruyorlar, beşinci kat deyince telefonlar hızla kapanıyor.. yani adam beylikdüzünden kartala gelebilir ama beşinci kattan düzgün şekilde eşya indiremez... iyice sinirleniyorum....

    bu arada evlencek elemanla internette muhabbeti ilerletiyoruz. muhitini, düğün tarihini, yerini filan hepsini anlatıyor.

    artık yeni eve taşınmamız lazım. eski evi de sattık, adamlar temizliğe gelecekler. tüm eşyalar taşındı bir bu satılıklar kaldı evde.

    başka da teklif gelmeyince, adamı arıyorum, gel ulan diyorum, madem evleniyorsun, benim de katkım olsun sana... para da istemicem diyorum ama şartım nikah davetiyesi ve eşyalara hiç dokunmayacam...adam çok seviniyor.

    ertesi gün geliyor. genç birisi. elinde davetiyesiyle birlikte. kimliğini de kontrol ediyorum. gerçekten de nikaha bir ay gibi bir süre var. mahalleden bir kamyonet bulmuş, şöför dahil üç kişiler ama şöför hiç bir işe bulaşmıyor. zaten güç bela ikna olmuş, arada soruyorum 'iyilik yaptın' diyor, 'evlenecek' diyor, 'zorla beni de ikna ettiler' diyor. sevabına gelmiş ama taşımaya karışmam demiş...

    iki genç hevesle dalıyorlar eşyalara, ama her seferinde beş kat in çık asansör de yok, zorlanıyorlar...herşey güç bela çıkıyor evden... hepsi kan ter içinde kamyonete konuluyor. bir tek üçlü koltuk var. taşıması gerçekten zor. çok geniş, benim gibi 1.94lük bir adam için özel yapıldı çünkü, illa ki üç kişi taşımak lazım. eve ilk kez girmesi bile olay olmuştu. iki genç uğraşıyorlar didiniyorlar, çıkmıyor salondan, terler damlıyor her taraflarından ama çıkmıyor işte. bizimkisi aşağıda sigara üstüne sigara içen şöförü çağırmaya karar veriyor.

    ve cebinden telefonu çıkarıyor.

    iphone.

    arıyor 'abi bi gel be... noolur be..bak son kaldı be...abi o kadar geldin, yapıver bu iyiliği de be...' diye uzuyor konuşma.. adam kulağında iphone'la resmen aşağıdaki şöföre yalvarıyor, benim ise nutkum tutulmuş, olduğum yerde telefona odaklanıyorum.

    adama evleniyor diye ikinci el eşyaları veren bende yok o telefondan.

    hayatımda acıyla gülümsediğim ender anlardan birisidir.

  • russian blue. tüyleri kısadır, ve asla dökülmez. yüzü gözü normal sokak kedisine benzer. o yüzden fiziki yapısıyla alakalı bir sağlık sorunu yada zorluk da yaşatmaz. geri kalan şeyler zaten her kedide değişiklik gösterir.

  • kızın %5'i görünüyor. bizim insanımız böyle işte. zigi kalkmışsa %5e aşık olup evi arabayı üstüne yapar.

  • grene; cinsiyet: erkek; yaş: 24; il: ankara
    yemekte balık olduğu zaman yemek masasının yanındaki akvaryumun üzerine örtü örtüyoruz.

    meali: böyle de şakacı bir aileyiz.. evde salatalık yenirken de benim üzerime örtü örtüyolar...

  • çılgıncasına yapılaşan, dağı taşı tipsiz çirkin evlerle dolan belde.
    fakat susuz belde.
    su yok datça’da.
    yok abi su.
    yeraltısuları var, onlar da kuruyor.
    yol kenarında, bayırda çayırdaki çeşmeler birer birer kuruyor.
    buna rağmen evlerin otellerin bahçelerinde havuzlar dolup taşıyor, bahçelere yerleştirilmiş sulama sistemleri tüm gün fırıl fırıl çalışıyor, sular yollara taşıyor. evin sahibini uyardığında “faturasını ben ödüyorum sanane” diyor.
    3-5 seneye datça çöle dönecek, içecek su kalmayacak,kimse farkında değil.

    hadi, doğal yaşamı, ağaçları, estetiği falan geçtik, unuttuk, vazgeçtik bunlardan. ama su olmadan nasıl yaşanacak? şu an datça’da son 1-2 senede yapılmış evlerin tamamı dolsa, mevcut yeraltı suları birkaç senede tükenir. her sene daha da kuraklaşıyor, daha az yağmur alıyor. bu kadar insan, bu kadar ev susuz ne yapacak, çok merak ediyorum.

    2017 de 1 ay kadar süren bir susuzluk yaşadık, mahvolduk. denizden bidonlarla su taşıdık tuvalete dökmek için. ve geçen 3 senede binlerce yeni ev yapıldı. ve bu evler 1+1 400.000 liraya satılıyor, bahçeli falan da değil. 2.000 liradan aşağı kiralık ev bulmak zor.

    bu işin bir ilmi yok mu?
    buranın su kaynağı bu kadardır, bu kadar eve yeter, bu yüzden böyle böyle tedbirler alınmalıdır..
    tabii burası türkiye, bugünü kurtaralım, yarına allah kerim.

    belediye de bütün yıl datça’ya gelin diye deli gibi reklam yapıyor. tamam turizm geliri önemli datça için. ama su yok abi, çok yakında susuz kalacak datça.
    kaçak yapılar, site inşaatları türkiye’nin en önemli tarihi kazı bölgelerinden biri olan knidos’un dibine kadar girmiş, denize sıfır (gerçekten sıfır, adam kapıdan çıkıp denize giriyor, bağlarözü isimli, knidos’a 3-4 km mesafede bir kıyı) evler yapılmış, hepsi dimdik ayakta duruyor, hızla çoğalıyor, belediyenin umrunda değil. belediye sağda solda prefabrikleri, derme çatma barakaları yıkıp fotoğraflarını facebook’tan paylaşıyor.

    huzur adası falan değil; biraz etrafında olup bitenlere duyarlı insanlar için huzursuzluğun, yokoluşun, çirkinleşmenin, yıkımın, çölleşmenin adresi datça.

    edit: ekşişeyler’e düştükten sonra çok sayıda mesaj geldi, hepsini cevaplayacak vaktim yok, özür dilerim. herkese teşekkürler.
    datça belediyesi de “kısmen doğru” demiş, yanlış olan ne varsa memnuniyetle düzeltirim.