hesabın var mı? giriş yap

  • benim bir arkadaşım var, tanıdığım en kişilikli ve düzgün adamlardan biri. kadıköy'de tekel bayisiyken biri aklına girdi bar açtırdı bu adama. adam tuncelili, öyle bar ortamını gece hayatını bilmiyor, sevmiyor da... neyse, saflığı (salaklık anlamında değil, oldukça cindir kendisi) ve samimiyeti sayesinde açtığı yerin müdavimleri oluştu dört yılda...

    bir şeyler oldu, 3-4 ay uğrayamadım, neyse sonunda gittim yanına. dedim, nasılsın? dedi, sorma çok fenayım. dedim, hayırdır? dedi, çok fena bir şey olmuştur bana... dedim, delletme insanı, ne oldu yahu, anlatsana? başını öne eğdi, "aşık oldum" dedi utanarak...

    memlekete gittiğinde bir kadına vurulmuş. barı kapatıp kapatıp memlekete kaçıyormuş.

    "geçen eve gidiyordum. minibüsten inemedim, bir baktım sabiha gökçendeyim. ilk uçağa atladım elazığ'a gittim, oradan dersim'e geçtim. sevdiğim kadını iki saat görüp geldim..."

    adam her hafta tunceli'ye gidiyor. hiçbir şey beklemiyor, sadece bir ihtimal sevdiği kadın da onu sever diye umuyor.

    biz de dinlerken yutkunuyoruz arkadaşımla... "maltepe-beylikdüzü arası mesafe çok şekerim" diye lokasyon sorunu yüzünden başlamadan biten ilişkiler geçiyor gözümüzün önünden...

    adam gözümüzde adeta "parka gidecekmiş iki gözümün çiçeği" diyen bir yarı tanrı, adeta bir vecihi, o paraya öküz alırız diyen anasını sallamayan bir feyzo, sevda'ya sevdalı bir muhsin bey...

    her kazıktan sonra, "aşk ne ki, hofff!" desek de var böyle bir şey, böyle yaşayanlar...

  • bizim ailenin dinde tavan yaptığı zamanlar bi muhabbet kuşu almışlardı. kuşa allah bir elçisi muhammed demeyi öğretmişlerdi. garibim kuş da allah biri diyor elçisi muhammed de elçsimoam deyip kalıyodu öyle.. ben bu kuş yüzünden osbir çekemedim kaç zaman. beni de çok severdi ibne. ne zaman hallensem kuş dibimde allah bir allah bir demeye başlardı. ergen aklıyla hep yarım bırakırdım osbiri korkudan.. aileye bak lan..

  • 1990'lı yılların ortaları neredeyse her rock/metal grubunun en azından bir tane hayranları arasında tartışma yaratan, duraklama albümü denebilecek bir ürün yayınladığı bir dönemdi. 1995'te one hot minute, forbidden, 1996'da load, 1997'de calling all stations, 1998'de virtual xi, snake bite love, diabolus in musica, van halen iii, 1999'da risk, eye ii eye çıktı. bu listenin en önemli üyelerinden 1997 tarihli dream theater albümü falling into infinity. albüm, grubun octavarium ve öncesi dönemde yayınladığı muhteşem albümlerin arasında bir hayal kırıklığı olarak adlandırılır. kötü bir albüm demek imkansız ama neden hayal kırıklığı olarak adlandırıldığını anlamak da zor değil.

    yukarıdaki albümlerin aynı dönemde yayınlanması elbette tesadüf değil. 1980'lerin ortasından 1991'e kadar popülaritede zirve yapan heavy/thrash metal, glam metal'in işi sulandırması ve bu bıkkın esnasında müzik dinleyicilerinin dikkatini çeken ve nirvana'nın başını çektiği grunge akımının insanlara daha gerçek ve samimi gelmesi ile sallantıya girdi. 1990'ların ilk yarısında yukarıda albümlerinin isimlerini verdiğim gruplar, grunge tam olarak zirve yapmadan tutan bir albüm yapıp, son kez bir büyük turne yapmayı başardılar ama 1990'ların ikinci yarısı geldiğinde satması gereken albümler çıkarmak zorundaydılar. dream theater da benzer bir durumdaydı. heavy metalin ana akımda olması metalin progressive rock gibi yan dalların da ana akımda gözükmesine yol açmıştı. 1992 yazında çıkan images and words'ten çıkan pull me under single'ı grubu mtv'ye taşımıştı. 1994'te çıkan awake ise birçok dream theater hayranının favorileri arasına girse de albüm bir önceki kadar satmadı ve ne lie ne the silent man, single olarak başarı kazanabildi. grunge ve brit rock'ın zirve yaptığı dönemde, ana akımın dream theater'a ilgisi yoktu. ama müzik şirketi eastwest para kazanmak zorundaydı. john petrucci daha sonra "plak şirketi baskı yapmadı, biz böyle istedik" dese de portnoy, plak şirketinden baskı gördüklerini söyledi. plak şirketi baskı gösterdi mi göstermedi mi bilinmez ama şarkıların yazımı sırasında plak şirketini mutlu etmek dream theater'ın birincil görevlerindendi.

    yukarıda saydığı albümlerin sahibi grupların çoğunun bir özelliği de bu sallantılı dönemde yaratıcı elemanlarını kaybetmeleriydi. iron maiden bruce dickinson'ı, red hot chili peppers john frusciante'yi, van halen sammy hagar'ı kaybetmişti. dream theater'da da awake albümü kaydedildikten sonra klavyeci kevin moore gruptan ayrıldı. moore, grupta sadece bir klavyeci değildi. hatta klavyeciliğindense ben kendisinin şarkı yazarlığının daha başarılı olduğunu düşünürüm. petrucci, portnoy ve myung da elbette bu konuda hiç kötü değildiler o dönemde. ancak moore'un şarkı yazarlığındaki ustalığı ve ayrılığının zamansızlığı gruba çok zor bir dönem yaşattı. gruba, daha sonra klavyecileri olacak jordan rudess'i almak isteyip alamayınca, bir an önce turneye çıkmaları gerçeğini de göz önünde tutarak, metal dünyası ile ilişkisi pek olmasa da alice cooper ve kiss gibi rock efsaneleri ile çalışmış ve o dönem müsait olan derek sherinian'ı klavyeci olarak aralarına dahil ettiler. derek sherinian albümde oldukça belirgin ve kendisinin çok güzel çaldığı yerler var. ancak klavyeci, şarkılara moore kadar yaratıcı liriksel ve müzikal dokunuşlar yapamadığı gibi, moore'un klavye ile daha eski dt şarkılarına verdiği havayı da veremiyor. ayrıca, jordan rudess kadar virtüöz de değil. bu da albümün klavyelerinin iyi olmasına rağmen bir karakter ortaya koyamamasına neden oluyor. buna rağmen bu yazıda kendisine çok fazla teşekkür okuyacaksınız. yani klavye o kadar ahım şahım olmasa da, bazı şarkılar o kadar tekdüze ki şarkıları kurtaran klavye oluyor.

    bu albümde dream theater'ın üstlerindeki baskıya cevap verme şeklini çok garip buluyorum. sanki dream theater, iki tarz şarkı yapıp albümü hazırlamış gibi. birincisi, "ticari şarkı" amaçlı eserler. bunlar genellikle petrucci'nin kaleminden çıkan hollow years, you not me, take away my pain, anna lee (gerçi bunun sözleri james labrie'ya ait). ikincisi ise "ticari şarkı isteye isteye beni delirttiniz" şarkıları. bunlar da mike portnoy'un kaleminden çıkan new millenium, burning my soul/hell's kitchen ve just let me breathe. geriye kalan lines in the sand ve trial of tears ise bu iki gruptan bağımsız, uzun, epik eserler (peruvian skies'ı ise bir kategoriye yerleştiremedim. birinci ve üçüncü grubun kesişiminde bir yerde sanki). sonuç olarak albüm bir agresif, bir ballad, bir agresif, bir ballad gibi bir düzende ilerliyor. bu da ortaya tutarsız bir durum çıkarmış.

    albümün prodüktörü kevin shirley'nin grubun şarkılarını plak şirketinin istediği bir hale sokmak için çok çaba gösterdiği bilinir. daha sonraki yıllarda maiden albümlerinin değişmez ismi olarak tanıyacağımız shirley, o dönem prodüksiyon hayatına yeni başlamış ve journey, aerosmith gibi popüler rock grupları ile çalışmış biri. bu etki albümde gözüküyor. albümün en agresif şarkıları bile kulağa o kadar sert gelmiyor. balladlar ise çok güzel kaydedilmiş. her enstrüman tadında kullanılmış gibi. mesela, bu albüm portnoy'u deli gibi övmek çok zor. evet, her şarkıda iyi çalıyor ve her şarkıyı ufak tefek numaralarla zenginleştiriyor ama bu albümün olayı portnoy'un davul şov yapması değil. aynı şeyi john petrucci için de söylemek mümkün. grubun, her zamanki dream theater gibi duyulduğu tek eser belki de hell's kitchen adlı enstrümantal. john myung ve sheranian'ı zaman zaman öne çıkarmaktan çekinmemişler. hatta myung'un en iyi duyulduğu dt kaydı bu albüm olabilir. odağı elektro gitar ve davulda çok fazla tutmayıp, bas ve klavyeyi öne çıkarmalarının nedeni grubun metal havasını biraz dengelemek olsa gerek. james labrie'ye gelince ben kendisinin özellikle ballad'larda çok iyi iş çıkardığını düşünüyorum.

    albümün açılışını yapan new millenium, sanki yeni eleman derek sherinian'ı tanıtmak amaçlı, oldukça dream theater kokan bir klavye rifi ile başlıyor ama rifi asıl yazan kişi chapman stick adlı gitarımsı bir enstrümanı çalan john myung. keza kendisi de bu enstrüman ile kısa süre sonra şarkıya katılıyor. bir dream theater şarkısını anlatırken başlangıç noktasının portnoy ya da petrucci olmaması çok ilginç bir durum ama bunun gösterdiği bir şey var ki, en başta da dediğim gibi, çok sert gitarlar ve komplike davullar bilinçli olarak daha kolay dinlenilebilirliği arttırmak amacıyla bu albümden, hele de albümü açan şarkıdan, uzak tutulmuş. petrucci'nin bu şarkının yazımına katkıda bulunmaması da bunun elbet başka bir nedeni. işin ironisi pozitif başlayan sözler bir yerden sonra portnoy'un plak şirketi ile yaşadığı sıkıntılardan beslenmekte. şarkı beni çok rahatsız etmese de şarkıyı, özellikle de bir albüm açılışı olarak, çok güçlü bulmuyorum. intro rifi bütün şarkı boyunca ilerlerken, enstrümantal kısımlar da aynı rifin varyasyonlarından oluşunca şarkı sıkıcı bir hale evriliyor. nakaratı da çok ahım şahım değil. ne sözlerde, ne vokalde, ne enstrümanlarda çok vurucu bir hava alabiliyoru. her şey düzgün çalınmış, söylenmiş, eyvallah. lakin bir şeyler eksik gibi geliyor bana.

    dream theater'ın en tartışmalı şarkılarından birine geliyoruz şimdi: you not me. şarkının hikayesi ilginç. john petrucci'yi şarkıyı "you or me" olarak yazıyor. kevin shirley, albümün bir hit şarkı çıkarmasını gerektiğinin bilincinde olarak, bu şarkıyı ünlü şarkı yazarı desmond child'a dinletebileceğini ve onunla çalışabileceklerini söylüyor. sonra petrucci'yle child beraber şarkıyı albümdeki hale getiriyorlar. tabii portnoy bu duruma deliriyor çünkü dt'nin farklı şarkı yazarlarıyla çalışma gibi bir işin içine girmesini çok ters buluyor. ama "new millenium"da dediği gibi "inanç, kiraları ödemiyor". demoyla karşılaştırıldığında child'in nakaratı elden geçirdiği belli. yeni nakarat bence oldukça "catchy" ama ticari pop müzik ile alakası yok. ama herkes bunu böyle düşünmüyor. çoğu dt fanına göre "dt, davayı sattı" gibi bir durum var. böyle bir durum varsa da child'ın bunda suçu yok çünkü şarkının demosunun havası orijinal şarkının "radio friendly" havasından çok farklı değil. yani böyle bir havayı isteyen petrucci'nin kendisi. kıtalarda kullandığı efektler şarkıyı progressive metalden daha çok 90'lar rock'ına (biraz rage against the machine, biraz nine inch nails) yaklaştırmış. şarkının neden tartışma yarattığını anlasam da benim hoşuma giden bir eser bu. ama "abi dream theater diye bir grup varmış, hangi şarkısını dinlesem?" diye sorsalar bu şarkının adını vermek aklımın ucundan geçmez. dream theater da böyle düşünüyor ki sadece 4 kez çalmışlar konserlerde. desmond child'ı işin içine katmalarına rğamen bu şarkıyı single olarak çıkarmayıp, sadece promo cd şeklinde radyolara göndermeleri de ayrı bir ilginç nokta benim için.

    grubun konserde en az çaldığı fii şarkısından en çok çaldığına geçiyoruz. peruvian skies albümün en sevdiğim eseri. herhalde herkes bu şarkının güzelliğini kabul eder. sözleriyle, müziğiyle, konusuyla bence scenes from a memory'nin ayak seslerini duyuyoruz gibi. peru'da tecavüze uğrayıp dövülen vanessa'nın hikayesini anlatan şarkı, "dream theater, çok duygusuz yeaa" diyenlerin yüzüne yüzüne vurulması gereken bir eser. james labrie'nin vokali şarkıdaki duyguyu çok güzel veriyor. petrucci'nin arpejini de pek seviyorum. grup, zamanında konserlerde bu şarkıya have a cigar ve enter sandman yedirdiği için yorumlarda hep o şarkılara benzetiliyor. bence bu şarkının "have a cigar" ile hiç alakası yok ama petrucci'nin onun standardlarına göre sade ilerleyen solo sonrası hızlanan bölüm cidden enter sandman'i andırmakta. bu bölümü dinlemesini sevsem ve konserde gaza gelmek için önemli bir fırsat olarak görsem de bu gaz kısmın, trajik bir konuyu anlatan şarkının geri kalanı ile pek alakası yok. keşke daha başka bir yol bulup, hem gaz hem hisli olabilselermiş.

    şimdi gelelim grubun tartışma yaratan bir başka eseri hollow years'a. dream theater'ın en pop şarkısı herhalde bu şarkı olsa gerek. john petrucci tarafından plak şirketine bir single vermek amacıyla yazılan şarkı, 1990'ların sonu 2000'lerin başı pop müzik balladlarına çok uyacak bir klasik gitar rifi ile açılıyor. hani "desmond child, sence hangi şarkıya katkıda bulundu?" diye sorsalar bu şarkı derdim. sanki bir anda whitney houston ya da toni braxton şarkı söylemeye başlayacakmış gibi geliyor en başında (mesela - her ne kadar bu şarkıdan üç sene sonra yayınlansa da - could i have your kiss forever bu havadaki şarkılardan biri). ama sözleri aşk meşk konularına neyse ki girmiyor. boşa geçen hayatı anlatan anlamlı sözler yazmışlar. "you not me" için dediğim bu şarkı için de geçerli: dream theater ile alakası yok ama güzel. latin pop kokan gitar rifi bana hep etkileyici gelmiştir. derek'in piyano solosu da yerinde. en çok sevdiğim yeri ise herhalde son nakarattaki "key change" ve tüm grubun şarkıya dahil olması. zaten iyi olan nakaratı daha da coşturmuş. şarkı, albümün tek single'ı olarak yayınlandı ama şarkı hiç ilginç bir şekilde listelere giremedi. halbuki ortalama dinleyici için grubun tek single başarısı pull me under'dan çok ama çok daha uygun bir şarkı bu. artık plak şirketinin mi başarısızlığı bu, yoksa başka bir neden mi var, onu bilemeyeceğim.

    hüzün denizinden burning my soul ile çıkıyoruz. tıpkı "new millenium" gibi klavye ve bas ikilisi ile başlasa da kısa sürede petrucci'nin güçlü rifleri ile birlikte daha sert bir eser dinleyeceğimizi anlıyoruz. new millenium ile başka bir benzerlik de şarkı sözlerinin yine plak şirketi ile yaşanan problemlerden besleniyor olması. ama buna rağmen şarkının, "you or me" ile beraber promo single olarak yayınlanması bir başka ironi. bu da anlaşılabilir aslında çünkü çok komplike bir dream theater şarkısı değil (ama burada derek sherinian'ın oldukça başarılı klavye solosunu atlamamak olmaz, albümdeki en iyi işlerinden biri bu). hatta "burning my soul"da kullanılan vokal efekti ya da talkbox, sanki şarkının nakaratını daha ilgi çekici kılmak için bilinçli eklenmiş gibi çünkü bu tarz efektler normalde dream theater'dan pek duymadığımız şeyler. benim için ortalama bir dream theater şarkısı bu. hatta utanmasam "filler" bile diyebilirim. albümün yapım aşamasını da düşününce sanki grup şarkıyı daha sert ve etkileyici hale sokabilecekken kendini dizginlemiş gibi geliyor bana.

    albümün ilginç tercihlerinden biri "burning my soul"un orijinal halinin ortasında yer alan enstrümantal kısmın şarkıdan ayrılıp, hell's kitchen adlı ayrı bir şarkı haline getirilmesi. bunu prodüktör kevin shirley önermiş. şarkı başladığında burning my soul'un rifini duyabiliyoruz. birinci dakikasından sonra ise bir john petrucci şovuna dönüşüyor şarkı. sonlarına doğru petrucci, portnoy, myung üçlüsünün performansı bu albümde scenes from a memory havası veren bir başka eser. portnoy, her ne kadar yanlış bulsa da, ben şarkının hell's kitchen haline gelmesinden hoşnutum. belki "burning my soul"un orta kısmı olarak kalsa kaybolup giderdi ama ayrı bir şarkı olması ile kendi kimliğini yaratmış.

    hell's kitchen'dan sonra yumuşak bir şekilde geçtiğimiz lines in the sand, albümün en dikkat çeken şarkılarından biri. benim için olmasa bile bir çok hayran için bu eser albümün en iyi şarkısı. bunun da nedenini anlamak mümkün. oldukça cilalı ilerleyen albümde 12 dakikalık süresiyle, sertliği ile, progresifliği ile images and words'e kolayca girebilecek bir şarkı. introsu, derek sheranian'ın gruba bu albümde getirdiği en ciddi kompozisyon. portnoy'un da yardımı ile çok epik bir şekilde açılıyor. sonra da petrucci, şarkıya gerçek anlamda start veriyor. burada da portnoy'un davulu ile aşina olduğumuz dt sound'unu dinleme fırsatına erişiyoruz. kıtalar fena değil ama labrie'nin söylediği sözlerdense, ki sözleri çok tuttuğumu söyleyemem, myung'un basını dinlemeyi tercih ediyorum. nakaratı ilk kez duyuduğumda "oha, john petrucci'nin geri vokaline bak. bu adam bu kadar kaliteli şarkıcı mıydı?" demiştim ama dream theater, çok ender yaptığı şeylerden birini yaparak kings x vokalisti doug pinnick'i burada kullanmış. labrie'nin tiz sesine alışan kulaklar için pinnick'in has rock vokali çok taze geliyor. bütün şarkıyı pinnick'in söylediğini düşünüyorum da besteyi uçururmuş. şarkının solosuna ayrıca değinmek lazım. şarkının geri kalanı ile alakası yok ama çıkan ürün acayip. piyanonun da etkisiyle fazlasıyla caz kokan bir başlangıcın ardından, petrucci alışık olduğumuz tarzına dönüp şovunu yapıyor. gitar solodan sonraki bölüm çok fazla ilgimi çekmiyor açıkçası. ama genel olarak bakıldığında dt'nin albümdeki en parladığı anlarından birisi bu şarkıda bulunmakta.

    take away my pain ile yine daha duygusal sulara yüzüyoruz. ticari başarı kazanmak için özellikle bestelenmiş demek ne kadar doğru olur bilmiyorum çünkü albümün en kişisel sözlerine sahip. petrucci, ölmekte olan babasının son günlerini ve hissettiklerini kağıda ve notalara tüm içtenliğiyle dökmüş. hasta yatağında gazete okuyarak, haberlere yorum yapan (gene kelly'nin ölümü oluyor bu), etrafında üzülerek bakan aile fertlerine hafiften şakayla karışık cevaplar veren bir adamın ve bu sırada babasından sonra ne yapacağını bilemez bir halde olan bir başka adamın hüzünlü hikayesi bu. james labrie yine bir hüznü başarıyla verebilmiş. düzenleme çok sade. çok kolay dinlenebilir bir şarkı. ama bu kolay dinlenebilirlik portnoy'un çok hoşuna gitmiyor ve kevin shirley'i yeni düzenlemenin kötülüğü ile suçluyor. burada portnoy bir miktar haklı. özellikle demosu dinlendiğinde şarkının daha güçlü bir rock balladı olma ihtimali varmış ama bu haliyle şarkı bir radyo hiti haline getirilmiş (ama olmamış). ticari anlamdaki tartışmalar ya da dream theater'a uyup uymaması bir yana, şarkının kendisi pek güçlü.

    portnoy, bu balladdan sonra dayanamayıp bir müzik dünyasına bir tokat daha patlatıyor. bence bu konudaki diğer şarkılara göre daha iyi olan just let me breathe çok gaz bir şekilde başlıyor. tam olarak bir nakaratı olmayan bu şarkı dan dun, pata küte ilerliyor. bu da güzel bir tercih. şarkının ekstradan ilgi çeken yerleri var. mesela "just close your mind, you can find all you need with your eyes" kısmı başka bir şarkıyı bana çok hatırlatıyor ama bir türlü çıkaramadım. genius, bohemian rhapsody'deki "so you think you can stone me and spit in my eye"a benzetmiş ki çok doğru bir benzetme ama benim benzettiğim şarkı o değil. ayrıca shannon hoon ve kurt cobainin adlarının geçmesi şarkının vermek istediği "müzik endüstrisinin müzisyenleri delirtmesi ve onların ölümlerinden kar yapması" hissiyatını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. şarkının biter gibi yapıp bitmemesi de hoş numaralardan bir başkası. dream theater'ın o dönemki ruh halini anlamak için de kulak kabartmak lazım.

    bu sert şarkıdan sonra bir anda vites yine düşüyor ve anna lee'ye geçiyoruz. bilemiyorum. sözleri açısından çok anlamlı. tıpkı peruvian skies'da olduğu gibi bir çocuk istismarı hikayesi dinliyoruz. bir kaç yıl sonra gelecek the spirit carries on gibi yavaş başlayıp, tempoyu arttıran dt şarkılarına selam çakıyor. ama öte yandan da insanın "abi, yetmedi mi bu kadar ballad" diyesi geliyor. hani arada sırada dinlemek için açılır ama albümü baştan sonra dinlerken bu noktada biraz baydığımı söylemem lazım. bir de portnoy'un dediğine göre bu şarkıyı kaydederken bol bol elton john dinlemişler. bu etkiyi şarkıda hissetmemek elde değil. şarkının herhalde en beğendiğim anı introsundaki piyano rifi. yani derek sheranian'a yine bir teşekkür etmek gerekiyor.

    albümü trial of tears ile kapıyoruz. bu albümü kaç kez döndürdüm, bilmiyorum ama o kadar dinlemeden sonra bile trial of tears, ne iyi ne kötü bir etki bıraktı bende. hele ekşisözlük'teki yorumları ve beğenileri okuduğumda hatanın bende olduğunu düşünüyorum. belki de uzun süren bu albümün sonunda hep konsantrasyonumu kaybediyorum. ama "petrucci'nin en hüzünlü solosu" ya da "soloyu dinlerken ağladım" gibi yorumlara akıl sır erdiremiyorum - ki bu albümde bir "lines in the sand" solosu gerçeği varken bu şarkının solosunu bu kadar övmek nedendir bilmiyorum. ama john myung'ın bir insanın iç dünyasını güzelce anlattığı sözleri ve sade ve güzel nakaratı övmek garip kaçmaz. ekşi'de yazmasalardi aklıma gelmezdi ama çok beğendiğim nakaratın ilerleyişinin while my guitar gently weeps'i biraz andirmakta. portnoy'un it's raining bölümünün sonundaki davul atakları çok leziz. onun dışında surprizsiz bir eser.

    grubun peruvian skies'ı konserde çalarken araya have a cigar atması tesadüf değil. have a cigar, müzik dünyası baronlarının sanatçılara nasıl üstten baktığını anlatan en güzel eserlerden biri. dream theater, hem müzik kariyerilerinin başında hem de bu albüm hazırlanırken bu baronların etkisi altında kaldı. bu dönemin ürünü falling into infinity ne isa'ya ne musa'ya yaranabildi. yaşadıkları eleman değişikliği ve yeni kadro içi kimyanın tam olarak oturmaması albümün bu tam olmamışlığını daha da arttırdı. az kalsın falling into infinity ile dream theater defteri kapanıyordu ama rudess ile yeniden doğan grubun sırtını müzikal olarak grubun en önemli şarkılarından biri olan metropolis dayayan ve çok ilginç bir konsepte sahip bir maceraya başlaması grubun tekrardan zirveye dönmesine sebep oldu. çok da iyi oldu.

    bu arada albümün kapağına değinmeden olmaz. pink floyd'un kapaklarından tanıdığımız storm thorgerson'un tasarımı olan bu kapak, grubun awake ve images and words'teki soyut çalışmalardan sonra çok iyi gelmiş. ayrıca birçok şarkıda kullanılan yağmur, deniz, hava gibi sözcüklerin yarattığı havaya cuk oturuyor. yeni öğrendim ki albüm kapağında alıştığımız dream theater logosunun olmaması thorgerson'un istegiymis. yoksa eskiden inandığım gibi grubun müzikal anlamda yaşadığı değişim ile bir ilgisi yokmuş. yine de tabii kapakta bir logo var. lakin bu albümde kullanılan logoyu ise hiç benimseyemedim. scenes from a memory ile sadece orijinal sound'larına değil, orijinal logoya da geri dönmeleri çok iyi bir tercih.

    3/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: take away my pain, just let me breathe, new millenium

  • tek doz aşı olanlar aşı olmamış gibi dikkat etsin demenin neresi felaket tellallığı akılsızlar.

    çok doğru hatta salgın esnasında insanlar iki doz aşı olsa da toplumun kalanı aşılanana kadar dikkat etmeli zira siz aşılıyken asemptomatik geçirebilir ama bir aşısıza bulaştırabilirsiniz ayrıca da salgın üst noktadayken aşı uygulaması virus varyantlarında bir seçilim baskısı yaratarak mutasyona sebep oluyor.

    bilmediğiniz konularda ahkam kesmeye ne kadar da meraklısınız.

    %100 doğru açıklama.

    sizin bu saçma tavırlarınız ve konuyu ısrarla anlamamaya çalışmanızdan bu hale geldi.

    edit: basligi alevlendiren dangalak hangi aşıdan bahsedildigini bile bilmiyor ama hocaya akil veriyor bir de link paylasmis. ulan cehalet sana lanet olsun ya. turkiye'de %95 oraninda su ana kadar sinovac asisi kullanildi onun da ilk dozunun yeterince etkin olmadigi soyleniyora adam amerikanin sesi linki vermiş.

  • (bkz: 30 yaş üstü espriler)

    edit: muhtemelen bu yarın dbe'ye girecek.
    ssg sadece esprilerden oluşan bir sözlük istiyordun buyur kına yak. senden tek ricamız biraz disiplin..çok gülmek isteseydik komikaze'de takılırdık ne işimiz var kutsal bilgi kaynağında!

  • bilimsel çalışmalara başlayacağı zaman yapacağı ilk gözlem hedefi belirlenmiş olan teleskop.

    james webb uzay teleskobu göreve başlayacağı ilk haftalarda 55 canri e ve lhs 3844 b isimli ötegezegenleri inceleyecek.

    55 canri e ötegezegeni:

    - dünyadan uzaklığı 41 ışık yılı
    - 1.9 dünya çapında,
    - yüzey sıcaklığı: güneşe bakan tarafta 1700 derece,
    - güneşine uzaklığı: 0,015 astronomik birim yani merkür'den daha yakın (1 astronomik birim= dünya ile güneş arasındaki mesafe)
    - yörünge süresi: 18 saat

    hızlı yörüngesi ve yüzey sıcaklığı nedeniyle lav denizleri bulunacak bir yapısı var. * bazı teorilere göre yüzeyi aşırı sıcaktan buharlaşıp kalın bir atmosfer oluşturuyor. bu atmosfer ve içindeki bulutlar güneş görmeyen bölgelere geldiğinde soğuyup lav damlacıkları şeklinde yüzeye yağıyor.

    james webb termal frekanstaki kameraları ile gezegenin varsa atmosferini ve ısı dağılımını gözlemleyecek ve üretilen teorilerin doğruluğunu gözlemleri ile destekleyecek ya da çürütüp yeni teorilerin ortaya çıkmasına neden olacak.

    lhs 3844 b ötegezegeni:

    - dünyadan 60 ışık yılı uzakta
    - 1,3 dünya çapında,
    - yüzey sıcaklığı: 525 derece,
    - yıldızına uzaklığı: 0,005 astronomik birim (güneşinden sadece 748 bin km uzakta. yıldızın yüzeyine ay'ın iki katı mesafede yani )
    - yörünge süresi: 11 saat

    bu gezegen astronomik ölçekte yıldızına "dibinin dibi" mesafesinde yakın bir gezegen. gezegenin başka yerde eriyip yıldıza karışması gerekirken etrafında döndüğü yıldız bir kırmızı cüce olduğu için hayatta kalabilmiş. kırmızı cüce yıldızlar güneşimiz gibi yıldızlara göre son derece küçük ve "soğuk" yıldızlardır. bu nedenle yanmadan daha yakınında gezegenler dolanabiliyor.

    bu gezegenin bir atmosferinin olmadığı düşünülüyor. bu sayede webb üzerindeki spektrometre cihazları ile yüzeyinin özellikleri (ne tür kayalar var, yapılar nelerdir ) hakkında bilgi edinilebilecek.

    james webb ile yapılacak olan gözlem programının ilk turunda gözlemlenecek olan bu iki gezegen sayesinde atmosferi olan ve olmayan ötegezegenlerin teleskop ile incelenmesi ile ne tür bilgilerin elde edilebileceği öğrenilecek. elde edilen bilgiler ile gelecekte yapılacak diğer gezegen gözlemlerinde nelere dikkat edilmesi gerektiği öğrenilecek.

    kaynak

    debe editi: beğenilerinize ve favorilerinize teşekkür ederiz efenim. uzay alanında meraklı insanları görmek şahsen beni çok mutlu ediyor*. uzay hakkında meraklı insanlar için şöyle bir türkçe kaynak var. daha önce denk gelmediyseniz bakabilirsiniz.

  • bu kesinlikle babamdır.

    hayatının her anında her kim olursa olsun bir önemi yoktur.

    bir mevzu için öğleden sonra vali ile görüşmeye gittik. sekreteri, sabah gelmedi ne zaman geleceğini de bilmiyorum dedi. olsun biz bekleriz dedi.
    saat 15:30 gibi gelen valinin önüne atlayıp aslanım sen niye görevinin başına gelmiyorsun da bu kadar milleti bekletiyorsun demişliği vardır.

    bu ve buna benzer yüzlerce anısı vardır.

  • benim arabayla 1,5 saatte ulaştığım yere mahallemizin delisinin koşarak benden önce ulaştığı trafiktir.