hesabın var mı? giriş yap

  • geçen gün bir arkadaşımla konuşuyoruz. kendisi sinema ile çok alakalı değil. yani izlediği şey üzerine çok kafa yormaz, izler geçer. bana dedi ki "ben bu 2001 a space odyssey ya da ne bileyim nuri bilge ceylan filmlerini falan sevmiyorum." sonuçta herkes her filmi sevmek zorunda değil ama merak ettim ve "neden sevmiyorsun?" diye sordum. o da "abi bir şey anlatmak istiyorsan açık seçik anlat işte beni filmin karşısında ne uğraştırıyorsun?" diyerek dünyanın en yüzeysel yorumunu yaptı.

    bundan sonra ben de şunu düşünmeye başladım. gerçekten bir yönetmen ya da senarist neden filmlerinde sembolizm kullanır? neden buna ihtiyaç duyar? her şeyi "açık seçik" anlatıp daha fazla insana ulaşmak varken neden 2001 gibi bir film yapıp başına iş açar? bu noktadan sonra bu sorulara yanıt olacak beş farklı cevap buldum. bu cevaplar aslında ayrı ayrı değil. yani birbirini destekler nitelikte. o yüzden sıralaması bir önem arz etmiyor ya da her filmde bütün maddeler olacak diye bir kural yok. şimdi hazırsanız sinemada sembolizm ne işe yarar birlikte bakalım.

    1) kısıtlamalar: sinemayı bir araç olarak belirleyen en önemli noktalardan biri zaman kısıtlamasıdır. her ne kadar seven samurai gibi süresi çok uzun filmler olsa da 3 saat 27 dakika bile bir olayı bir roman kadar detaylı anlatmak için yeterli değildir. çünkü roman detay eklenerek yazılır. yani bir odayı tasvir ederken (sıkıcı olmamak kaydıyla) içerideki her şeyin hikayesini (bir şamdanı kimin hediye ettiği ya da bir ocağın arkasında oluşan isi bile) anlatabilirsiniz. çünkü bunları ince ince işlemek yazdığınız romanı daha gerçekçi kılar ve okuyucuyu hikayenin içine daha çok çeker.

    ancak sinemada bunu yapamazsınız çünkü sinema ekleme ile değil çıkarma ile yapılır. bir ailenin araba kazası ile dağılan hayatını anlatacak bir film çekiyorsunuz. normalde bir ailenin hayatında yüzlerce detay vardır. diyelim ki evin büyük oğlu yıllar önce eşinden boşandı. roman yazarken bu evlilik hakkında anekdotlar anlatabilir hatta bunu üzerine koca bir bölüm ekleyebilirsiniz. ancak sinemada bunu yapma şansınız pek yok. eğer evlilik sırasında yaşanan bir durum şimdiki olayları etkilemiyorsa o koca bölümü tümden silersiniz ve karakteri tanıtmak için 10 saniyelik bir plan içinde eski bir fotoğrafa baktırıp bir cümle söyletirsiniz o kadar.

    bu da bütün o geçmişi, boşanmayı, ayrılık acısını tek bir plana toplamanızı gerektirir. burada çekilen fotoğrafın eskimiş olması, adamın gülümseyen fit bir insanken şimdi kendine bakmayan somurtkan birine dönüşmesi, fotoğraf deniz kıyısında çekilmişken adamın soğuk iklimli bir yerde yaşaması gibi seyircinin biraz dikkatli baktığında fark edeceği semboller kullanmanız gerekir. eğer görsel ya da diyalog anlamında doğru işaretler kullanırsanız da karakterin geçmişini 10 saniyede anlatmayı başarırsınız.

    2) bildiniz yüz puan: insanlar neden bulmaca çözmeyi severler? çünkü bu beyinlerindeki ödül mekanizmasını çalıştırır. mesela şöyle düşünün test çözüyorsunuz ama bir soruda takıldınız. öyle bakıyorsunuz olmuyor böyle bakıyorsunuz olmuyor. burada elinizde iki seçenek var. birincisi dersin hocasına gidip sormak. bu sizin öğrenmeniz için iyidir. ancak bir zaman sonra soruya geri döner ve çözümü kendiniz bulursanız "haaaa demek böyleymiş." anı size büyük bir tatmin yaşatır.

    yönetmenler ve senaristler de aslında bir nevi size bu hissi yaşatmanın peşindedir. mesela the prestige, the sixth sense ya da fight club gibi filmler insanların aklında yer etmiştir çünkü finallerinde insanların beynindeki ödül mekanizmasını harekete geçirmeyi başarmışlardır. eğer bu filmler hikayenin başında işaret edip finale hazırladıkları şeyleri önceden söylemiş olsalardı bu kadar etkileyici olmalarına imkan yoktu.

    2001 yada david lynch yapımlarının durumu ise bu filmlerin ötesindedir. bu yapımlar insanı merak ettirir ancak verdiğim diğer örnekler gibi finalde durumu açıklamazlar. bu da beyninize ödülü film bittikten sonra vaat eder. bu andan sonra ödülünüzü almak için film üzerinde normal bir filmden daha fazla düşünmeye başlarsınız. böylece film hafızanızda yer etmiş olur. ki bu da binlerce filmin üretildiği bir ortamda başarıyı getirir.

    3) tekniğin gücü: sinemaya, tüm sanatların bir araya geldiği sanat denmesinin bir sebebi var. çünkü sinema sadece hikayeden ya da diyalogdan ibaret değildir. ses, kurgu, dekor, kostüm, görüntü yönetimi gibi daha pek çok unsur da sinemaya dahildir.

    bu yüzden yönetmenler diğer etkenlerin gücünden de faydalanmak isterler. örneğin bir insanın iyi niyetli olmadığını söylemek bir yöntemdir. ancak o karakter konuşurken arkaya gergin bir müzik verip kurduğunuz ışık havuzuyla yüzünü gölgelemek daha güçlü bir betimleme yapmanızı sağlar.

    ya da bir insanda tanrı kompleksi olduğunu diyalogla söyleyebilirsiniz ya da o karaktere bir yerde kollarını iki yana açtırıp boynunu eğdirerek gönderme yaptırırsınız. bu bir şeyi direkt olarak söylemekten hem daha güçlüdür hem de göndermeyi anlayan insanlar ikinci maddede söylediğim ödül hissini yaşarlar.

    4) ne söylediğin değil nasıl söylediğin önemli: bir aldatma hikayesini, yeni yerleri keşfetmeye giden bir adamın hikayesini ya da kaybolan bir insanın hikayesini anlatan onlarca binlerce farklı yapıt var. burada en fazla zaman/mekan değişebilir ama bu da çok orijinal bir dokunuş yaratmaz çünkü eklenebilecek tüm detaylar eklendi zaten.

    bu yüzden ekleme şansınız kalmadığı için farklı olabilmek adına yapacağınız şey çıkarmak olabilir. böylece hikayede yaratacağınız gizem ile anlattığınız hikayeyi farklı bir üslupla anlatma şansınız olur.

    örneğin iki düşman ailenin birbirine aşık olan çocuklarını anlatacaksınız. (neden böyle bir şey yapmaya karar verdiğinizi sormuyorum bile) bu hikayenin milyar farklı varyasyonu yapıldığı için artık ne yaparsanız yapın dikkat çekme ihtimaliniz çok az. bu yüzden seyircinin ilgisini arttırmak için mesela ailelerin düşman olma nedenini anlatmazsınız. ilerleyen kısımlarda da bunu ima edersiniz. böylece hem gizem yaratmış olursunuz hem de imayı anlayan seyircinin beyninde ödül mekanizması çalışmaya başlar.

    5) sen de mi o filmi seviyorsun? sinemada sembolizm kullanırken referanslardan faydalanırız. mesela polaroid fotoğraf makinesi 80'ler için bir referanstır. bu türden kullanacağınız bir referans da o dönemi yaşamış izleyicilerin filminizle direkt olarak bağ kurmasını sağlar.

    bunu pek çok şekilde genişletebilirsiniz. örneğin herhangi bir bilim kurgu filminde yapacağınız arthur c. clarke ya da isaac asimov referansı seyirciden olumlu geri dönüş almanızı sağlar. ya da türün önemli bir sinemacısına yapacağınız gönderme yönetmen ya da senaristin izleyiciyle "bizim zevklerimiz aynı." demesidir. bu da filmin ötesinde bir bağ kurma çabasıdır zaten.

    ancak bu referansları çok fazla kullanmamak ayrıca sembolizmin gereği olarak yaptığınız şeyi gizlemeniz gerekir. yani bakın benim filmimde ne referanslar var diyerek izleyicinin gözüne sokmak hem ikinci maddede bahsettiğimiz izleyicinin zekasına hakarettir hem de bağ kurma çabasını abartmaktır. o yüzden tavsiye edilmez.

    sonuç olarak sembolizm sinema için gereklidir. anlattığınız şeyi ne kadar ima edeceksiniz ne kadar açıklayacaksınız konusu ise kullandığınız imgelerin ne kadar güçlü olduğuyla ilgilidir. örneğin elinizde güçlü bir imge varsa bunu açıklama gereği duymazsınız zaten olan her şey ortadadır. ancak bir konuda yaptığınız işaret anlaşılamayacak gibiyse ya bunu daha güçlü bir şeyle değiştirmeniz ya da birden çok imgeyle desteklemeniz gerekir.

    zaten bu tür şeyler olmasa filmleri yapmanın ya da izlemenin de bir mantığı kalmaz. çünkü tümden açık olacaksak bir kişi otursun kameranın karşısına anlatsın her şeyi (bazı ingmar bergman filmlerini ayrı tutuyorum burada) biz de dinleyelim. ancak dediğim gibi bir şeyleri keşfetmek ve anlatılan işleri anlamaya çalışmak sinemadan aldığınız keyfi artıracaktır.

  • eğitim çavuşu iken başımdan geçen bir diyalog:

    ilk ders...

    ben: sizi, bir üstünüz çağrıdığında önce adınızı sonra soyadınızı daha sonra da memleketinizi söyleyeceksiniz. ali veli konya gibi...bu sizin künyenizdir. anlaşıldı mı?

    askerler: anlaşıldı.

    ben: güzel. sen! buraya gel ve bir künye yap.

    asker: ali veli konya

  • "yakışıklı abim, 1 kilo yapiyim mi?"

    yarım kilo salatalık istediğimde pazarcı dayıdan gelmişti.

  • en üst edit: "hocam merhaba lütfen entryne edit yaparak öğrencilerinin mağduriyetini de ekleyebilir mısın? bugün sadece bir anatomi kitabı 300 lira iken öğrencilerin şahsi eşyaları bilgisayarları gibi bir çok şey yurtta kaldı. evine giymis olanlarin neredeyse herşeyi orada kaldı ve o.an orada olanlar apar topar çıkarıldıkları için hiç bir şey alamadılar yanlarına neredeyse.
    o yurtlarda cebinde 10 lirası olmayan kızlar kalıyor yazıktır günahtır kimse muhattap bulamıyor yapacak bişey yok gitti diyorlar"

    üst edit: devletimiz ankara'da ve konya'da olmak üzere 10 bin kişiye yakın umreci vatandaşları kyk yurtlarında karantina altına almış.

    kaynak

    üst edit: sadece umreden dönenler değil yurtdışından gelenler de zorla karantina altına alınmalı. her başlıkta bir art niyet aramayın. umreden gelenlere kin beslediğim falan yok.

    artık olması gerekendir. 21 bin kişi devlet zoruyla karantina altına alınmalıdır. vatandaşlara 14 gün evde oturun demenin hiçbir anlamı yok. yasak getirilmeli ve ağır yaptırım uygulanmalı. bu işin şakası yok.

    (bkz: 14 gün kuralına uymayanın ceza alması gerekliliği)

    üst edit: devletimiz ankara'da ve konya'da olmak üzere 10 bin kişiye yakın umreci vatandaşları kyk yurtlarında karantina altına almış.

    kaynak

    üst edit: sadece umreden dönenler değil yurtdışından gelenler de zorla karantina altına alınmalı. her başlıkta bir art niyet aramayın. umreden gelenlere kin beslediğim falan yok.

    artık olması gerekendir. 21 bin kişi devlet zoruyla karantina altına alınmalıdır. vatandaşlara 14 gün evde oturun demenin hiçbir anlamı yok. yasak getirilmeli ve ağır yaptırım uygulanmalı. bu işin şakası yok.

    (bkz: 14 gün kuralına uymayanın ceza alması gerekliliği)

  • niye ? çünkü devletin eksiğini oy verenlerine göstererek devleti müşkül duruma düşürdü. en ufak oy kaybına tahammülü yok tabi yönetenlerin.

  • ben bunu yaptım lan, vallaha da billaha da yaptım.

    ilk defa evime gelecekti. o aralar da şimdiki gibi mutfakla az çok aram iyiydi. gel sana yemek yapayım dedim. tavada biftek, makarna ve fırında sebze yapacaktım. bir gün önceden pasta da yapmıştım. malzemelerle birlikte şarap da aldım ve gelmesine yakın girdim mutfağa işe koyuldum.

    normalden biraz erken geldi. o esnada makarna pişiyordu, biftekleri kızartmak üzereydim ve fırında sebzelerim vardı. bilgisayardan kaliteli bir müzik açmış, artistlik olsun diye de tezgaha bir kadeh şarap koymuş, arada bir içiyordum. "böyle de lord bir insanım, yemek yaparken bile şarap yudumlar, müziğimi dinlerim" mesajı vermekti amacım. kız evi gezip kediyi falan sevdikten sonra yardım etmek için mutfağa geldi. ben o gelene kadar heyecandan iki üç kadeh falan şarap içmiştim. bayağı bayağı mutfakta şarabı gömüyordum.

    sonra bir an geldi. bir yandan fırından sebzeleri çıkartıyorum, bir yandan makarnayı süzüyorum, bir yandan da biftekleri çevirmem gerek. bir an geldi... kendimi o kadar mutfağa kaptırdım ki bir büfeciye dönüşüverdim ve biftekleri çevirmek için kullandığım maşayı tabağa çıkırt çıkırt vurarak "biyron biyron biyroooooonn" diye haykırdım. hızımı alamayıp "biyorsanlar efendim et var tavuk var biyroooooooooooon" diye devam ettim. kendimi durduramıyordum. stresten patlama yaşamış, şarabın ve maşanın da etkisiyle bir dayıya dönüşmüştüm.

    bir ömür gibi gelen beş saniyelik sessizliğin ardından ikimiz de dağıldık. sevgilim olayı "off ya slk şey" modunda bir tepkiyle karşıladı. o ana dek hiç bu kadar yakınlaşmamıştık belki de. resmen maskemi çıkarmıştım, çırılçıplak karşısındaydım artık. "ben aslında bu adamım" demiştim. ben "biyron" demekten zevk alan o adamım.

    iyi ki de demişim.

    "işte o çocuğun adı aynştayndır" klişesi olacak belki ama sonra o kızla karı-koca olduk biz. ve ben ne zaman mutfakta hararetli bir şekilde yemek yapsam maşayla "biyron biyron biyrooooon" diye bağırıp evi çınlattım. o da her defasında ilk kez duyuyormuş gibi güldü.

    demem o ki gençler, özünüzü gizlediğimiz maskelerden sıyrılın ve içinizdeki büfeciye karşı koymayın. çıkacağı varsa, bırakın çıksın. inanın hayat daha iyi akacak.