hesabın var mı? giriş yap

  • yeni otobüslerinde öndeki koltukla arada 1 metre boşluk bırakmışlar. önceden bacaklarımızı sığdırmanın tek yolu dizlerimizi burnumuza değdirmekti. şimdi kulaklığı tvye takmak için uzatma kablosu gerekli. öndeki adam koltuğunu 180 derece yatırınca artık dansöz gibi kucağınıza yatmıyor siz de alnına para yapıştıramıyorsunuz haliyle. çok rahat ve modern olmuş ama nedense laz bir müteahhit gibi ulen bu boşluklara 10 tane koltuk sığardı ne müsrif adamsın kamil demekten kendimi alamadım.

  • geleneksel bir adamım sanıyorum. çocukken evde pide veya lahmacun içi hazırlanırdı. babamla pideciye giderdik. babam sosyal becerisi yüksek biriydi ve pideci ustaların onu hemen tanımaları, sohbet etmeleri ve bana ilgi göstermeleri hoşuma giderdi. pidelerimizi alır, eve dönerdik ve evde ayranı, turşusu, salatası ile muhteşem bir sofra bizi beklerdi. dumanı tüten pideleri yerdik. o günler zihnimde baya yer etmiş. seneler sonra ben de bu geleneği devam ettiriyorum baba olarak. hemen hemen her pazar içimizi hazırlar, oğlumla pide yaptırmaya gideriz. ustalarla sohbet eder, hamurun açılışından pişmesine kadar tüm aşamaları oğluma yakından gösteririm. ikimiz için de anlamlı bir rutine dönüştü artık. evde de o yıllardaki gibi ayran, turşu ve salata bizi bekler. dediğim gibi geleneksel bir babayım ve çocukken iyi hissettiğim anlara dair aklımda ne kalmışsa oğluma da yaşatmaya çalışıyorum. çünkü bir çocuğa gelecekte iyi hatırlayacağı hoş anılar bırakmanın kıymetini en çok kendimden biliyorum.

  • bildiğim kadarıyla olmayan olay. izmirliler etten pek çakmaz. olayları ot ve balık.
    ama izmir 'e çakacak laf bulamayıp sadece domuz eti üzerinden vurmak isteyen yobazlara göre olan şeydir.
    ne komik lan "domuz eti üzerinden vurmak" . :)

  • ludwig göransson'ın oppenheimer için bestelediği en nadide parça. abartısız söylüyorum dinlediğim en güzel soundtracklerden biri.
    bir fizikçinin zihnindeki merakı, endişeyi, tutkuyu ve korkuyu çok çok iyi yansıtıyor.

    can you hear the music; oppenheimer'ın öğrenci olarak geçirdiği zamanı temsil ediyor. öğrenmenin getirdiği heyecanı, neşeyi, zorluğu gösterirken filmin diğer önemli parçalarına da ilham kaynağı oluyor.

    quantum mechanics parçası ise can you hear the music'in sadece yavaşlatılmış bir versiyonu. çünkü öğrenciyken yaşadığı heyecanla birlikte her şey hızlıca akıp giderken kuantum mekaniği öğrencilerine anlatması ağır çekimdeydi, zamanını alıyordu.

    can you hear the music'i duyduğumuz filmin ilk kısmında oppenheimer'ın asıl amacının bilimin insanlara nasıl yardımcı olabileceğiyle ilgili olduğunu görüyoruz. müzik de ilerleme, umut ve parlak bir gelecek fikri canlandırıyor aklımızda.

    ancak filmin ikinci yarısında oppenheimer'ın icadının nasıl dünyanın tamamen yok olmasına yol açabileceğini gösterirken müzik farklı bir hale bürünüyor, hızlanıyor ve rahatsız edici hale geliyor. filmin sonunda çalan destroyer of the worlds bu parçanın tam tersi.

    ben dahil herkes hans zimmer & christopher nolan işbirliği görmek istiyor ama hakkını vermek lazım ludwig göransson da çok çok iyi iş çıkarıyor. sinema salonundan çıktığım andan itibaren dinlemeye doyamadım albümü.

    filmden görüntülerle güzel bi video yapılmış.

  • aydınlanma projesi, dünyanın büyüsünü ortadan kaldırmak gibi büyük bir iddiayla ortaya çıkmıştı. bunda belli ölçüde de başarılı oldu fakat geriye varoluşu anlamsızlığın içinde süzülen insanlar bıraktı. bugün, uzaya koloni kurulması ve yapay zekayla insanın cyborg vari bir canlıya dönüştürülmesi planlanıyor. akıl, putlaştırılınca, insan denen varlık da geçmişten sahip olduğu eşsiz bütünlüğünü yitirdi.

    modernite dahilinde tüm bilebileceklerimiz, bir eserin üç saniyelik ölçüsü içerisinde duyumsayabileceklerimizi dahi veremiyor bize. teoriler, konferanslar, türlü türlü lakırdı eşliğinde, "dünyanın bu kez anlaşıldığı" deklare ediliyor, fakat boşluğa atılan her madeni para, sessizliğin içinde kayboluyor ve unutuluyor.

    insan ruhunun, bilimsel olarak anlaşılabileceği çabası, farklı söylem yapılarına angaje kabuller doğuruyor. bu kabuller, çevresine bir kalabalık toplayabildiği ölçüde gerçek halini alıyor. halbuki, mikro düzene dair bilebileceklerimiz de, makro düzene dair bilebileceklerimizin ötesinde değil. her insan, evren denli bir derinliğe ve genişliğe sahip. bunu anlayabilmek değil bir başkası, belki insanın kendisi için dahi mümkün değil.

    beş yüz seneden daha evvel zamanlarda, şehirlerin duvarları vardı. öyle ki, şehir, etimolojik anlamını da çevresi örtülü bu duvarlardan alıyordu. duvarların ardında olanın korkusu, içeridekileri inanç sahibi yapıyor ve birbirine bağlıyordu. bugün, şehirler böyle duvarlara sahip değil, şehrin şeffaflaşması, insanın şeffaflaşmasını da zorunlu kıldı ve artık herkes herkesin her şeyi. içte biriktirilebilecek bir şey yok, zira, "her şey paylaşıma açık olmalıdır" gibi bir ortak kabul söz konusu.
    içsiz ve içeriksiz bu şeffaf insan için, konuşmak da, kalabalığa hitap etmekten ibaret hale geldi. konuşmanın, sessizlikle örtülü muhtevasının yerinde, demagoji, dedikodu ve arzulardan türemiş bilinçlerin bayrakları dalgalanıyor artık.

    materyalist dünya görüşü içerisinde, insan kendi acılarına yabancılaştığında ya da onları unutmayı başardığında, başkalarının acılarına da yabancılaşıyor. böyle bir mevcudiyet içinde, "ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok" gibi insanı dünyaya ve diğer insanlara yabancılaştıran bir konum alıyor insanların çoğunluğu. vurdumduymazlık ve rahatlık, tam olarak buradan çıkıyor ve dünyaya yayılıyor.

    bugün, insanın sahip olabileceği tüm özellikler, rekabet ve çekişmenin etrafında kümeleniyor. kendine ait bir dünya kuran insan, bu dünya toplumun çıkarlarına hizmet etmediği ölçüde, toplumca yargılanıyor. insanlar, "maaş", "iş" gibi toplumsal statüleriyle değerlendiriliyor ve kıyaslanıyor. toplumsal kabullerin ürettiği bu iş bölümleri ise, dizginsiz bir öznelliğin verebileceği derinliği, genişliği ve renkleri veremiyor.

    tüm bu olanlardan dil de nasibini alıyor. modernite dahilinde, geçmişte sahip olduğu derinliği, dokuyu ve kokuyu kaybediyor. düz ve renksiz, bir bilgisayar metninden fırlamış bir ambiyansa bürünüyor. ayırması, bölmesi ve parçalamasıyla da, anlaşma çabasını imkansızlaştırıyor. sadece, tek tipleştirmeye hizmet ediyor.

    "dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır" diyen martin heidegger'in anlama kapasitesinin derinliği de burada saklı. bugün, bizim sahip olduğumuz dünyanın sınırları çok ama çok dar. en başta, kullandığımız dil buna sebep. mevcudiyeti takribi 200-250 sene ile sınırlı sekülerizmin içine gömüldüğümüz için, bu paradigmanın dışında nelerin olabileceğini tahayyül edemiyoruz, vizyonumuz bu dar görü ile sınırlı. anlamıyoruz, çünkü neyi anlayamadığımızı anlayamıyoruz.

    tüm bu sakatlanmış ruh halimizin panzehirinin, gelecekte değil, fakat geçmişte olduğuna inanıyorum ben. bugün akıl yönünden bir şeyler edinebilmiş olsak da, ruhsal bakımdan çok ama çok eksilmiş vaziyetteyiz.

    edit: yukarıdaki alıntı, heiddegger'e değil, wittgenstein'a ait. "dil varlığın evidir" sözüyle karıştırmışım.