• sözlerini burcu erdoğan'ın yazdığı bir saltuk erginer şarkısı. sözlerini de yazayım tam olsun:

    saatler zamanı göstermez seni yutar,
    parmaklarını gevşet yeter
    bir de bakışını üzme
    ama sana korkma diyemem..

    çünkü saatler zamanı göstermez,
    önden gülümser arkadan keskin dişler
    birden fazla sayıları seni çiğner..

    sakın bırakma, yanımda kal,
    gün geçer dünden beter
    elimi tut..

    sakın bırakma, yanımda kal,
    gün geçer dünden beter
    elimi tut..
    elimi tut yeter...
  • "bir şehirde tüm saat kuleleri yanlış ayarlanmışsa kişinin doğruyu göstermesi neye yarar ki?" diyen arthur schopenhauer un sözünü barındıran, doğu batı dergisinin şahane posterlerinden biri.

    saatler
  • sözlerini burcu erdoğan ile turgut berkes'in yazmış olduğu, ''keşke bu kadar kısa olmasaydı'' isteğiyle dinlenen şarkı.

    müzik: saltuk erginer, turgut berkes
    gitar, synth, davul programlama, vokal: saltuk erginer
  • sabahattin kudret aksal'ın her cümlesine ayrı hayranlık duyulası öyküsü.
    içinde bir de "yüreğe saplı ok" mini öyküsü gizlidir.

    "...

    bir gün. on yedi, on sekiz yıl kadar önce bir gün -bir sabah erken- bilmiyorum nasıl bir özlemin kokusu burnumda kendimi sokağa atmıştım. uzun bir yolu yürümüş, köprüyü geçmiş, ver elini gülhane parkı demiştim. sıranın birine oturmuş, kalın bir ağacın gövdesine bıçakla oyulmuş bir yüreğe saplı oka bakmıştım. parkların kanepelerine, ağaçlara kazınan şu yüreğe saplı ok resimleri için düşündüklerimi hatırlıyorum şimdi. sevdayı, türlü süslerle dolu şiirlerden, resimlerden öğrenen, şiirin de resmin de bu yozlaşmış türüne özenen çocuğa ne der ağaca kazınmış yüreğe saplı ok? bir şey demez. küçümsenir, bayağı bulunur. bana da bir şey dememişti. küçümemiş, bayağı bulmuştu. sonraları, şiirin de resmin de yalınını öğrenince, sevdanın da böyle kestirmeden anlatılan biçimini sevdim. ne diyordum? yıllarca önce bir gün gülhane parkına oturmuştum...

    ..."
  • (bkz: saatler olsun)
  • "saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya."
  • tanıdık sabahattin kudret aksal duyarlılığına şahit olduğumuz bu enfes öykü şöyle:

    "beyoğlu’nun ara sokaklarındaki lokantalardan birinde öğle yemeği yedim. acele etmeden yürüyerek caddeye çıktım. gözüm parmakkapı durağının karşısında asılı saate kaydı. biri beş geçiyor. bir sinemanın iki buçuk matinesine gireceğim; gireceğim ya daha vakit var. bugün, hiç olmazsa şimdi, o kadar kaygısızım ki. bir düşüncem de yok, derdim de. bana sorsalar şimdi, kendinden söz aç deseler, şaşırır kalırım. ne derim? şimdi yemek yedim derim, biraz sonra da sinemaya gireceğim. başka bir şey söyleyemem. bugün kaygılarının tümünü bir kenara atmış bir okul kaçağı gibiyim. bir gün, on yedi, on sekiz yıl kadar önce bir gün, bir sabah erken, bilmiyorum nasıl bir özlemin kokusu burnumda, kendimi sokağa atmıştım. uzun bir yolu yürümüş, köprüyü geçmiş, ver elini gülhane parkı demiştim. sıranın birine oturmuş, kalın bir ağacın gövdesine bıçakla oyulmuş bir yüreğe saplı oka bakmıştım. parkların kanepelerine, ağaçlara kazılan şu yüreğe saplı ok resimleri için düşündüklerimi anımsıyorum şimdi. sevdayı türlü süslerle dolu şiirlerden, resimlerden öğrenen, şiirin de resmin de bu yozlaşmış türüne özenen çocuğa ne der ağaca kazılmış yüreğe saplı ok? bir şey demez. küçümsenir, bayağı bulunur. bana da bir şey dememişti, küçümsemiş, bayağı bulmuştum. sonraları şiirin de, resmin de yalınını öğrenince sevdanın da böyle kestirmeden anlatılan biçimini sevdim.

    ne diyordum? yıllarca önce bir gün gülhane parkında oturmuştum. öğleyin bir yerde bir şeyler yemiş, kapağı bir iki buçuk matinesine atmıştım. bayılırım bana çocukluğumun başıboşluklarını anımsatan iki buçuk matinelerine. bir kaygı, bir keder içime çöküverdi mi, bir iki buçuk matinesine girer, çocukluğumun sevinçlerini yeni baştan bulurum.

    saat biri beş geçiyor. sinemanın başlamasına daha bir buçuk saatlik bir zaman var. ayazda dolaşacak değilim ya. caddeye bakan kahvelerden birine girdim. bir kötü fincanda kahve geldi. bir de sigara yakıp sokağa daldım. öndeki masada da bir adam oturuyor. o da sokağa bakıyor benim gibi. belki o da yemekten çıkmış, bir sinemanın iki buçuk matinesine kadar olan zamanı caddede, ayazda geçirmemek için, kahvede oturan biri. bir ara yoruldum caddeye bakmaktan, adamı seyre koyuldum. o da caddeyle ilgisini kesmiş, cebinden incecik bir kâğıda sarılı çıkardığı bir saati elinde evirip çeviriyordu. küçücük bir kadın saatiydi bu. bir kol saati. saati türlü yönünden inceleyip duruyor, sonra saatleri gösteren sayılara gözleri takılıyor, bir zaman gözünü ayırmadan bakıyordu. camın önünden, tanıdığına benzettiği biri geçse, çok kısa bir zaman için geçenle ilgileniyor, sonra yeniden saate, hem de on iki saatin her birine ayrı ayrı yöneliyordu. bir eşyaya bu kadar içten bağlanışta ne olabilir diye düşündüm. bu kadın saati bu adama ne anlatıyor? bir anı mı bu saat? ayrıldığı sevgilisinin, karısının saati mi? onları, birlikte geçen zamanlarını anımsadıkça, böyle çıkarıp çıkarıp bakıyor. ne olursa olsun. bana ne? düşünecek bir ben mi varım bu adamı?

    gene sokağa daldım. bir tanıdık geçti. elimle bir hareket yaptım, görmedi. iki hamalın bir buzdolabını omuzlarına takıp götürüşlerini izledim. kırk beşlik bir yosmanın karşıki sinemanın vitrininde müşteri kollayışıyla oyalandım. bir başka tanıdığın görüp yanıma gelmemesi için cebimden gazeteyi çıkardım, yüzüme tuttum. gazeteyi yüzümden indirdiğimde baktım gözüm gene öndeki masada oturan adamda. adam şimdi de saati cebine koymuş olmalı, bir kâğıda bir şeyler karalıyordu. merakımı yenemeyeceğim, eğilip bakacağım ne yazdığına. baktım da. bir mektuba başlamıştı. heceledim, “sevgilim” diye başlıyordu. sevgilim! demek bir sevgilisi var. saatin sahibi mi acaba sevgilisi? evet, evet, öyle. ona yazıyor. ilk cümleyi de okuyabiliyorum; “saatini tamir için bana verdikten sonra senden ayrılır ayrılmaz, beyoğlu’nda caddeye bakan kahvelerden birine oturdum.” şimdi iş anlaşıldı. saat, sevdiği kadının saati. üstelik de ayrılmamışlar. bir saatçiye götürüp tamir ettirecek. ama daha bugün gördüğü bir kadına mektup yazması neden? belki de kadın bir başka kente gitmiştir, ya da gidecek. ikinci cümleyi de okumak istiyorum. eğilip bakıyorum gene. bu kez boşuna. iyice arkasını döndü. okuyabilirsen oku. hayır, okumadan olmayacak. bir maceraya katılıp da yarıda bırakmak zorunda kalanların rahatsızlığı var bende şimdi. biraz daha eğildim. adam sezmiş gibi, biraz daha arkasını döndü. çare yok, olmayacak.

    ne yapmalı? ne yapmalı da bu işin içyüzünü anlamalı?

    okuyamayacağım. böyle, bir sevgiliye yazılmış mektubu okumak beni bugün ne kadar eğlendirir, oyalardı. bu eğlendirmekten, oyalamaktan da daha fazla bir şey olurdu. hiç olmazsa bir an için bir mutluluğa erdirirdi, diyeceğim neredeyse. aklım bu adamla sevgilisinde. kadın saatini tamir ettirmek için verdikten sonra bir başka kente de gitmemiştir. buradadır, bu kenttedir. belki de adam onu yarın, ne yarını, akşama doğru, ya da gece, gene görecektir. şimdi yanında olmayan onunla konuşmak istedi, konuşmadan edemeyeceğini anladı da, kalemi kâğıdı çıkardı, konuşmanın bir başka türlüsü olan şu mektubu yazıyor. böyle olması daha güzel değil mi? daha değişik, insanı saran bir anlam taşımıyor mu? ama ne çare, okuyamıyorum işte.

    hayır, okuyacağım bu mektubu. şöyle yaparım bunun için de. kendimi bu adamın yerine koyarım, ben yazarım mektubu. bu daha güzel, daha umulmadık bir şey. olmayan bir sevgiliye, üstelik hesapta olmayan bir mektup yazmak düşüncesi beni heyecanlandırdı. sevdiğim bir insan olmamasının hüznünü bir yana attım. bir mektup yazmanın, kim olduğu belirsiz bir insana bir şeyler söylemenin sevinci içimi doldurdu. ben de bir kalem kâğıt çıkardım. tıpkı önümdeki masada oturan gibi “sevgilim” diye başladım mektubuma ben de. beş dakika önce ömründen bir günü daha tüketmek için bir iki buçuk matinesini bekleyen, hiçbir bağı olmayan bir adamdım. şimdi öyle mi? zembereği kopmuş saatini tamir ettirmek için aldığım, yarın olmazsa öbür gün göreceğim bir sevgilim var şimdi bu kentte. bir kahvede oturmuş, saatini elimde eviriyor çeviriyor, bir şeyler düşünüyorum. şimdi bir bağım var.

    ilk cümlem o adamın yazdığı ilk cümle olacak: “saatinizi tamir ettirmek için bana verdikten sonra, sizden ayrılır ayrılmaz, beyoğlu’nda caddeye bakan kahvelerden birine oturdum.” sonra? sonrası da şöyle gelsin.

    “bir kahve söyledim. kahve gelinceye dek cebimden incecik kâğıda sarılı saatinizi çıkardım. bakıyorum şimdi. insanların eşyada bir değer buldukları, eşyaya bir anlam tanıdıkları ilkel çağların, çocuklukların, ilkgençliklerin coşkusunu yaşıyorum. eşyayı canlı varlık diye alan, bir boncukta, bir tutam saçta, bir kumaş parçasında, bizim bugün anlayamayacağımız, gülünç bulacağımız değerler tanıyan ilkel insanın dünyası ne kadar zenginmiş bizim bugün yaşadığımız şu dünyadan anlıyorum. çocukluğumuzu unuttuğumuz, dünyaya çocuğun gözleriyle bakmayı küçümsediğimiz gün zenginliklerimizi de yitirmişiz. eşyayı bir yana atarak düşünmenin, eşyayla bağlılıklar kurmadan duymanın zorluğunu düşünün bir.

    “saatinizin akrebiyle yelkovanının her gün yeni baştan üzerinde dolaştığı sayılara bakıyor, saatleri gösteren o sayılarda geleceğinizi görüyorum. insanoğlunun ömrü saatlerin sınırı içinde geçer ne de olsa. bir an gözüm, saatin dördüne takılıyor. saatin kadranının üstündeki dört sayısına. saat dört sizin yaşamanızda neyin karşılığı olabilir, diye dalıyorum. önünüzdeki sayısız günlerin üzerinde durulmaya değer saat dörtlerinden birinde ne yapabilirsiniz? belki de bir gün bu saatte bir evlenme defterine imzanızı atacaksınız. sizi böyle bir saatte, içinizde sevinçler, korkular, umutlar, pişmanlıklar, türlü karışık duygular kımıldanırken, halinizde biraz da zoraki bir çekingenlik, ama her gün olduğunuzdan daha güzel buluyorum. yanınızdaki adama kızmamak elimden gelmiyor. ama seçtiğiniz kişiyse o, ne diyebilirim? belki bütün bu kalabalığın, bu törenlerin, ömrünüzce sizinle birlikte olacak kişiyle bir an önce yalnız kalmak için sona ermesini sabırsızlıkla bekleyeceksiniz. günlerden bir günün saat dördü bir semaverin kaynarken çıkardığı sesler kadar ılık geçecek bir ömrün başlangıcı olacak. hiç olmazsa, sizin için böyle olacak.

    “saat sekiz buçuğa gözüm kayıyor, sabahın sekiz buçuğuna. sonra da hemen akşamın altısına bakıyorum. bu saatlerde sizi bir erkeği, işine gidecek, işinden dönecek bir erkeği uğurlar, karşılarken görüyorum.

    “belki de şimdi bütün saatleri bir yana iterek gözüme çarpan bir gece yarısının on ikisi, bir hastane odasında geçireceğiniz saat olacak. ilk çocuğunuzu, kentin büyük bir çoğunluğu uykuda, bütün gürültülerin azaldığı, yok olmaya yüz tuttuğu bir saatte dünyaya getireceksiniz. yorgun, halsizsiniz. alnınız, avuçlarınız ter içinde. kızınızın (kız çocukları daha çok seversiniz) arkasında iki örgü okula giden düşünü görüp gülümseyeceksiniz.

    “gecenin saat onunda, dışarda yağmurun pencerelere çarptığı bir güz akşamı, sıcak odanızda, kızınız yatmış, karşınızda bir erkek gözleri gazetede uyuklarken, siz örgü örüyorsunuz. saçınızın beyazı siyahından çok. o gün, daha o gün kızınızla aranızda geçen bir evlenme konusunu kocanıza açıp açmamayı düşündüğünüzü söylersem şaşmaz mısınız?

    “saatler insana her zaman güzel şeyleri anımsatmıyor sevgilim. şimdi de kalkmış kadrandaki sayılardan biri fena fena bakıyor yüzüme. hangisi olduğunu iyice seçemiyorum ama. içimin bir tuhaf olduğunu, başımın döndüğünü duyuyorum. bir gün de, bir günün bir saatinde öleceksiniz.”

    burada bitirdim mektubumu. adama baktım. yoktu. gitmiş olmalıydı. kahvenin duvarındaki saate baktım. ikiyi yirmi geçiyor. bir şeyler yazmak istemiş, yazmış, rahatlamıştım. önümdeki kâğıdı okumadan yırttım. elimde yuvarladıktan sonra, masanın üstündeki tablaya bırakıp kahveden çıktım."
  • lodos nedeniyle saatlerdir erkekler* yok, nereye kayboldu bu boynuzlular?

    kedi çift kedi çocuk

    eğrilce sivilcen uyurlu olsun,
    sivil kaplamalı..
    ece ayhan'a sivik nanikler yaparaktan-

    kısa kısacık kısa öpüşler..
    dolu tuz damlacıkları
    göz kuyularında bakış kazmalar

    kedi çocuk, bütün saatler durdu.

    kedi çocuuk!
    dön gel, eve gidelim artık.
    bütün saatler durdu, görsene,
    - bak çok kötü şeyler olacak.
    dinozorlar gelecek...

    oyundan hiç beni duyar mı?
    saatler durdu derim, ne var.
    kedi çocuk, durmaz kedi çocuk,
    çok kedi çocuk.

    "gönül yüceliğinin kibri azdır, olsa olsa, sığınığın denize baktığı, dalıp gittiği, suyun düzlüğünü ya da çalkantısını gözleriyle arşınlarken uyuşup kalır gibi göründüğü saatlerde, ona evini açmış olanın gönlünden esip geçecek bir kibirdir bu." bilge karasu - narla incire gazel

    "saatlerdir içimde yürüyorum, henüz kimseye rastlamadım." rainer maria rilke

    (ilk giri tarihi: 4.12.2017)

    (bkz: saat/@ibisile)
    (bkz: saatleri ayarlama enstitüsü)
    (bkz: 12 hayvanlı türk takvimi/@matarama su ko)
  • sabahattin kudret aksal'ın yazdığı, insanı beyoğlu'nun eski zamanlarına ışınlayan enfes öykü.
  • wirgina wolf! o biiiirrrr deha idi. kitabin filmlestirilmis halini 16 yasimda izlemiştim.
hesabın var mı? giriş yap