hesabın var mı? giriş yap

  • bazen benim bu... eğer birşey yapmak istiyorsam, bunu yalnız da yapabilmem gerektiğini zaman içinde öğrendim, yoksa hayat hep birşeyler için birilerini bekleyerek geçiyor.

  • senin o muhabbetini yaptığın kız ana kucağından ayrılıp allahın unuttuğu dağın başında köpek bağlasan durmayacak köy lojmanlarında kalıyor.

    senin o muhabbetini yaptığın kız sen evde kombiden çıkan sıcak havayla mayışmışken kömür taşıyıp ısınmaya çalışıyor.

    senin o muhabbetini yaptığın kız her gün soba zehirleyecek korkusuyla yaşıyor.

    senin o muhabbetini yaptığın kız sen pc başında yayılıp ekşide takılırken tipi eşliğinde kapı önünde bekleyen kurt sesini dinliyor.

    senin o muhabbetini yaptığın kız sen kıçı kırık köpek gibi gezerken köy yolunun açılmasını bekliyor.

    senin o muhabbetini yaptığın kız sen her istediğinde kombini açıp duşa girerken suyun gelip banyonun sobayla ısınmasını bekliyor.

    senin o muhabbetini yaptığın kız cahil bırakılmış bir toplumun içinde insanlara bir umut olmaya çalışıyor.

    o yüzden böyle bütün gün bilgisayar başında yayılan vasıfsızların ağzına alırken bir destur demesi lazım, e mi canım benim.

  • sevgili dr. oetker;

    burası turkiye burada babaanneler supangle yapmaz. yapsa yapsa sütlaç yapar, baklava yapar, kabak tatlısı yapar. babaanneme 'supangle yaparmısın?' dedim. şimdi oturduk sübhaneke okuyoruz.

  • ardından bi sonunu dinle sonunu, adam gibi dinlemiyosun ki diye serzenişte bulunursanız çocuğun da hak vereceği çıkışma. vermezse tekme de atın, belki o zaman hak verir.

  • fiyatlar hakkında diyecek bir sözüm yok. gemi azıya aldılar artık. iki ay sonra daha yazın başında 1000 liraydı şimdi 2000 olmuş deriz. yalnız bu modeli her jenerasyonda parlatıp satabiliyor olmaları daha çok ilgimi çekiyor. milyon çeşit model arasından yıllardır üretilen ve klasik haline gelmiş bir elin parmakları kadar modeli var adidas'ın. onlardan birisinin de bütün pazarlama stratejisini afro-amerikalılar üzerinden kurmuş olmaları pek tuhaf. bu modelle özdeşleştirdiğimiz beyaz sporcu veya sanatçı neredeyse yok gibi bir şey.

    normalde 1970'li yılların başında basketbol ayakkabısı olarak çıkmış bir model. önce kareem abdul-jabbar sonra neredeyse bütün zenci nba oyuncuları bunu giymeye başlayınca satışlar patlıyor. tahmin edebileceğiniz üzere çok kısa sürede sahalardan sokaklara iniyor. ilk beş yılında sadece üç farklı renkle sunulurken sonraki on yılda rap müzik yükselişe geçince sokaktaki konumunu run dmc ile sabitleyip her mevsimde onlarca farklı model satışa sunuluyor.

    üç bant eşofman ve superstar ise resmen run dmc'nin iş kıyafeti haline geliyor. yetmiyor my adidas adında bir şarkı çıkarıyorlar. basketboldan sonra haliyle rap müzik, break dans vb. zenci kültürüyle özdeşleşiyor. adidas bakıyor bu iş zencilerle yürüyor, doksanlarda aynı stratejiyi devam ettiriyor. yeni run dmc albümü ve tekrar popülerleşen old school akımını yakalayıp missy elliot, nelly vb. döneminde ne kadar meşhur zenci varsa sponsor oluyorlar. sonuç ortada. bugün bir milyon farklı modeliyle her sezon mağazalarında yer alıyor.

    hatta 2005 yılında coşup 35. yıl diyerek özel bir seri çıkarmışlardı. o kadar çok model vardı ki mağazada aklınız çıkıyordu. onun üzerinden dahi 15 sene geçmiş. ayakkabı olmuş 50 yıllık. tabi ki zamanla bir çok değişime uğradı lakin yarım asır boyunca aynı modeli satabilmek boru değil. en son pharell williams ve saz arkadaşları her yerde bu modeli giyerek reklamını yapıyordu. son zamanlarda popüler kültürden koptuğum için hangi esmer kardeşlerimizi kullanıyorlar bilmiyorum.

    segmentasyon, ne bileyim hedef kitle vs. diyebilirsiniz. o kadarını ben de tahmin ediyorum fakat bu ayakkabı stan smith gibi direkt bir beyazın adı verilerek, ya da hedef kitlesi direkt afro-amerikalılardır gibi bir strateji ile piyasaya sürülmemiş. sporda süper star kavramının yeni yeni oturduğu bir dönemde zenci yıldızların parlamaya başladığını ön görerek tasarlamışlar. tek bir yıldızın görüp bunu giymesi ile klasik haline gelmiş.

    kareem abdul-jabbar'ın demesine göre model piyasa sürülmeden önce sponsorluk vs. bir durum yokmuş. kendisi bir gün mağazada görüp beğenmiş ve satın almış. reklam işi sonra başlamış. bu dönemde piyasaya sürülüp ertesi yıl üretimden kaldırılmış onlarca basketbol modeli var adidas'ın. anlayacağınız superstar hem isim hem model olarak hedefi on ikiden vurmuş.

    fiyatlarla ilgili aklıma başka bir şey geldi son dakika. bunu doksanlarda gurbetçiler gelip türkiye'den alırdı daha ucuza satıldığı için. almanya değilse bile almancılar kıskanırdı türkiye'yi. eğer başlık altındaki almanya fiyatları doğru ise bugün tam tersi hale gelmiş.

  • bunun temel motivasyonu, o çok nefret edilen ve tüm kötülüklerin anası olarak görülen elitliğe bir övgü ve öykünmedir, "elit" diye güya hakaret ederken o kavramın içinde belli bir kültür birikimini, görgüyü, aileden gelen manevi bir zenginliği* barındırdığını, ihale sayesinde zengin olup paranın bir tarafına koysan da, arabanın en iyisine binip o elitlerin gezdiği yerde gezebilsen de, onların yazlık mekanlarında kadın-erkek plajı ayrı tatil yapabilsen de, bazı şeyleri parayla asla değiştiremeyeceğini ve elde edemeyeceğini, tüm "bakın artık ben de yapabiliyorum/sahip olabiliyorum" dediklerinin kendilerinde nasıl eğreti durduğunu bilmenin öfkesidir.
    çünkü taktılan saatin, modanisa gibi yerlerden alınan ve muhafazakar makastan çıkınca çok güzel oldu zannedilen o acıklı kitsch kıyafetlerin, havalimanında göze sokulan louis vuitton valizlerin, alta çekilen jeepin, en özel üniversitenin uluslararası bilmemne bölümünden mezun olmak için dökülen onca paranın, kendi çapında bir cemiyet, bir sosyete oluşturmak için mado'da pazar kahvaltısı edip huqqa'da latte içmenin bir boka, hiç ama hiçbir boka yaramadığını içten içe bilmenin çaresiz hırsıdır. ne tiyatroyla, ne kitapla, ne filmle, ne seyahatle telafi edilemeyecek keskin bir sakilliğin kinidir. çünkü bilir ki bugün islami moda dergisinin lansmanına gitmesine izin veren, modern zamana son derece uyumlu görünen kocası bir anda sinirlenip dayak atabilir, elitler gibi roma'ya gidilip alışveriş de yapılsa yolculuk hep maraş'taki köye kaynanaya gitmekle biter, tüm çaba dini bayramlarda ıslak ayak üzerine giyilmiş çorapların kokusuyla dolmuş havasız bir odada biter. çünkü bilir ki "çok şükür elhamdülillah, allahım, canım rabbim, bugün de bize bahçeşehir'deki evimizin bahçesinde dostlarımızla toplanmayı nasip etti" diye şükredilen her şey bir anda allak bullak olabilir ve hemen olmasa da birkaç yıl sonra kendilerini geldikleri yerde bulabilirler, ama yıllarca karı koca öğretmenlik yapıp ege'de yazlık alan beyefendiyle hanımefendinin öyle bir riski yoktur, insanın kumaşında olan bir şeyin öyle aniden kaybedilme riski olmaz.

    edit: "neden maraş?" diye soranlara cevap vermek adına, bu "italya'dan sonra maraş'a gitmekten ve köşelerden erkek çorabı toplamaktan ve kokudan ne kadar iğreniyoruz" benim nişantaşı dolaylarında bir cafede iki kadının muhabbetinden duyduğum bir şeydi, maraş'a ya da doğu'ya bir garezim yok, buradan tüm maraşlı vatandaşlarımıza "maraş'ın yollarına çıkayım dağlarına" şarkısını armağan ediyorum.

    edit: haters gonna hate.