hesabın var mı? giriş yap

  • cizgi roman literaturunde ilk olarak marvel comics tarafindan geli$tirilmi$ uretim teknigi.. marvel bu teknigi geli$tirmeden evvel cizgi roman $irketleri her cizgi roman icin full script yazip, karelere bolup, hatta konu$ma balonlarini yerle$tirip gerisini cizerlere birakiyormu$.. buyuk sayidaki ekiplerde bu mecburi oluyormu$..

    fakat stan lee'nin ufak bir ekibi oldugundan ve cogu metni kendisi yazmasi gerektiginden sadece oykuyu cizere anlatmakla yetiniyor ve cizerin yerle$tirdigi konu$ma balonlarini dolduruyormu$.. bu teknik cizerin kendi artistik baki$ acisini ve kendi yaraticiligini sunmasina izin verdiginden ortaya cok daha guzel eserler cikmasina yol acmi$.. (bkz: splash page)

    (bkz: marvel five fabolous decades)

  • başar'le pelin'in düğünü için davetli listesinde yorgo 'nun tanıdıkları vardır:

    -(ihsan) ver bakiyim şu listeyi bana. bu ne be, neyin listesi bu! yunan ikinci piyade alayının mı! daha birinci sayfada 10 tane alex, yirmi tane nikos var
    +(feraye) onların çoğu yorgo'nun akrabaları, ihsan.
    -nerde bizim akraba listesi?
    +(sevinç) ne yapacaksın bu saatten sonra listeyi?
    -ekleme yapacagım. askerlik çağına gelmiş, eli silah tutan tüm tanıdıklarımızı.

    bonus:

    -senin için bir türk atasözü var. yorgo gitti kavga bitti.

  • sorun muz oranının azlığı değil, binde bir oranda muz içeren ürünün muzlu ibaresi ile satılabilmesidir.

    içinde kakao olmayan çikolata, muz olmayan muzlu puding, çilek olmayan çilekli pasta yemeye çok alıştık.

  • - birşey mi var beyefendi??
    - pardon?
    - neden bakıyorsunuz sürekli??
    - pardon çok özür dilerim, birine benzettim sizi...
    - ...
    - ve ben onu çok özledim...
    - ...
    - sizin gibi renkli kocaman bakan gözleri vardı onun da... saçları sarıydı, teni beyazdı... gerçi son gördüğümde saatlerce kucağımda uyuttuğum için onu, doyamadığım için oynamaya onlarla, dağınıktı biraz saçları mesela, ama her zaman bakımlıydı...

    gülünce dişleri kocaman görünürdü, ve hiç sevmezdi bunu; çok düşkündü güzelliğine... oysa ben de tam tersine, en doğal zamanlarında, gerçekten içten güldüğü anlarda aşık olurdum ona... şimdi düşünüyorum da, hep ima etmişim, hiç söylememişim onu "çirkinken" daha çok sevdiğimi... inanmazdı muhtemelen, ama söyleseydim keşke...

    gülünce tombullaşırdı yanakları, işte tam da o anda avuçlarımın içine alırdım güzelim yüzünü; gözlerimi gözlerine dikerdim, kırpmadan bakardım ona... gözlerimiz dalarken koyu sohbete, biz susardık... sahi, ne kadar da "bir"mişiz aslında...

    gizli saklı haberleşirdik, kimselere belli etmezdik... telefonu açtığımda "naapıyosun sen bakiim" derdim çocukça, "sen yaapıyosun" derdi... havadan sudan konuşurduk, hep kaçak oynardık, ertelerdik asıl söylenmesi gerekenleri, söylemek istediklerimizi...
    bir sessizlik olurdu konuşma arasında tam yeri geldiğini belli eden... "özledim seni" derdi, "burnumda tütüyorsun" derdim... inanırdım, inanırdı...

    yanyana geldiğimizde iki yabancı gibi bakardık birbirimize... yasaktık sanki nedense... mesafeli kalırdık başka insanların yanında, heyecanla yalnız kalacağımız anı beklerdik... ilk fırsatta dokunurdu dudaklarımız... öyle ateşli öpüşmeler değil, eşsiz dokunuşlardı bizimkisi, benzeri olmayan...

    günler birktirirdim ona, anlatılması gereken hikayelerle geçen günler... hepsini anlatmaya vaktimiz olmazdı hiç, çoğunlukla onu dinlerken, onu izlerken öldürürdüm zamanı... vazgeçmek ne kolaydı, ucunda o olunca... hep anlatan ben, hep ketum oluverirdim onun yanında...
    yanıbaşında...
    ne güzeldi hep onunla olmak, yanıbaşında... nefesini kıskandıracak kadar yakınında, omuzlarımız birbirine dokunacak kadar dipdibe... parmaklarını parmaklarıma dolayabileceğim kadarlık mesafede...

    "senden de, senin sevginden de vazgeçemiyorum, ne olur sen de vazgeçme benden" demişti son defasında... vazgeçtiğimi söyleyecek cesareti toplayamamıştım ona, yapamamıştım;
    meğer ne kadar zordu sadece onun için herşeyden vazgeçmeyi göze aldığımı söyleyebilmek...
    hep yazdıklarımı, ancak yazarken anlatabildiklerimi kulağına fısıldayabilmek isterdim, yapamadım...
    "seni seviyorum" diyordu," özledim" diyordu... "eskiden olduğu gibi günün bilmemkaç saatini birlikte geçirebilmek için neler vermezdim" diyordu...
    ama sadece "geliyorum" dese yeterdi bana;
    demedi, diyemedi...

    hani siz az önce telefonla konuşurken gülümsüyordunuz, gözleriniz kısılıyordu ya, ne bileyim, ona benzettim sizi birden fena halde... ne kadar canlıymış anılarım, ne kadar tazeymiş yaralarım, ne kadar kırıkmış hayallerim meğerse...

    * * *
    - birşey mi var beyefendi??
    - pardon?
    - neden bakıyorsunuz sürekli??
    - pardon çok özür dilerim, birine benzettim de sizi, dalmışım biraz... çok özür dilerim...
    - herneyse, önemli değil...
    - tekrar özür dilerim, iyi günler...

  • pixar'ın diğer filmleriyle kıyaslandığında beklenen övgüleri alamadı bir türlü. metacritic'ten 61/100 gibi görece düşük bir puan, imdb'den ise şu an için 7,5 puan alabildi. bir önceki filmleri coco ve inside out ile kıyaslanınca ciddi bir başarısızlık olduğu ortada. gerçi toy story 4 filminde de pixar, kaliteden taviz verebileceğini bize göstermişti. baş rollere tom holland ve chris pratt gibi hollywood'un en gözde iki oyuncusunu koymasına rağmen; filmin istediği övgüleri alamaması ile ilgili birkaç sebep sayılabiliriz:

    birincisi, filmin arka planında gördüğümüz evrenin içine pek giremiyor oluşumuz. bu filmde buna izin vermemişler. halbuki pixar'ı farklı kılan ve bundan önceki pek çok animasyonunu şaheser düzeyine çıkaran özelliği buydu. pixar, hayal gücümüzün ötesinde bir dünya yaratır ve bizleri o dünyanın içine davet ederdi. anlattığı hikaye ile hikayenin geçtiği dünya birbirini besleyen nitelikte olurdu. en basitinden inside out ya da wall-e filmlerini düşünün. anlattıkları hikayenin dışında var olan dünya, düşlerimizin çok ötesindeydi. toy story filmleriyle oyuncakların arasında kaybolup gitmeyen var mıydı aramızda? bu filmde ise hikaye, var olduğu evrenin ötesine geçmiş. ortada elf'lerin, büyücülerin ve masal kahramanlarının yer aldığı bir dünya var; ama bizler bir türlü o dünyanın içine davet edilmiyoruz. yalnızca iki kardeş elf'in hikayesine ortak olmamıza izin veriliyor.

    ikincisi, hikayenin aceleye getirilmesi. filmde, iki kardeş elf'in ölmüş babalarını 24 saatliğine hayata döndürebilmek için verdikleri mücadeleye ortak oluyoruz. fakat bunun tam olarak nasıl yapılacağı o kadar aceleye getirilmiş ki "hikaye nasıl olsa iyi, boşlukları seyirci kendisi tamamlar" diye düşünmüşler resmen. ölmüş babaları, on altı yıl sonra açılmak üzere bir hediye bırakıyor ve bu hediye sayesinde bir günlüğüne hayata dönebileceğini aceleyle öğreniyoruz. inside out filminde kafalarımızın içinde konuşan duyguların olabileceğine, toy story'ler ile oyuncakların konuşup hareket edebileceğine, coco ile öbür tarafa gidebileceğimize, wall-e ile dünyayı bir çöp yığınına çevirebileceğimize, the ıncredibles ile süper kahramanların emekliye ayrılabileceğine, up ile yaşlı bir adamın balonlar ile dünyayı dolaşabileceğine bizi ikna etmeyi başaran pixar, bu filminde bizi hiçbir şekilde anlatmaya çalıştıklarına ikna etmeyi beceremiyor.

    üçüncüsü de filmde ne yazık ki akılda kalıcı sahneler neredeyse hiç yok. yıllar sonra bile hüzünlenerek hatırlayabileceğimiz tek bir sahne yoktu. sadece coco'dan bir sürü sahneyi sayabiliriz. toy story 3'teki ateşe yuvarlanma sahnesini düşünün mesela. sinema tarihinde ona benzer bir sahneyi çok az görebilirsiniz. ya da up filminin başlangıcını ele alalım. hala şu dört dakikalık bölümü izleyip ağlamıyor muyuz?

    yine de "onward" filmini izlerken etkilenmediğimi söylersem yalan söylemiş olurum. özellikle abi-kardeş hikayesi üzerinden dokunaklı anlar yakalamayı başarmışlar. tüm eleştirilerime rağmen kesinlikle bir facia değil; bilakis keyifle izleyebileceğiniz bir film. belki de tek kusuru "bir başyapıt" olmamasıdır.