hesabın var mı? giriş yap

  • milliyet gazetesi haberi.

    bu da linki

    http://www.milliyet.com.tr/…ce serbest kaldi&ver=17

    evli ve 39 yaşındaki bir kişi parkta erkek arkadaşıyla oturan kızı tehditle kaçırıyor. erkek arkadaşını bir tokatla uzaklaştırıyor ve kıza tecavüz etmeye çalışıyor. evet buraya dikkat tecavüz etmeye çalışıyor!!! kızın iç çamaşırlarındaki sperm örneklerinden anlaşılıyor tecavüz etmeye çalıştığı ve ne oluyor biliyor musunuz? tecavüze yeltenen kişi yeterli tehdit oluşmadığından ve kız 18 yaşından büyük olduğundan dolayı savcı tarafından serbest bırakılıyor. yani hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor. biz de bu memlekette adaletten ve kalkınmadan söz edelim.

    evet değerli arkadaşlarım. 18 yasından büyük kızlara siki sokmadığınız sürece istediğinizi yapabilirsiniz. tecavüzcü sayılmıyorsunuz. adalet böyle çalışıyor bu ülkede.

  • zeytin dali harekatina guzellemeler dizdikten sonra hdp'li oldugunu iddia eden kalitesiz troll serzenisi.

  • oscar ödüllü yönetmen guillermo del toro'nun stop motion tekniğiyle hayata geçirdiği, pinokyonun müzikal uyarlaması, harika netflix filmi.

    1930'ların faşist italya'sında gerçek bir çocuk olmak isteyen kuklanın hikayesinin anlatıldığı film; çok güzel, karanlık bir temaya sahip ve cesur bir pinokyo uyarlaması olmuş.

    bi kere filmin adındaki sahiplik bile yani guillermo del toro's pinocchio ne kadar iddialı olduğunu gösteriyor. bu kadar eski ve bilindik bir hikayeyi filme alıp onu kendi hikayenizmiş gibi isimlendirmek gerçekten cesurca. filmin isminin niye böyle adlandırıldığını şöyle açıklamış del toro;

    "benim için carlo collodi'nin pinokyo'su var, walt disney'in pinokyo'su var ve guillermo del toro'nun pinokyo'su var. çünkü benim için ilginç olan şuydu: itaati kutsamak yerine itaatsizliği kutsayan bir pinokyo yapabilir miyim? itaatkâr olduğu için sonunda gerçek bir çocuğa dönüşmek zorunda kalmadığı bir pinokyo yapabilir miyim?” bunu da başarmış bence. diğer versiyonları alt üst eden bir pinokyo çıkarmış ortaya.

    2008'den beri üzerinde çalışılan ve çekimleri yaklaşık 1000 gün süren anlamsız içi boş milliyetçiliğe, faşizme, çocuklara uygulanan psikolojik baskıya değinilen film; karanlığı umut, mizah ve insanlık kıvılcımlarıyla dengeliyor.

    benito mussolini'nin faşist italya'sında geçen filmi yönetmen guillermo del toro “resmi olmayan üçlememin parçası” diye tanımlıyor. her ikisi de ispanya iç savaşını anlatan daha önceki filmleri pan's labyrinth ve the devil's backbone ile pinocchio; bu üç film, çocukluğun savaş ve şiddetle ilgili bir şeye karşı gelmesiyle aynı zamanda savaştaki çocuklar ve kaybedilen masumiyet gibi kapsayıcı temaları paylaştığı için bu üç filmi resmi olmayan bir üçleme olarak tanımlıyor del toro.

    verdiği savaş karşıtı mesajların yanında bir masalda olması gereken dersleri de veriyor film. yalan söylememek, hayatta verdiğin şeyi almak, insanları oldukları gibi kabul etmek ve iyi bir baba ya da oğul olmanın ne olduğu hakkında çok sayıda ve olumlu mesaj var.

    “insan hayatını bu kadar değerli ve anlamlı kılan kısa oluşudur.”

    ben bu adamın sanata ve sinemaya çok tutkulu olduğunu düşünüyorum. niyeyse yakın dönemde kendisine bir sempatim oluştu. netflix'teki mini dizisini izledim, sevdiğim bir tür olmamasına rağmen hoşuma gitti. aynı zamanda ünlü yönetmenin ilk animasyon uzun metrajlı filmiymiş bu film. konudan bağımsız ben del toro'nun yönettiği bir hobbit filmi görmek isterdim. peter jackson canım ciğerimdir ama del toro da enteresan işleri olan biri.

    tanım yaparken stop motion dedim. onu bi anlatayım önce. stop motion ya da duraklı çekim, durağan 3 boyutlu objeleri hareket edermiş gibi gösteren bir animasyon türü, kuklalar veya oyun hamuru ile yapılmış maddeler kullanılarak çekiliyor. filmde de 3d yazıcı kullanılarak yüzlerce pinokyo yapılmış. görsel,görsel,görsel

    arka planda yer alan cam şişeyi istemeden tekmeleyen biri gibi küçük şeyler bile düşünülmüş film yapılırken. stop motion'ın ne kadar zahmetli olduğunu yapılış videosunu izlediğinizde anlayacaksınız. o küçük ayrıntıları yapmalarına gerek yoktu ama yaptılar ve bu, hikayenin geçtiği dünyayı çok yaşanmış ve somut hissettiriyor. bu yönüyle 2022 disney yapımı olan pinocchio aslına hakaret iken del toro versiyonu onurunu kurtarmış resmen. hikaye, çekimler, müzikler… her şey çok güzel olmuş.

    kamera arkası

    seslendirme kadrosu ise şampiyonlar ligi resmen.

    başrol için seçildiğinde 10 yaşında olan gregory mann pinocchio'yu seslendirirken
    game of thrones'taki red wedding'in baş aktörü walder frey ile harry potter'daki mr. filch'i canlandıran david bradley, geppetto'yu seslendirmiş.

    bana göre filmin en iyilerinden cricket rolünü obi wan kenobi abimiz ewan mcgregor seslendirken
    pinokyo'ya hem hayat veren orman perisi'ni hem de ölüm'ü, tilda swinton seslendiriyor. evet ben bunu cate blanchett sanıyordum ta ki creditleri görene kadar swh meğer maymun spazzatura'nın çeşitli homurdanmalarının, çığlıklarının ve maymun kıkırdamalarının ile birkaç garip satırın arkasında cate blanchett varmış. maymun seslerini çıkarırken ki kamera arkası görüntülerini çok merak ediyorum ahaha

    sirk müdürü volpe rolünde christoph waltz, faşist asker baba rolünde ron perlman ve doktor rolünde john turturro gibi birçok ünlü isim daha var kadroda.

    gelelim oscar'a. guillermo del toro's pinocchio'su oscar gecesinde iki kez tarih yazabilir. ilki, bir streaming platformunun kazandığı ilk en iyi animasyon olabilir. aynı zamanda netflix'in en iyi animasyon özelliğini ilk kez kazanması olacak. ikincisi de en iyi animasyon filmi ödülünü kazanan ikinci stop motion filmi olması. kazanan tek stop motion filmi wallace & gromit: kurt tavşanın laneti idi.

    bu film varken turning red'e oscar vermezler bu kadar iş bilmez olmazlar herhalde diye düşünüyorum.

    filmin müzikleri de iyiydi bence. harry potter'daki meşhur “always” sahnesinin, the king's speech, argo ve the grand budapest hotel gibi filmlerin bestesini yapan alexandre desplat; yalnızca keman, piyano veya arp gibi ahşap enstrümanlar kullanarak müziği carlo collodi'nin filmin dayandığı 1883 tarihli romana bağlayarak pinokyo hikayesinin "masumiyetini" ve "canlı kalbini" göstermiş.

    ayrıca tanıyanların dikkatini çekmiştir, cricket odasına schopenhauer'un fotoğrafını asıyor. görsel şöyle bir alakası olabilir: schopenhauer bir kitabında: "hayatımızın acil ve doğrudan amacı acı çekmek değilse o zaman varlığımız dünyadaki amacına en uyumsuz olanıdır." diyor. acı ve keder, pinokyo'ya hayat veren şey. böyle bağlayabilirim sanırım.

    özetle; çocuklar için olmayan ama çocukların da izleyebileceği bir film olmuş. sözlükte ve ülkede sürekli olumsuz konulara maruz kalıyoruz. o yüzden gidin ve zehirlenmiş soğuk kalbinize biraz sıcaklık getirecek bu filmi izleyin. sonunda göz yaşı dökebilirsiniz uyarmadı demeyin swh.

    8.9/10

    şunu da unutmayın:
    "sevilmek için kim olduğunuzu değiştirmek zorunda değilsiniz, sevilmek için itaat ederek 'gerçek bir çocuk' olmanıza gerek yok."

    edit: john turturro'nun rolünü yanlış yazmışım uyaran yazar sağolsun düzelttim.

  • izmir'de askerlik yapanlar genelde tepeciği görüp geldiği için dikkate almadığım önermedir. neden tepecik diye soracak olursanız, izmirliler anlamıştır asker-tepecik ilişkisini.

  • hoşlanılan kız, bizim evdeki şofben değilse eğer sıkıntı büyük demektir. gerçi hoşlanılan kızın bizim evdeki şofben çıkma ihtimalini büyük bir mesele gibi görmeyişim de apayrı bir değişik. iki ucu boklu değnek. şofben çıksa yine iyi. usta çağırırsın halledersin. ya değilse? gerçekten ağır bir trajedi. insan üzülmelere doyamıyor.

  • (bkz: aha da ben)

    lisenin son 2 senesini arkadaş olarak geçirdikten sonra üniversite sınavının akabinde sevgili olduk. ayrı şehirlerde 4 sene boyunca sözlükte imkansız olarak görülen uzak mesafe ilişkisini yaşadıktan sonra 3 sene de benim okulu bitirmemi ve stajımı tamamlamamı aynı şehirde bekledik * son 3 senedir de evliyiz. bir de oğlumuz oldu 40 gün önce, ellerinizden öper.

    allah ömür verirse 80 yaşıma kadar da yanında olmak istiyorum eşimin. oluyor yani, olmaz diye bir şey yok. işin sırrına ermek isteyenlere bir yeşil kadar uzaktayım. **

  • çok mu zor be bir düşün. senin yaşadığın ülkenin %90 nı ateist olsa.
    cb ''bunlar müslüman'' dese ne hissedersin acaba. topluluğa sırtını dayamak ne kadar kolay. bunu bir müslüman olarak yazıyorum.

  • aradan geçen 11 yıl 4 saat saat sonra bile tazecik, dumanı tütebilen acı.

    yaşanan ilk acıysa ve anneler günü ise o gün, inanası gelmez hiç insanın. çok küçüktür bir de. daha yeni okumayı sökmüş, yakasına kızarmış elmayı takalı henüz bir ay olmuştur. ilk dönemdeki süper notlar erkenden ''sınıf geçme hediyesi'' isteme cesareti vermiştir ona. baba; oğlum ne isterse alırım deyince o da bisiklet istemiştir. tam istediği gibi oğlunu mutlu eden babanın tek şartı vardır ama. ''okullar kapanınca bineceksin''. peki denir babaya ama kendi kendini yer tabi kardeş.

    anneler günü sabahında ablanın reddetmesine karşı saatlerce yalvarır ''ablacım sadece 10 dakika, nolur babama söyleme ama'' diye. abla da dayanamaz, kıyamaz. verir bisikleti. o sayılı dakikanın yarısı olmadan kapı çalar. komşu kardeşin bisikletten düştüğünü söyler, çok sakin karşılanır, olabilir gibi. yerde yatan, üzeri örtülü biri vardır. var ama onun ayağındaki kardeşin ayakkabısı değil, bisiklette onun bisikleti değildir ki o benim kardeşim olsun. değil işte, hiç birşey onun değil ama bir anda oracıkta beliren babanın yürekten kopan çığlığı herşeyi özetler sana. üzeri örtülü o... canım kardeşim.

    ilk anda anlamazsın. aklın harçlığıyla anneler günü hediyesi almak için para biriktirmiş, süt dişi yeni çıkmış küçüçük kardeştedir. ama o nerde o... o merhametli minik yürek annesi olmadığı için üzüldüğü, zinciri pastan dönemeyen biskleti, ayağındaki ayakkabısı yırtık, 'benim bisikletim öyle değil, sen hep binersin, biraz giyeyim mi ayakkabını, veririm inince diyen sinif arkadaşıyla karşılaşır. ve sen bunları o gittikten yılar sonra, liseyede okuyan, hala ayakkabıyı saklayan o arkadaştan öğrenirsin. ölmek mi, öldürmek mi arasında sıkışırsın işte o zaman.

    yaşıtları üniversite tercihleri hakkında danışmak için abla bilip yanına geldiklerinde ise şakağındaki o şey boğazına dizer hayatını. 19 unda gözleri parlayan genç flörtlerinden bahsederken sen, gitmeden bir gün önce hasta olur diye dondurma almadığın, gözünün yaşına kıyamayıp bisikleti verdiğin, on dakika sonra gelecek olan canini düşünürsün. düşünmek istemediğin tek şey ellerinle üstüne toprak ettiğin kardeşinin kanina, canina biçilen paranin hesabina yatirilmak istenmesidir.

    o anda yüreğinde binlerce mum birden yanar. her gün birisi söner. ama birtanesi hiç sönmez. yediğin lokmanın yarısı acı geçer boğazından. keşkelerle yıllar geçer. suçluluk şakağına dayalıdır hep. kulağındaki onlarca küpe olmuş şey tek karındır. aci çok şey öğretmiştir. dost, düşman ayirmak kolaylaşmiştir sanki. bayramlar mezarlikta başlar, anneler günü karalar günü olur, takvimlerde doğum günü hep kirmiziya boyanir.

    yazarken yutkunmayi bile çok gören, ekran bozuldu mu ne, neden bu kadar bulanik dedirten bu aci, yarinki anneler gününü minicik bedenini toprağa koyduğu evladinin mezari başinda geçirecek annemin, babamin asla okumasini istemediğim şeyleri yazdirdi bana. hayat sadece acı değil ama. tadıdan yenmeyen şeyler de var. yüreğe ağir gelen bu duygudan siyrilmamin tek sebebi, anneme tapma nedenim, canimi istese düşünmeden vereceğim bir tanecik meleğimdir.

    o meleğin yazdırdıkları içinse (bkz: ablalarin kardeş sevgisi/@nunuca)

  • bir insana çirkin demenin mantığı nedir? kadına demiyorum bak, insana diyorum. güzel bulmayabilirsin, çekici bulmayabilirsin ama "sen çirkinsin" i doğrudan veya dolaylı olarak söylediğinizde ne geçecek elinize cidden merak ediyorum.

    16-17 yaşlarındaydım mesela ben. gittiğim dersanenin karşısındaki ayakkabıcıda bir çocuk çalışıyordu. yemyeşil gözleri vardı, acayip beğeniyordum. şansıma bir ortak arkadaşımız aracılığıyla tanıştırıldık, bir gün kafede oturup sohbet ettik. ayrılırken "seni bir daha görecek miyim" falan dedi bana. oh çektim içimden demek ki beğendi beni diye. sonra günlerce aradım, telefonu açmadı, ortak arkadaşımıza da "yakından o kadar güzel değil ya" demiş.

    günlerce ağladım lan. şiştim ağlamaktan ben çirkinim diye. bak bir kadın ancak ergenlik dönemindeyse bu kadar ağlayabilir çirkinim diye, çünkü elinde olan tek şey dış görünüşündür o yaşlarda. bana sorarsan, bir erkek "çirkinsin yeaaaa" tepkisi veriyorsa ama ergenlik dönemini çoktan geride bıraktıysa, orada büyük bir sorun vardır, kimse kusura bakmasın.

    herkes birilerinin dünya güzeli şu hayatta. sen kimsin de birinin karşısına geçip "çirkinsin" i ima edeceksin?

  • insanoğlunun varoluş içinde geldiği noktayı görmemizi sağlayacak icatlardan bir tanesi. her sabah işe ve okula bu aletle giden binlerce insanı gözünüzün önüne getirin. her sabah havada kuşlarla birlikte binlerce figür... insan heyecanlanıyor. ama bu kadar yaygınlaşması illaki çok zaman alır.

  • 110 dakikalık, 2003 yapımı film.

    6 / 10.

    robert drewe romanı uyarlaması yapım pazar günü için ayırdığım "western" kontenjanında kendine yer buldu. yönetmen gregor jordan yer yer pastorel tadlar yakalamış olsa da, film genelinde avustralya atmosferi yerine (doğal olarak) irlanda atmosferini hissettiğimizi söylemek mümkün.

    oyunculuklar ise genel olarak iyi, heath ledger karakterine yeterince emek vermiş görünürken naomi watts'ı ise son derece doğal ve şirine halde karşımızda buluyoruz. orlando bloom, joel edgerton kimyaları da güzel.

    uyarlama bir biyografi olarak, değişik bir western tadında da denenebilir.

    her eve imdb

  • donut'un dünyanın en dandik tatlılarından biri olmasındandır.

    asya ve avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan güzel ülkemiz gerek sütlü, gerekse şerbetli tatlılar açısından zengin yataklara sahiptir.

    böyle bir ülkede amerika'nın donutuna kim bakar?

    go hom yankis